31 Ocak 2012 Salı

Köfteyle Masallar

Aşağıda gördüğünüz çılgın kedinin adı: Köfte 
Köfte yakın bir arkadaşımın kedisi, cüssesine bakmadan her yere girmeye çalışıyor. En favori mekanı da, kalorifer peteğinin üstü.

Biri bana mı seslendi?

Neler oluyor aşağıda?
Dikkatimi dağıtmayın, şurada uyumaya çalışıyorum!
Zaten buraya yatacağım diye kaba yerlerim ağrıdı!
Bir varmış bir yokmuş... Evvel zaman içinde kalbur saman içinde...

28 Ocak 2012 Cumartesi

Kardanadamcık

Teknoloji şirketi olunca, kardanadam da biraz enteresan oluyor. Dün, şirketin balkonundan toplanan karlarla şöyle minyon bir kardanadam yapıldı. İş arkadaşlarım Yüksel ve Doruk'un ellerinden çıkan bu nadide eseri, blogumda kayıtlara geçirmek istedim, malum ona veda edeceğiz.

Seni çok sevdik kardanatör!

Kullanılan malzemeler: Gözler vida, burun anakart pimi, ağız DC kablosu, kaşkol sata kablosu, süpürge cat6 network kablosu, düğmeler anakart vidası, şapka kulaklık süngeri.

27 Ocak 2012 Cuma

Bir Köpeğin Vasiyeti

Dün geceki soğukta eve ulaşmak için yokuşu çıkarken, "ev"i olan biri olarak umutluyken, bir kedi gördüm. Bir baktım tanıdık kendisi, bizim apartmanın sakinlerinden biri olan merdiven gülü. Haspam, anahtarını unutmuş kapıda kalmış. :) Aldım içeri, mutluluktan dört dönüyor düdük, o merdiven senin bu merdiven benim zıp zıp hallerde, sevdim, iki kelam ettim sonrasında olanca ürkekliğiyle kaçtı apartmanın bir köşesine...

Komşum Esen, bu kedilerin annesi. Kendisi anne baba evinde yaşayan bir genç olduğundan, evde besleyemiyor, malum izin yok. O da ne yapsın, yılmıyor; apartmanda, sokakta besliyor güzelleri. Kendisini burada ne kadar takdir etsem, sevsem, öpsem, kucaklasam az! Hele de çevresine- hatta en başta kendisine - duyarlı insanların gittikçe azaldığı yerküremizde...

İstiklal Caddesi'nin Güzeli Sehpa, bugün yine olanca heybetiyle yürüyordu...

Ekşisözlük'te Bir Köpeğin Günlüğü diye bir başlık vardır, buraya yazılanları okumayı çok severim. Köpeğim Charlie Chaplin hayattayken buraya ben de yazardım. Ölümünden sonra, bu başlığa (günlüğe) onun vasiyetini eklemiştim, işte son söz bir köpeğin vasiyetinden...

sevgili günlük,


vasiyetim bu. bunu ne zaman benimki sakladığım yerden bulur, okur ve sana ulaştırır bilmiyorum. benimkine çaktırmamaya çalışsam da biliyorum son günlerim şu hayatta. bilirikim ki, o gözümün bebeğinden anlar her şeyi, patimin yere değişisinden ruh halimi okur. benimkini sokaklardaki dostlarıma emanet ediyorum. haav da hav sözlük, işte hayat be günlük, yaşadık gidiyoruz. geç tanıştık seninle ama güzel anlaştık. kal sağlıcakla.


son sözlerim bunlar sevgili günlük, ne olur sokakta yalnız bir köpek gördüğünde ona bak ve senden nasıl korktuğunu düşün. bizler çok duygusal, insanlardan korkan ama sizleri çok seven yaratıklarız. bize kötülük etmeyin, bu dünyayı bizlerle paylaşın yeter. inanın hepimize yer var, biz köşede kıvrılırız.


(bu vasiyet, ölümünün ardından 5 ay sonra koltuğun altındaki en ücra köşede bulunmuştur.)



26 Ocak 2012 Perşembe

Tepebaşı TRT Binası'nda Leyla ile Mecnun

Tepebaşı'ndaki sevimsiz TRT binasını, bu şehirde yaşayanlar en azından bir kez görmüştür. Yakın arkadaşlarım bilir, her geçişimde bu binanın bu hale gelmesinde emeği geçenlerin kulaklarını pek güzel çınlatırım. (Hoş, eskisi de pek bir şahaneydi ya.) Yan köşesindeki komşunun güzelim mimarisine inat mı yaptılar bilinmez ama... Aynalı camlar, demir yığının hantallığı, TRT logosuna göz kırpan yeşil, kırmızı ve mavinin raksı,  gözlerden ırak bir rekonstrüksiyon harikasıdır bence.


Sabah işe gelirken yine gördüm bu aziz binayı, fakat bu sefer içimi ısıtan bir şey oldu, işte bunu paylaşmak istedim. Onur Ünlü'nün yönettiği, absürdlüğün takla attığı Leyla ile Mecnun dizisinin afişiydi gözüme çarpan. Kurgunun tavan yaptığı dizideki kahramanları sabah sabah görmek pek bir neşelendirdi beni. Diziyi bilenler bilir, burada anlatmaya hiç gerek yok. Merak edenler için kısa bir bilgi vermek gerekirse: Olaylar, olaylar...



25 Ocak 2012 Çarşamba

Theodoros Angelopoulos


Sene1996 filan, her genç gibi üniversiteye hazırlık için kursa gidiyorum. Yine bir Cuma günü kurstan bayılmış, son dersimi kırmış,  Beyoğlu Sineması'na Ulysses' Gaze'i izlemek için koşmuştum. Cidden koşmuştum, kan ter içinde bileti alıp, içeriye girdim, film tam başlamak üzereydi. Beyazperdede jenerik akmaya başladı. Bir gariplik vardı ama... Ne Yunanca bir şey yazıyor, ne de Harvey Keitel'in ismi geçiyordu. Bir sıkıntı olduğunu fark ettiğimde film başlamıştı: Kevin Kline ve Meg Ryan'lı  French Kiss ! İlk 20 dakika, şokumu atlatamamıştım. Ama o günden sonra Cuma günleri hep seansları tekrar kontrol edip sinemaya gittim .

Ulysses' Gaze'i ertesi gün Pera Sineması'nda izlemiş ve filmden çok çok etkilenmiştim. O zamanlar Minolta SLR makinamı yeni almış, fotoğraf çekmenin büyüsüyle vizöre bakıyordum. Angelopoulos'un dünyası, 17 yaşındaki bir kıza neler anlatıyordu işte şu yaşlarımda sanırım bunu daha iyi anlıyorum.

Yıllar ilerledikçe ve Angelopoulos yeni filmler çektikçe ben hep o sinemalara koştum. Film müziklerinin anası Eleni Karaindrou'nun bestelerini dinledim. 2001 İstanbul Film Festivali'nde Emek Sineması'nda gösterilen eski filmlerinin (Arıcı, Kumpanya vs.) takipçisi olmuştum. Ama şimdi Emek Sineması da yok!

Bir sinema yönetmeni öldüğünde, sadece yeni filmler çekemez. Geride bıraktığı yapıtlar, bakidir. Ben de Kumpanya (O Thiasos) filmiyle uğurluyorum usta yönetmeni... Sinemanın arkeologlarından birini...

24 Ocak 2012 Salı

!f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali 2012

Yılın en sevdiğim günleri başlıyor: Film Festivali günleri...
İlk festival; !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali 16-26 Şubat tarihlerinde İstanbul'da. Program yarın açıklanıyor, şimdiden merakla bekliyorum. Ardından 31 Mart tarihinde İstanbul Film Festivali başlayacak ki, şimdiden işten izin alıp filmlere dalma hayalini kuruyorum.

!f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali'nin yeni hazırladıkları reklamlarına bayıldım. Reklamın kahramanı küpleri, aşağıdan izleyebilirsiniz. Filminiz bol olsun!

23 Ocak 2012 Pazartesi

Yine Bir gün Samanlı Dağları'ndayken...

Hani bazen bir üşengeçlik alır ya insanı; gitmeyi çok istediğiniz bir yer vardır, yapmayı çok istediğiniz bir şey ama halet-i ruhiyenizin içi öyle geçmiştir ki, kıpırdamak istemezsiniz. İşte geçtiğimiz Cumartesi günü ben de tıpkı böyleydim. Sabah 06:00'dan önce uyanması gereken ben değilmişim gibi, gereksiz şeylerle uğraşırken bulunca kendimi; verdim gazı bünyeye. Çanta hazırlandı, fotoğraf makinasının pili şarja takıldı ve cuppa yatak!

 

Samanlı Dağları'nı bilirsiniz, hani Coğrafya derslerinde Marmara Bölgesi'nin Yıldız Dağları'ndan sonra en meşhur dağ silsilesidir. İşte bu trekkingler sayesinde Samanlı Dağları'nı hepimiz iyi bilir olduk. Yürüyüşler genelde Pazar günleri oluyor, böyle olunca sabah erkenden yola çıkıp, çok geçe kalmadan da evlere dağılıyoruz, malumunuz ertesi gün Pazartesi güzeli iş başında! Hal böyle olunca, İstanbul'a en yakın dağ kümesi Samanlı Dağları'nı mesken tutuyoruz, dağlar da zaten yürü yürü de bitmiyor. Bu kısa coğrafya bilgisine ek olarak gözünüzde canlanması için buraya bir harita da koyuyorum, haydi yine iyisiniz.


Laf-ü güzafı bırakıp size dün gördüklerimden bahsedeyim. Aytepe tarafından başlayan dünkü yolculuğumuz Kungul Dağı, Serindere Vadisi'nden Servetiye Köyü'ne oradan da Yuvacık'a değin yaklaşık 16 km. uzunluğunda bir parkurdu. Aytepe'den yükselerek başladığımız yürüşte, karlara kavuşmamızla ortam şenlendi. Kar olmayınca kışın yürümek takdir ederdiniz ki pek keyifli olmuyor. Sonbahar'ın sarı tonlarındaki hüznü, ilkbaharın canlı renklerindeki neşesi neyse, kışın da beyaz güzelliği o. İşte, o beyaz masalsı doku olmayınca, kel ağaçlar ve yorgun bir toprak kalıyor geriye ki, o da pek keyif vermiyor gözlere. Biz şanslıydık ki, yürüdüğümüz bölgede kar yer yer neredeyse dizimize kadar geliyordu.

Kar yürüyüşlerinde, önden gidenler iz açarlar, devamında yürüyenler de bunu takip ederler. İz açan, pek tabii en yorucu işi yapar. Bizim ikinci şanslı tarafımız da, bizden bir süre önce birilerinin burada yürümüş ve yolumuzu açmış olmasıydı.


Şanstan şansa koşan biz 16 kar sever, yürüme sever insan; karlar arasında neler gördük neler. Tipik bir Karadeniz mimari özelliği olan Serenderler, bizden önce yol almış çakal ve tilki izleri, kurumuş boynu bükük karahindibaları, içi geçmiş kuşburnuları...


Öğlen olmuş, molamızı vereceğimiz Veysel Dayı'nın mekanına depar atarken başımıza geleceklerden habersizdik. Bu arada kısaca Veysel Dayı konusunda sizi bilgilendireyim, buralarda yürüyenlerin uğrak yeri burası. Tuvaleti, sıcak çayı olan doğadaki yoklukta "tapınak" gibi görülen bir mekan. Aslen su deposu olan ama Veysel Dayı'nın çevresine ağaçtan bank ve masalar koyarak bir yerleşke haline getirdiği arkaik bir dinlenme tesisi.

Hızlı adımlarla ulaştık Veysel Dayı'nın mekanına ama kapı duvar! İşte o an, demli sıcak çaya duyulan hayaller yerlerde, boyunlar büküktü. Kapının önündeki alanda öğlen kumanyamızı yerken epey çınlattık Veysel Dayı'nın kulaklarını. Alacağın olsun be dayı!


Yıkılan hayallerimizi orada bırakıp tekrar çıktık yollara, bitime nereden baksak 3 saat daha yolumuz vardı. Kah düştük, kah battık karlara ama pek şendik, ta ki yolumuzda yerde yatan tilkiyi görene değin. Avcılar yeni vurmuştu, boylu boyunca yatıyordu hayvancağız. Çok bakamadım ama gördüğüm manzara hala dimağımda taze. Aklım ermiyor, nasıl bir zevktir acaba buncacık hayvanları "zevk" ve hatta "spor" olsun diye vurmak? Nasıl bir tatmindir bu? Yine sonbahar yaptığımız keşifte de önümüze çıkmıştı böyle sere serpe yatan bir hayvancağız. Utandım, insan olmaktan gerçekten bir kez daha utandım! Yürüyüş arkadaşlarımdan Gültekin'in öfkelenip dediği gibi: " Alacaksın bu avcıların tabancalarından onların yaptığını onlara yapacaksın." Çözüm ne bilmiyorum ama benim vicdanım sızlıyor.


Biraz da ekipten bahsedeyim sizlere, başlarken dediğim gibi 16 kişiydik. Ben, 20 kişiden az yürüyüşleri daha da seviyorum, yürüyüş pek bir birlik ve beraberlik havasında geçiyor. Hele de dünkü arkadaşlarım gibi neşesi, sözü sohbeti hoş insanlarsa değmeyin keyfime. Böyle sayı az olunca daha erken varılıyor finish çizgisine. Rehberimiz Muhi, artçımız Yasemin, fotoğrafçımız Fatih, kıdemlimiz Haldun Abi, yardımsever keşif dostu Gültekin, grubun gülen gözlüsü Havva, Lucky Luke İlker, grubun atom karıncalarından Volkan, yolda ikram ettiği kuru dutlarla bize enerji veren Selim, Antalya'dan büyük transferimiz Seher, şen kahkahalı İkbal, finalde bizi ikram ettiği kestane şekerleriyle mutluluktan mutluluğa uçuran Bilgin ve hoşsohbet Sayit Abi'yle yürüyüşümüz sizi de kıskandırdıysa ne mutlu bana. Size Serindere Vadisi'ndeki nehir sesini buradan anlatmam imkansız olsa da, fotoğraflarla imrendirme girişimim umarım başarılı olur.

Keyfiniz, neşeniz ve doğadaki saatleriniz bol ola!

Anneanne Elleri

Şefkatin, saflığın, muzipliğin, merhametin resmidir onlar: Tontiş anneannelerin pamuk elleri. Saçlarıma değen en güzel şeydir, huzur iskelemdir.

21 Ocak 2012 Cumartesi

Beşiktaş Baharatçısı

Çocukluğumda en sevdiğim şeylerden biri annemle çarşıya çıkmaktı: Beşiktaş Çarşısı'na... Annemin eline yapıştığım o dönemlerde başladım ev ekonomisi derslerine. Başöğretmen annemle çarşıya çıkılan günlerde, en sevdiğim uğrak yerlerinden biri de çarşının tam merkezinde Şehit Asım Caddesi'ndeki Beşiktaş Baharatçısı idi. Diğer favori mekanlarım: 7-8 Hasanpaşa Fırını, Dayı Yeğen Şekercisi (İsminin de hastasıydım), Meraklılar Kuruyemiş, Yılmaz Şekercisi. Bunlardan bazılarının adı kaldı hatıra. Bu hatıralara geçtiğimiz günlerde de Beşiktaş Baharatçısı da katıldı. Benim tarihimde neredeyse 25 yılı olan bu tarihi dükkan kapandı. En az 40 yıllık bir geçmişi olduğuna eminim. Diğer esnaflardan öğrendiğim kadarıyla tüm bina satılıyormuş - satılmış.


Beşiktaş'ı bilenler bu dükkanı da kesin bilir, tam 7-8 Hasanpaşa Fırının karşındaydı. Köhne bir yapısı olmasına rağmen, içerdeki pleksi kavanozlar, tavana kadar raflar, renkler, koku, duvardan sarkan kurutulmuş sebzelerle bir masal dükkanıydı.

Elimde Beşiktaş Baharatçısı'na ait hiç fotoğrafın olmaması çok üzücü. İnsan, yanıbaşındaki mihenk taşlarının bir anda yok olacağını düşünemiyor.  Ya da düşünmek istemiyor. Bundan sonra belgeleme adına daha çok fotoğraf çekeceğim kesin!

Az önce Beşiktaş Baharatçısı'na ait bir görsel bulabilir miyim diye webde gezindim. Radikal Gazetesi'nde baharatçıdaki abilerden biriyle yıllar önce yapılan bir röportaja rastladım, dileyenler okuyabilir.

Kekiğiniz mis olsun...

19 Ocak 2012 Perşembe

Bu dava daha bitmedi!

Saat 15:00'da Agos'un penceresinden seslenen Karin Karakaşlı’nın konuşması hepimizi titretti. Konuşmanın tam metnini Google'a danışarak bulabilirsiniz. Sonunda şöyle dedi Karin:


"Dosya kapandı diyorlar bize. Kapandı mı bu dosya? Hrant Dink dosya değil ki kapatasın, o bir yara… Artık köprüden önceki son çıkıştayız. Oradan hakkıyla geçmeden tamamlanacak ödeşme, kurulacak düş, inanılacak adalet, yaşanacak memleket yok.  Öbür türlüsü sadece yalan olur ve bir gün başımıza yıkılır. Altında kalırız hep birlikte.

O yüzden gün, sadece söz söylemek değil söz vermek zamanı.
Söz verelim mi birbirimize? Bu dava daha bitmedi.
Söz verelim mi birbirimize? İnsanlık daha ölmedi.
Söz verelim mi birbirimize? Devlet daha hesabını vermedi.
Sözümüz söz olsun. Bu adaletsizlikle yaşamak hepimize haramdır. Aksi için uğraşan hepimize helal olsun."

Yaşlısı genci yürüdü.
Cadde ismi el yordamıyla değiştirildi.
Taksim Meydanı'nın demirbaşı da vicdanlı ve bir o kadar heyecanlı yürüyordu.
Bu dava daha bitmedi!

18 Ocak 2012 Çarşamba

Hrant için, adalet için!

5 yıl önce bugün ne olduğunu hepimiz biliyoruz, iki gün önce verilen kararı da. Düzen almış başını gidiyorken, haksızlıkları, sansürü, vicdansızlıkları, adaletsizliği görüyorken sadece oturmak olmaz.

Hrant'ın arkadaşları, bugün saat 13:00'da, Hrant Dink için Taksim Meydanı'ndan vurulduğu yer olan Agos Gazetesi’ne yürüyecek. Bu bir insanlık meselesidir, bu bir vicdan muhasebesidir, bir yürek çarpıntısıdır, bu insan olmanın esası olan düşünmenin sonucunda eylemsizliğe dur demektir, vakit yürüme vaktidir! 

Burgazada Sakinleri VI

Burgazada Sakinleri serimin şimdilik sonuna geldim. Tez zamanda, yeni gezilerde yeni dostların fotoğrafları sizlere buradan pati sallayacaktır.

Kızgınım bu dünyaya!

Ah o gemide ben de olsaydım...
Kimse benim kadar zarif oturamaz...

Hayvan Hakları Federasyonu, adalarda böyle bir girişimde bulunmuş:
Beni Terk Etme!

16 Ocak 2012 Pazartesi

Snow Day For Lhasa

Lhasa de Sela, yeryüzünden göç edeli 2 yıl oldu. Ne acı! Kendi gibi Montreal semalarından Esmerine grubu 27 Eylül'de -Lhasa'nın doğum gününde- ona yazdıkları bir şarkıyla kendisini andı. Şarkı, yağan karlar gibi Lhasa'nın kısa yaşamı kadar hüzünlü.

Snow Day For Lhasa şarkısını, onun için yapılmış bu siteden ya da aşağıdaki videodan dinleyebilirsiniz.

Huzurla uyu...


15 Ocak 2012 Pazar

Burgazada Sakinleri V

Temmuz ayında başladığım Burgazada Sakinleri serisine bugün yeni arkadaşlar eklendi. Bugün Burgazada semalarındaydım; kargalar, martılar, kediler ve tabii ki köpekler adaya gelişimi sevinçle karşıladı. :)
Ada, mevsimin verdiği sakinlik ve sessizlikle daha da huzurluydu. Sokaklarda insandan çok hayvan vardı ki, nasıl mutluydum siz tahmin edin. Kışın başka güzel oralar, sıkı sıkı giyinip bir hafta sonu gitmenizi tavsiye ederim. Burgazada'dan sımsıcak simaların selamlarını getirdim size, buyrun buradan...

Bakakalırım giden kedinin ardından...

Uykusuzluğa hiç dayanamam!

Ben de sevimliyim, beni de sevin!
Şu an yemek yiyorum, daha yakışıklı fotoğraflarım bu blogda var, onlara bakın!

Ben susayım, gözlerim konuşsun!
Biraz burnum büyük mü çıkmış?

14 Ocak 2012 Cumartesi

Serhat Koçak'ın Gerçeksizlik'i

Esrarengiz akışanlıkları içinde kaybolmaya davet eder Serhat Koçak’ın resimleri. Moda’daki atölyesine gittikçe görebiliyordum bir-iki… Sonunda 7 Ocak'ta hepsini birarada Galeri Artist Çukurcuma’da açtığı  “Gerçeksizlik” adlı sergisinde görebildik. 



2010, yağlı boya, 130 x 130
Gerçeksizlik Düzeyi'nin sözlük anlamı şöyle: Davranışların, istek ve gereksinmelerin ya da gerçek durumların etkisi ile ortaya çıkış oranlarına göre sıralandıkları bir boyut. Sıklıkla sosyal psikolojinin kurucusu olarak anılan psikolog Kurt Lewin’e göre gerçeksizlik düzeyi, kişinin ruhsal çevresinde  etkinlik, düşünce ve devinimlerin gerçekçi durumdan çok, gereksinme ve isteklerle belirlendiği bir bölgedir. İmgeler, gerçekleri değiştirme, uydurmalar ve abartmalarla, peşin yargılar, gerçeksizlik düzeyi görüngüleridir.  Soyut ekspresyonist eserleriyle tanınan genç sanatçı "Hayat duygulardan ibarettir" diyor: "Duygular sözler olmadan da ifade edilebilir. Hayatı anlama çabası da kendini bulma süreci ile eşdeğerdir."


Nedir serginizdeki "Gerçeksizlik"?
Aslını yaşamayıp, arayış içinde kaybolup parçaları biraraya getiremedikçe gerçeğin arayışını sürdürmek, boş anlamların yüklendiği karışıklıktan doğan oluşum. Yapaylık, gizlenmek ve örtünün arkasındaki öz ve bunun ortaya çıkamamış olması... Sonunda yüzleşmenin yarattığı hayal kırıklıkları... Duygusal projeksiyonlarımızın kurguladığı gerçekliğe aynı bedenin gözlerinden bakarak inanmak. Gerçeksizlik duygusu sarsıldığında kişinin yazıyor olduğu hikayenin doğal tezahürüyle karşı karşıya kalması ve yeni algının kaydedilen "sözde" gerçekliği dönüştürmesi ve hayal kırıklığı. Geçmişin yaşanmışlığını sorgulama. Sorgulama sürecinde kendi gerçekliğinden de şüpheye düşme. Varoluşsal bir krize hem dönüş hem de yeni bir başlangıç.


2011, yağlı boya, 170 x 150 cm

Görmek istediğiniz gibi görmek, içinizde dönüştürüp eserlerinize yansıtmak mı bu?
Resimlerin altyapısı ve çıkış noktası, gerçekten hep uzak     oluşum, dışarıdakini göremeyişim, içimdekini dışarı yansıtıp gerçek sanmam… Aslını yaşamayıp, arayış içinde kaybolmam. Resimlerime yansıtılan duygu karmaşaları gerçeğin arayışını sürdürmem ve bunların resmime yansıması, Bu sergi benim için özeldi, henüz görmeyenlere tavsiye ediyorum.   

Resimlerinize bakanın algısı da sizin gerçeklerinizi değiştirmiyor mu? Gören, resmedilen ve izleyenin süzgecinden sonra gerçek “gerçeksizliğe” dönüşüyor sanki…
Bana göre izleyicinin algısı izleyicide kalır. Sergiyi görenlerin içlerinde yaşattıkları, yorumlar sayesinde anlam taşınır, gelişir ve onların içinde farklı büyür. Ben herkesi özgür bırakıyorum yorum serbest.

İnsanların resimleriniz hakkında yaptığı yorumları işittiğinizde neler hissediyorsunuz? Resim yaparken hissettikleriniz ile onların yorumları arasında nasıl farklılıklar var?
İnsanların yorumları, resimlerime bakarken içlerinde kaybolmaları ve benim onları izlemem, bana yaşadığımı hissettiriyor. Bütün resimlerim farklı bir yer taşıyor. Herbirinin bendeki izleri farklı. Onlar benim özelim. İnsanlar onlara baktıkça benden bir parça görüyorlar. En önemli nokta da bu oluyor…


2011, yağlı boya, 170 x 150 cm

Ne zamandan beri resim yapıyorsunuz Serhat?
Çocukluğumdan beri. Evimizdeki duvarlara hep bir şeyler çizerdim sonra annem kızmasın diye onları kamufle etmeye çalışırdım. Keşke eski resim defterlerimi bulabilsem. 

Çocukken yaptığınız resimleri hatırlayabiliyor musunuz?
Hatırladıklarımdan bahsedeyim. Okul öncesi yuva zamanıydı. Prens, prenses ve şato. Prensesin bir gözünü istediğimden büyük yapmıştım ve düzeltemiyordum bu durum inanılmaz derece sinirimi bozmuştu. Bir de çocukken renkli hamurdan kendi robot oyuncaklarımı yapardım, annem inanamazdı. “Ben satın almadım. Bu çocuk nerden buldu bunları*” diye sorduğunu hatırlıyorum. 

İlk yaptığınız resimlerle bugünküler arasında nasıl bir değişim gözlemliyorsunuz?
Onlar da benim gibi olgunluk sürecinde… Benimle beraber büyüyorlar. 

Sanatın yaşamımızda  bugün geldiği nokta hakkında ne düşünüyorsunuz?
Benim sanata bakış açım çok farklı, ben yaşamı görüyorum. Bugün yaşananlar bugünün sanatındadır. Sanatçının yaşadığı boyuttadır. Sanatçının hissettiği, gördüğü ve yansıttığı şekliyle…

Sanatın topluma faydası nedir?
İnsanı düşünmeye iter. Düşünen insanlar gelişir, toplumu ileriye götürür.

Çocuklar sanata yönlendirilmeli midir?
Her çocuk yönelmeyebilir. İçinde yoksa yoktur. Ama tabii ki teşvik edilmeli. Estetik gözü gelişir. Algıları derinleşir. 

Yaşadığın kent hakkında neler düşünüyorsun? Neler yapmak isterdin İstanbul için?
Ben İstanbul doğumluyum, Eğitim için uzun zaman yurtdışında kaldım ama hep özlem vardı. İstanbul’a geri dönmeyi bekledim hep.. Bu şehrin enerjisi çok farklı ve sahip çıkmamız gerektiğini düşünüyorum. Bence sanatçılarımızın günümüzü yansıtmaları için olanak sağlanmalı, daha fazla heykel görmek istiyorum. Keşke daha fazla “Street Art” yapılsa! Eskiye sahip bir şehir. Yeni olarak ise sadece gökdelenleri görüyoruz. İstanbul’u seviyorum umarım fazla ayrı kalmayız.

2011’de hep hareket halindeydiniz. Geçen ay Floransa’daydın. Sonra Monaco'ya gittiniz diye hatırlıyorum. Neler yaptınız?
Geçen sene ArtMonaco için özel davet aldım, Fransa’ya gittim, sonra İzmir Bienali’nde konuk sanatçı oldum, Daha yeni döndüm Floransa Bienali’nden. Jüri benim eserime mansiyon ödülünü layık gördü. 

Bu sene neler yapacaksınız?
Sergimi yeni açtım. Biraz dinlenip üretmek istiyorum. Yurtdışından resimlerime yoğun ilgi var. Bilemiyorum ileride nasıl olur ama dediğim gibi İstanbul’u seviyorum umarım fazla ayrı kalmayız.

Adil Gültekin'in objektifinden Serhat Koçak

16 Mart 1983 İstanbul doğumlu sanatçı 15 yaşında gittiği Avustralya'da liseye devam ederken aynı zamanda resim dersleri almış. Bond Üniversitesi'nde  IT Multimedya Bölümü'nden mezun olmuş, hayatına resim yaparak devam ediyor.

Florence Biennale 2011 - Special Mention of the Jury,
LICC London International Creative Competition 2011 - Horable Mention

Saatchi Gallery Showdown 2011, 3rd out of 4500
Spring Art Expo 2011 -Exhibit Finalist, Infinity Art Gallery

11 Ocak 2012 Çarşamba

İstiklal Caddesi'nde Bir Mahmur

Benim de işim zor, sizin de!  Siz sabah sabah işe yetişme telaşesindeyken, ben de yediğim en güzel kemiğin hayalini kuruyorum. Siz, bu koşturmanız içinde benim pek farkıma varmasanızda, en azından birileri kafamızı okşayıp "Günaydın" diyebiliyor. Arada bizleri de görün, unutmayın bizler aynı şehrin canlılarıyız.


9 Ocak 2012 Pazartesi

Bir Kış Günü Rüyası

Bir pazar günü, yine İstanbul uyurken biz 55 aklıselim güzide insan, sabahın 6'sında çıktık yollara. Bazıları için çok güç gelebilir ama oralarda aldığımız "nefes" için her şeye değer. Pazar yürüyüşleri, İstanbul'un keşmekeşinden, iş yaşantısının o sizi içine alan çemberinden, kaotik trafikten bir kaçış bence. Ve hatta "canlı" olduğumuzun müspet bir kanıtı!


Bu yürüyüşümüzün ilk durağı daha önce burada da  yazdığım Çubuk Gölü'ydü. Mart sonu gibi gittiğimizde baharın ilk coşkusunu yaşayan göl, şimdilerde kışın kasvetini sırtlanmış uyuyordu. Bu halinde fena bir hüzün vardı ki, bastıran yağmur da bu düşüncemi katmerledi.



Çubuk Gölü'nde beni en mutlu eden şey, takriben 9 ay önce geldiğimizde kilometrelerce yolu bizlerle yürüyen köpeklerin yine orada olmasıydı. Küçümen serpilmiş ama arsızlığından hiçbir şey kaybetmemişti. Her zaman karşımıza bir köpek çıkar diye fazladan getirdiğim sandviçi öyle bir yuttu ki, sandviçin içindeki -köpeklerin pek sevmediği- maydanozları bile afiyetle götürdü. Umuyorum, yine bir bahar Çubuk Gölü'nden Davlumbaz Yaylası'na çıkarken peşimize takılır!



İkinci ve son durağımız Abant Gölü'ydü. Daha önce bir trekking ekibiyle Abant'a gelmemiştim. İyi ki gelmişim dün. Göle tepeden bakmak, çam ve köknar ağaçlarına selam çakmak ve karın içinde kah yürüyerek kah yuvarlanarak ona ulaşmak harikaydı. Yağan kar ve yağmurdan korumak adına çok fazla fotoğraf makinemle etrafa bakamasam da, buraya eklediklerimle umarım bu karlı rüyayı sizlere anlatabilmişimdir.

Kıssadan hisse, Pozitif Doğa Sporları ailesinin bir mensubu olarak imrendirici bir gün yaşadığımı söylemeden edemeyeceğim. Rehberimiz Muhi'ye, Artçımız Murat'a ve doğa delisi tüm dostlarıma şükranlarımı sunarım.