24 Kasım 2014 Pazartesi

Paris: Romantik bir şehirdir.. Burcu Yengeç’tir. Sabahları güneşe zor açar nemli gözlerini Paris..

Sous Le Ciel De Paris!  Edith Piaf'ın anılara uçuran şarkısı ile başlayalım yazımıza.. Paris Gökyüzünün Altında.. 

Yazılmaz yaşanır.. ama yılbaşı öncesi belki sizleri provoke edebilirim diye düşündüm.
Paris'e kaçıncı gidişiniz olursa olsun, uçak inişe geçtiğinde sanki ilkmiş gibi bir heyecan kaplar.. Havaalanından şehir merkezine ilerlerken kısa bir süre sonra her bir yapısı sanat ve tarih kokan binaları ile sarmalayıverir sizi.  romantic bir şehirdir Paris. Sabahları güneşe zor açar nemli gözlerini,..  Güneş yükseldikçe enerjisini toplar, günü doyasıya yaşar, geç batar.. Paris kafelerde, evlerde ellerde şarap ya bir sevgili ya da dost sohbetiyle sessizce karanlığa bürünür. Eyfel’in ışığı dolaşır tek tek bütün odaları.. derken sessizliğe gömülür...

İşte böyle.. Paris’te her biriniz bir yazar, bir şair, bir filozof oluverirsiniz.. Ruhunu, kimliğini değiştirmemiştir Paris.. korumuştur bütün değerlerini. Başlı başına bir kültürdür Paris. Sokaklarında yürürken, her köşede her bulvarda bir dolu hikaye karşılar sizi..



Paris metro ile gezilmez, taksiyi geçiyorum zaten isteseniz de bulunmaz. Paris yürüyerek keşfedilir.. her defasında sanki ilk kezmişcesine.. Paris öyle bir tek yazıya da sığmaz, romandır Paris.
Ama kısa süreli Paris'te iseniz Openbus’ları tavsiye edebilirim, İki günlük alacağınız 26 €'luk biletle aşağıda anlatacağım bölgelere ulaşır, iki gün boyunca özel duraklarında inip bölgeyi yürüyerek gezip, yine özel duraklarından binerek dilediğiniz başka bir bölgeye geçebilirsiniz. Hem de hava koşulları uygunsa otobüsün üstt kısmında  açık havada doyasıya fotoğraflayabilirsiniz Paris'i.. Madem gezi yazısı dedik.. hep birlikte gezelim görelim, sığdırabildiğimiz kadarıyla..

İster Air France, ister Pegasus, ister THY ile.. her türlü uçabilirsiniz Paris’e. Kimi uçaklar Orly Havaalanı'na, çoğunluğu Charles de Gaulle Havaalanı'na iner. İster havaalanı otobüsüyle 10 € Opera’ya gider, oradan metro veya taksi ile gideceğiniz yere ulaşır, İster direkt taksiye binebilirsiniz. Taksiye binecekseniz havaalanında duraktan kuyruğa girin derim, durak dışı taksiler sizi gezdirir ve fazla para alır. Kalabalık iseniz ve lisan bilmiyorsanız en zahmetsiz ulaşım Paris dolmuştur. Galatasaray Liselilerin kurmuş olduğu bu hizmetten Türkçe faydalanabilirsiniz. Olmazsa olmazları çoktur Paris’in..



La Tour Eiffel Champs de Mars – Eyfel Kulesi

Eyfel Kulesi 1887 ile 1889 yılları arasında Gustave Eyfel'in firması tarafından, Fransız Devrimi'nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Paris fuarının giriş kapısı olarak inşa edilmiştir.
Kamuya açık
platformlar 57 m, 115 m ve 276 m yüksekliktedirler. Ziyaretçiler, üç asansörle kuzey, batı, doğu kanatlarından ilk iki platforma ulaşır. İlk ve ikinci katlarda restoranlar mevcuttur. İlk katta, Eyfel Kulesi tarihinin anlatıldığı bir sergi bulunur. En üst platforma ulaşmak isteyen bir ziyaretçi, ikinci katta aktarma yapar ve başka bir asansöre geçerEn üst platform hem çatılı hem de üstü açık bir alana sahiptir. Ücret bilgilerine ulaşmak için aşağıdaki linkten faydalanabilirsiniz. Her bölümü için farklılık gösterir.  

Paris’in 7. bölgesi’nde yeralan Eyfel Kulesi saat başı yaşattığı ışık şöleniyle, tüm ziyaretçilerini büyüler.. Işık şölenini nice savaşa şahitlik etmiş 16. bölgedeki Trocadero Meydanı’ndan seyredebilir, bol bol fotoğraf çekebilirsiniz. Trocadero Sarayı bugünkü adıyla Palais de Chaillot, Musée National des Monuments Français kapsamında gezebileceğiniz yerlerden biridir. Sarayın önünde uzanan havuzun fiskiyeleri, Eyfel’den uzanan ışıklarla dans eder. 


Champs Elysée & Arc de Triomphe
Paris’in 8. bölgesinde, en ünlü caddesidir. Concorde Meydanı’ndan Arc de Triomphe (Zafer Takı)’a kadar uzanan bir bulvardır. Zafer Takı’nın altında I. Dünya Savaşı'nda ölen Fransız askerler için meçhul asker mezarı (Tombe Du Soldat Inconnu) bulunmaktadır. Ünlü şarkıcı Joe Dassin’in dediği gibi “Aux Champs Elysees” istediğiniz her şey vardır..

Kafeler, restoranlar, Louis Vuitton, Prada, Dior, Hermes gibi ünlü markalar, sinema ve ünlü Lido.. Kareografisi 9 milyon €’luk bir harcamayla yenilenmiş olan "Lido"da sergilenen kabareler gerçekten görülmeye değerdir.. Akşam yemeği ve revü kişi başı 160 € vermeyi göze alabilirseniz tabii. Pazar günleri alışveriş için sadece bu caddede açık mağaza bulabilirsiniz. 

Alexandre III Köprüsü

Le Pont Alexandre III (Alexandre III Köprüsü)

Concorde Meydanı’na geçmeden önce Grand Palais (Büyük Saray) ve Petit Palais (Küçük Saray) arasından geçen bulvarın sonunda Pont Alexandre III vardır. Art Nouveau tarzı lambaları, melekleri, kanatlı at süslemeleriyle Paris‘in en güzel köprüsüdür. 1896 ile 1900 yılları arasında evrensel sergi için açılmış ve adını 1896 yılında temelini atan Çar III. Alexandre‘dan almıştır. 19.yüzyıldan güzel bir mühendislik ürünüdür.. 
Paris’te saraylar birçok müze ve galeriye ev sahipliği yapar. Gitmeden önce internet sitelerinden güncel sergilere bakmanızda, hatta güncel sergiler için rezervasyon yaptırmanızda yarar var.

Concorde Meydanı

Place de la Concorde

Concorde Meydanı Paris’in en büyük meydanıdır. 18. yy’da Kral XVI Louis ve Kraliçe Marie Antoinette’in idamına sahne olmuştur. O dönem Fransız devriminin sembolü haline gelen meydana Place de la Revolution (Devrim meydanı) denmiştir. Devrim sonrası tüm idamları ve acı olayları unutmak için meydanın adı “iyi geçim, dirlik düzen, uyuşma” anlamına gelen “Concorde” olarak değiştirilmiştir.
Les Invalides
Vaktiniz var ise bu köprüden karşıdaki 7. bölgedeki Les Invalides bölgesine geçin derim.. Fransa'nın askeri tarihiyle ilintili bir anıttır. Monarşinin savunması için canını verenlerin onuruna ve XIV. Louis dönemi gazilerinin kalan günlerini sükûnet ve rahatlıkla geçirebilmeleri gayesiyle inşa edilmiştir. Günümüzde de gazileri ağırlamaya devam eden anıt, askeri
nekropol ve çok sayıda müze dahil olmak üzere pek çok yapıya ev sahipliği yapar. Napolyon’un mezarı da bu anıtın içindedir.
Tuilleries Parkı

Le Jardin de Tuilleries (Tuilleris Bahçesi)

Concorde’da arkanızı verip Champs Elysee’ye döndüğünüzde Jardin de Tuilleries (Kiremitçiler Bahçesi) karşılar sizi.. Louvre Müzesi’ne kadar uzanan bu bölge (1.bölge) Parisli’lerin özellikle hafta sonu tercih ettikleri bir dinlenme yeridir.. 

Kral II. Henri‘nin dul eşi Catherine de Medici, saray inşa etmek için o bölgede bulunan ortaçağ seramik sanatçılarının mahallelerini yıktırmıştır. Kiremitçiler Bahçesi olarak adlandırılmasının nedeni, parktan önce bu bölgede Paris’in en büyük kiremit imalathanelerinin ve depolarının bulunmasıdır. 16. yy’da saraya ait olan bahçe, Fransız devrimiyle birlikte halka açılmış, park olarak kullanılmaya başlamıştır. Concorde Meydanı ve Louvre Müzesi arasında yeralan bu oldukça uzun ve geniş park içinde bir kaç restoran, iki küçük havuz, birçok ünlü heykel ve ünlü fırın PAUL’ün küçük bir büfesi vardır. Bu parkta gezinti yapmak, havuz başındaki yeşil sandalyelerde oturup güneşlenmek, heykelleri incelemek çok keyiflidir.. öneririm. 
Louvre Müzesi
Louvre Müzesi
Saray, Louvre Müzesi olarak şu an 19. yy sonlarına ait eserlerden oluşan dev bir koleksiyona ev sahipliği yapmaktadır. Dünyanın en çok ziyaret edilen sanat müzesidir. Yedi bölümden oluşur. Resim, heykel, doğu sanatları, Mısır sanatları, Yunan sanatları, sanat eserleri, desen.. Müzenin çok zengin bir kütüphanesi, konferans ve eğitim salonları, eserlerin incelendiği ve yenilendiği laboratuvar, sanat tarihi ve müzecilik konusunda eğitim veren bir okulu (
Louvre Müze Okulu) bulunmaktadır. Leonardo Da Vinci'nin ünlü Mona Lisa'sı Louvre Müzesi’ndedir. 380.000'den fazla obje ve 35.000 sanat eserinin sergilendiği müzenin tamamını dolaşmak iki gün alır. Günlük giriş ücreti 16 €.
Louvre’a arkanızı dönüp sağ kapısından çıkarsanız Opera Meydanı’na, sol kapısından çıkarsanız Pont des Arts Köprüsü’nden Musée d’Orsay’a doğru ilerleyebilirsiniz. Pont des Arts (Sanat Köprüsü) köprüsünün ortasında durmanızı ve karşıya geçmeden önce iki yakayı seyretmenizi, Paris’i içinize sindirmenizi öneririm. 
Paris’in en güzel köprülerinden biridir Pont des Arts. Louvre Müzesi’yle Institut de France’ı birbirine bağlar. 11 metre genişliğinde, 155 metre uzunluğundaki köprü sadece yayaların kullanımına açıktır. Yaz akşamları piknik yapanlarla, müzik çalanlarla dolar taşar. Her iki tarafından da nefes kesici bir manzara vardır, gerçekten doyumsuzdur… O nedenle de ressamların, fotoğraf sanatçılarının uğrak yeridir. Ama son yıllarda farklı bir fenomenle ünlü oldu bu köprü… Üzerine asılan kilitleriyle! Aşklarını tescillemek isteyen sevgililer bu ‘aşk sembollerini’ köprünün demirlerine asıyorlar.
Seine Nehri üzerinde 37 köprü bulunuyor. Bunlardan en güzel manzaraya sahip olan Pont des Arts, en muhteşemi Pont Alexandre III, en eskisi Pont Neuf’tür. Eğer bahar ya da yaz aylarında Paris’te iseniz, bu köprülerden herhangi birinin merdivenlerinden aşağı inip nehir boyu yürümenizi tavsiye ederim. Hem karşılaşacağınız manzara, hem nehir kıyısı boyunca oturmuş ya da uzanmış insanlar, akşamları şaraplarını yudumlayıp, gitar çalıp eğlenen gençler size keyif verecektir.

Seine Nehri'nin keyfini çıkarmak için bir başka seçenek de nehir tekneleri ile yemekli ya da yemeksiz turlara katılmaktır. Bateaux-Mouches tekneleri ile böyle bir gezinti yapabilirsiniz ya da Batobus'ün düzenlediği ring seferler ile dilediğiniz iskeleden binip dilediğiniz iskelede inebileceğiniz bir gezi seçeneği de bulunmaktadır. 13.5 €.

Yaz aylarında nehir kıyılarına çok kısa bir süre için de olsa
Paris Belediyesi tarafından (Paris Plages) nehire girilemese de güneşlenilebilecek yapay plajlar yapılıyor. İşte o zaman ortam tam bir şenliğe dönüşüyor..
  
Opera Garnier
Opera Garnier
1875 yılında tamamlanan opera binası, hem yapı olarak hem de bulunduğu meydan olarak Paris’in görülmesi gerekenler listesinde ilk sıralardadır benim için.. Eklektik mimarisi ile Paris’in Fransız Tarihi Anıtlar’ı kategorisindedir. Opera binasında (9. Bölge) halen gösteriler düzenlendiği gibi, isterseniz sadece gezmek için de bilet alabilirsiniz.


Giriş 10€.Opera ‘nın sahne bölümünün kırmızı kadife egemenliğindeki şatafatı, Büyük fuayesinin ve merdivenlerinin ihtişamından etkileneceğinizden eminim..
Musée d'Orsay
Musée d’Orsay
Musee d’Orsay
Seine Nehri'nin sol yakasında (Rive Gauche) bulunan müze eski bir tren garıdır. 
1898 - 1900 yılları arasında inşa edilmiştir. Orsay Müzesi'nde çoğunlukla Fransız sanatına ait, 1848 - 1915 yıllarında arasında yaratılmış heykeller, resimler, mobilyalar ve fotoğraflar bulunur.  

Müze, Monet, Degas, Renoir, Cezanne eserlerinin bulunduğu geniş izlenimci koleksiyonu ile tanınır. Giriş 11 €.  Müzenin içindeki restoran dinlenmek ve öğlen yemeği yemek için idealdir. Musée d’Orsay'dan yukarı ilerlerken karşınızda görkemli Notre Dame belirir.. 


Notre Dame Katedrali
Notre Dame
Notre Dame Katedrali 4. bölgede ünlü bir katedraldir. Meryem Ana'ya ithafen isimlendirilmiştir. Gotik yapı Île de la Cité'in doğu kısmında, Paris'in diğer tüm önemli yapıları gibi Seine Nehri'nin kıyısında bulunur. Girişi batıya bakar. Fransız gotik mimarisinin en güzide örneği olarak bilinen Notre Dame, ayrıca ilk gotik katedrallerden biridir ve gotik dönem boyunca inşası sürmüştür. Heykellerin ve işlemeli camların ortaçağ Roma mimari üslubundan sonra pek görülmemiş bir dünyevilik içermesi, natüralizm akımının eserlerdeki ağır etkisi sebebiyledir. Turistler açısından popüler bir yer olmasının yanı sıra, halen bir Roma Katolik katedrali olarak kullanılır ve Paris başpiskoposluğuna ev sahipliği yapar. (15 Şubat 2005'ten beri görevi André Vingt-Trois yürütmektedir.)
19. yüzyıl başlarında Paris şehir planlamacıları katedralin bakımsızlığından ötürü katedrali yıktırmak istemişlerdir. Ünlü Fransız yazar Victor Hugo, halkın ilgisini çekmek için Notre Dame'ın Kamburu adlı romanını yazmıştır. Roman, katedralin kurtarılması için kampanya başlatılmasını sağlayarak katedralin yenilenmesinde büyük rol oynamıştır.

Roman müzikale dönüştürülmüştür. Müzikalin ismi de Notre Dame de Paris'tir. Bu müzikalin Belle, Tu Vas Me Detruire, Déchire gibi şarkıları klasikleşmiş, romanla bütünleşmiştir.

Notre Dame’dan sonra Hotel de Villle’e geçer oradan Centre Pompidou’ya devam edebilirsiniz. Bastille Bölgesi de Seine nehrinin bu yakasındadır. İsterseniz tekrar köprüyü geçip Saint Michel Bölgesi’ne doğru ilerleyebilirsiniz.
Bastille Meydanı
Bastille
Bastille resmi olarak Bastille Saint-Antoine —Number 232, Rue Saint-Antoine— olarak bilinen 11. Bölgedeki
hapishanedir. Fransız Devriminin başladığı nokta olarak bilinir. 18 yüzyıl sonlarında hapishane taşları yerinden sökülerek yıkılmıştır. Taşlar daha sonra Concorde Köprüsü yapımında kullanılmıştır. Bir zamanlar hapishanenin bulunduğu yerde bugün Bastille Operası yer almaktadir. Devrim sonrası Bastille Meydanı'nın ortasına Fransız Devrimi’ni sembolize eden "La Colonne de Juillet" anıtı dikilmiştir. Her yıl 14 Temmuz’da "La Fête National Français - Fransız Ulusal Bayramı" olarak kutlanmaktadır.


Centre National d'art et de culture Georges Pompidou  
(Georges Pompidou Ulusal Sanat ve Kültür Merkezi)

Centre Pompidou dünyadaki modern sanat müzelerinin en bilinen ve ziyaret edilenlerindendir. Yapı içerisinde müze, kütüphane, kitapçı, sinema ve panoramik bir teras bulunmaktadır. Kütüphane Centre Pompidou’nun ilk üç katını kaplar. Müzenin kalıcı sergisi 4. ve 5. kattadır.

İlk ve son kat büyük sergiler için kullanılmaktadır. 20. yüzyıla ait yaklaşık 59.000 modern sanat eseri barındırır. 4. katta 1905 – 1965 arası soyut sanat, sürrealizm ve kübizm akım çalışmaları (Matisse, Kadinsky, Miro ve Picasso gibi) bulunmaktadır. 5. katta 1965 sonrası figüratif ve modern sanat eserleri vardır.

Centre Pompidou 11.00 – 21.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Saat 20.00’den sonra bilet satışı yoktur; salon 20.50’de kapanmaktadır. Bazı özel sergiler için Perşembe günleri 23.00’e kadar açıktır, bilet satışı böyle günlerde 22.00’ye kadar devam eder.


Saint Germain
542 yılında başlamış yerleşimiyle en eski tarihe sahip, ismini kalbindeki Saint Germain kilisesinden alan semt, aynı isimde çok uzun bir bulvara sahiptir ve Paris'in 6. Bölgesindedir. Saint Germain Bulvarı’nda ve çevresindeki şık sokaklarda Café de Flore, Café Les Deux Magots, Café Bonaparte gibi dünyaca ünlü cafeler ve Relais de l'Entrecôte gibi turistik restoranlar bulunur. Ayrıca birbirinden ünlü mağazalar da bu semttedir. Paris'in tarihi iki kafesi Cafe De Flore ve Les Deux Magots, Saint Germain sokaklarını tarih ve trend kokusunu harmanlar. Turistik bir üne sahip olsa da yerel tipikliğinden uzaklaşmamış bu iki kafeden birinde oturup kahve veya şarap içmelisiniz.. Zamanında sanata ev sahipliği yapmış, Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Hemingway, Camus gibi düşünür yazarları buralarda oturup tartışmış, yazmış, "varoluşçuluk" akımı burada oluşmuştur.

Saint Michel
Saint Michel çeşmesi karşılar sizi, dünyaca ünlü Sorbonne üniversitesi de buradadır. Collège de Sorbonne Paris Üniversitesi'nin teoloji koleji olarak, 1257 yılında, Robert de Sorbon tarafından kurulmuştur. 1968 yılında Fransa'daki gençlik hareketinin merkezi olarak hatırlanır. Saint Michel’den üsağa devam ederseniz Saint Germain Bölgesi’ne, sola devam ederseniz Panthéon’a çıkarsınız. 

Panthéon
Panthéon,
Paris'in Quartier Latin bölgesinde bulunan bir yapıdır. Paris'in koruyucu azizesi Geneviève'e ithaf edilen bir kilise olarak 5. bölgede inşa edilmişse de, Fransız Devrimi sonrasında kilise fonksiyonunu kaybetmiş, önemli Fransız entelektüellerinin gömüldüğü bir anıt mezar halini almıştır. Roma'daki Pantheon'dan esinlenilmiş sütunlu ön yüzü ile neoklasik mimarinin en erken örneklerindendir. Paris'in 5. Bölgesi’ndeki Sainte-Geneviève Tepesi (Montagne Sainte-Genèvieve) üzerinde bulunduğundan, tüm şehre hakim bir manzarası vardır.

Panthéon'a gömülmüş ünlüleri şöyle sıralayabiliriz:
Voltaire (1791), Jean-Jacques Rousseau (1794), Joseph-Louis Lagrange (1813), Panthéon'un mimarı Jacques-Germain Soufflot (1829), Victor Hugo (1885), Émile Zola (1908), Pierre Curie (1995), Marie Curie (1995), Alexandre Dumas (2002).
 

Luxembourg Bahçesi
Jardin du Luxembourg
Benim için Paris’in en vazgeçilmez bahçesi Jardin de Luxembourg’tur. Hangi mevsim giderseniz gidin sizi bambaşka bir renk armonisiyle karşılar. Paris in 6. bölgesindedir. Havuzların etrafındaki sandalyelerde insanlar güneşleniyor ya da akşam saatlerinde arkadaşlarıyla bir araya gelip sohbet ediyorlar.

Jardin de Tuillerie gibi Luxembourg Bahçesi de Catherine de Medici tarafından yaptırılmıştır. Luxembourg Hotel'ini satın alarak bir çok kişiyi çocukluğunun Floransa'sı tarzında bir bahçe yapmaları konusunda yönlendirmiştir. Bahçenin ilk hali 8 hektarmış ancak Marie de Medici 1630'da çevresindeki yerleri de alarak bahçenin alanını 30 hektara çıkartmış. Genişletilmiş alanın peyzajı, yeni Fransız bahçecilik anlayışının kurucularından
Jacques Boyceau'ya verilmiş. Boyceau bahçenin batı ve doğu yanlarını kareler şeklinde düzenlemiş ve bahçenin doğu yanını Medici Çeşmesi'nin hizasıyla sınırlandırmış. Ayrıca bahçenin dairesel merkezine içinde çeşme de yer alan sekizgen bir havuz yerleştirmiş.

Gallerie La Fayette
Printemps ve Gallerie La Fayette
Opera Meydanı’nın hemen arkasında Paris’in 9. bölgesinde yer alırlar. Galeries La Fayette, 1893 yılında Théophile Bader ve Alphonse Kahn adlarında iki kuzen tarafından Opera'nın yakınlarındaki işlek alışveriş bölgesinde açılmış bir mağazaymış. Şimdi ise erkek ve ev dekorasyonu bölümü ayrı birer bina olan üç tane çok katlı mağazadan oluşuyor. Ana bina yedi katlı, diğerleri ise yaklaşık dörder katlı binalar.. İçinde yok yok!. Şampanya barından sushi restoranına kadar bir sürü yeme-içme noktası bulunuyor. Galeries La Fayette'in bittiği yerde Printemps başlıyor ki o da Paris'teki en önemli alışveriş merkezlerinden biri.. "Alışverişle işim olmaz," diyenlerin bile en azından Galeries La Fayette'in parfümeri reyonunundan içeri girip, kafalarını yukarı kaldırıp, mağazanın süslü kubbe ve balkonlarına bakmalarını öneririm.

Bu arada Paris'in ünlü outlet'i La Vallée'yi de unutmamak gerekir. Burası Paris'e trenle yaklaşık 35 dakika mesafede, Disneyland'e yakın, bir açıkhava outlet köyü adeta! Buraya gitmek için RER (A hattı)nın Marne La Vallee/Parc Disneyland yönüne biniyor, sondan bir önceki durak Val D'Europe'da iniyorsunuz. Kısa bir yürüme mesafesinden sonra kendinizi mağazaların tam arasında bulacaksınız. Not etmeniz gereken bir diğer yer, Porte de Clignancourt’dur. Burası Avrupa’nın en büyük bit pazarıdır. Küçük bir kasaba gibidir.. Aynı isimli metro durağında inip 5 dakika yürüyeceksiniz.. Pazar günleri açık.


Sacre Coeur Klisesi
Montmartre – Sacre Coeur
18. bölgede Ressamlar tepesindeki Sacre Coeur Kilisesi, yıkandıkça beyazlaşan taşı, yaz kış önünde toplanan kalabalığı, gösterileri ile Paris’te Notre Dame Katedrali’nden sonra en çok ziyaret edilen kilisedir. Kubbeli yapısı ve Yunan haçı planıyla ortadoğu kiliselerinden esinlenilerek inşa edilmiştir. Paris’in çok az sayıdaki tepelerinden biri üzerine kuruludur. Hikayesi ise hayli ilginçtir. Paris’teki çok sayıdaki eski kilisenin yanında yepyeni bu kilisenin 1800’lerin sonunda başlayan inşaatı, 1. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra 1919’daki açılışla son bulur. 1871 Paris Komünü (sosyalistlerin belediyeyi ele geçirdiği mart-mayıs 1871 tarihlerini kapsayan dönemde) hareketi monarşik düzene başkaldırır. Çok acı çarpışmalarla son bulmuş, rejim destekçileri ile komüncüler arasındaki çatışmalarda yüzlerce kişi ölmüştür. İşte tam da bu yüzden inşa edilir Sacre Coeur.. O günlerde çok kan akıtan rejimin bir çeşit kendini Allah’a affetirme çabasıdır.. Paris’in binlerce yıldır bir tapınak taşıyan tepesi yeni bir ibadethaneyle taçlandırılır.. İçindeki Hz İsa tavan mozaiği Paris’in en büyük tavan mozaiğidir. Sacre Coeur Kilisesi, Paris’e ister ilk kez gelin, ister defalarca.. mutlaka görmek isteyeceğiniz bir mekan olacak..

Mevsim ne olursa olsun bu merdivenleri yürüyerek çıkın.. Füniküler mevcut.. ama merdivenlerden çıkarsanız her basamakta Paris’i bir o kadar daha yukardan seyretmenin keyfini yaşarsınız.. Hatta eğer biraz daha gayretiniz varsa kilisenin tüm kubbelerine içerden (kimi zaman dışarıdan) merdivenlerle tırmanabilir, en tepedeki muhteşem duyguyu yaşayabilirsiniz. 09.00 – 17.45 saatleri arasında ziyaretçi kabul eder. Metro ile Anvers durağından veya 30, 31, 54, 80 ya da 85 numaralı otobüsler ile ulaşabilirsiniz.
Tertre Meydanı  - Ressamlar Tepesi
Place du Tertre - Ressamlar Tepesi
Charles Aznavour’un şarkısı La Boheme’deki gibi geçmişe duyulan bir özlemdir bu tepede olmak..
Geçmişten günümüze birçok ünlü sanatçının Montmartre Tepesi üzerinde atölyeleri bulunmaktadır.
Pablo Picasso gibi, Salvador Dali gibi, Claude Monet, Vincent van Gogh ve Amedeo Modigliani gibi.. L'Espace Salvador Dalí, tamamen Salvador Dali 'nin heykel ve çizimlerine adanmış bir müzedir ve Ressamlar Tepesi' nin birkaç adım ötesindedir.

Chez Eugene, gündüzleri her ne mevsim olursa olsun tuvallerinde resim yapan ressamları izleyerek, akşamları eski piyanodan çıkan tınılar eşliğinde Moule frites (midye ve patates kızartması) yerken kırmızı şarab yudumlamak Paris klasiğimdir.. Ha diğer mekanlar kötü mü? Hayır değil.. alışkanlık diyelim.
 Ünlü Moulin Rouge Müzkholü
Pigalle – Moulin Rouge
Moulin Rouge 18. bölgede üzerindeki kırmızı yel değirmeni ile dünyaca ünlü bir müzikholdür. Özel teşebbüs olmasına rağmen Fransız kültüründe sembolleşmiş bir yere sahiptir.
Kırmızı değirmeni, yetişkinlere yönelik orijinal eğlence programlarını ve ünlü kan-kan dansını görmek için yıl boyunca turist akınına uğrar.. Revü ve yemek 170 €.

Pigalle Bölgesi ezelden beri geceleri uyumayan, sabahlara kadar neon ışıkların yandığı, kabarelerin, gece kulüplerinin, şovların ve shop'ların açık olduğu canlı ve hatta capcanlı bir bölgedir. Montmartre için indiğiniz Anvers durağından Place de Clichy durağına kadar geceleyin yol boyunca yürürseniz ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Buraya kesinlikle gece gitmelisiniz, ancak yine de çok geç saatlere kalmamanızı öneririm, çünkü çok da tekin bir yer sayılmaz. Burası yüz yıldan uzun süredir bu tür şovlarıyla ve eğlencesiyle ünlü bir yer. Eskiden bu bölge şehir dışında kalırmış. Artık şehrin içinde olmasına rağmen aynı yapısını korumaya devam ediyor.



Pere Lachaise Mezarlığı'nda Auschwitz III anıtı. Heykeltraş: Louis Mittelberg, 1993
Père-Lachaise Mezarlığı
Père-Lachaise Mezarlığı (Cimetière du Père-Lachaise),
Paris'teki en büyük (43,93 hektar) ve
dünyadaki en ünlü mezarlardan biridir. Paris'in 20. bölgesinde bulunan mezarlık birçok ünlünün son istirahatgahıdır. Moliere, Jim Morrison, Gilbert Bécaud, Honoré de Balsac, Yılmaz Güney, Edith Piaf, Simone Signoret, Yves Montand, Frédéric Chopin, Alphonse Daudet, Marcel Proust gibi..1803 yılında yapımına başlanan mezarlığın inşaatının mimarı Alexandre Théodore Brongniart'dir.
18 Mayıs 1804 tarihinde küçük bir kızın gömüldüğü bir törenle mezarlık açılmıştır. Mezarlık Paris'te ikamet edenler için inşa edilmesine rağmen, Paris dışında kaldığı için pek kullanılmadığından 1817’de mezarlığı popüleştirme amacıyla Paris Belediyesi, Héloïse d’Argenteuil, Pierre Abélard, Molière ve Jean de La Fontaine'in mezarlarını Père Lachaise Mezarlığı'na taşıdı. Mezarlıkta 1830 yılında 33.000 mezar bulunuyordu. O tarihlerde Père Lachaise Mezarlığı'na 5 yenileme yapıldı: Bu yenilemelerden sonra mezarlık büyümüş ve 17 hektardan bugünkü haliyle 43 hektarı bulmuştur. 70.000 mezar, 5.300 ağaç, yüzlerce kedi ve iki milyon ziyaretçi ağırlamaktadır.

Paris'te elbette pek çok mezarlık var ancak benim sıklıkla gittiğim mezarlık Montmartre Mezarlığı. Bunun nedeni Paris'in tüm sokak kedilerinin burada yaşıyor olması.
Versailles Sarayı
Versailles Sarayı
Paris dışındaki Versailles, Fransız barokunun sonu ve klasik üslubun başıdır. Louvre gibi Fransız tarihini özetler. Versailles sarayının bahçe tarafındaki cephesi Le Vau‘nun son eseridir ve en klasik Fransız mimarisine örnek olmuştur. Mermer avlu çevresinde üç farklı bina gurubu vardır. 14.Louis bu küçük şatoyu muhafaza etmek istediğinden mermer avluya iki kanat ilave ettirmişti. Binanın merkezinde bahçelerin aksına göre ayarlatmıştır.Mimar J.H. Mansart , Le vau ‘nun merkezde kalan binasını tamamlamak görevini üstüne alınca bahçe tarafında Le Vau tarafından yaptırılmış terası kaldırarak binanın planına birlik kazandırmıştır.

Sarayın en önemli yerlerinden ikisi Aynalar Galerisi ve Şapeldir tabii bahçesini saymaz isek.. Aynalar Galerisi’nin 75 metre uzunluğunda iki duvarı, boydan boya 400 adet ayna ile kaplıdır. Bahçesinde ağaçlar arasında, sonsuz paralel veya radyal yollar bunların etrafında budanarak şekillendirilmiş yeşillikler tarafından sınırlandırılan çiçek paralelleri, su bahçeleri, merdivenler ve köşkler vardır. Sarayın ilginç bir özelliği yapımında tuvalet veya banyo düşünülmemiş olmasıdır.. Bunun sebebi o zamanki asillik anlayışında, asillerin istediği yerde ihtiyaçlarını giderebileceğidir.


Versailles Sarayı Aynalar Galerisi
Versailles Sarayına gitmek için RER trenlerinin sarı C hattına binmeniz gerekiyor. Son durak Versailles-Rive Gauche, yarım saat süren bir tren yolculuğundan sonra Versailles’dasınız. Trenden inen grubu takip edin Saray’a varırsınız, çünkü gelen herkesin amacı aynı. Bazı dönemlerde Saray’a girmek saatler alan kuyrukla mümkün oluyor, ama içine girdikten sonra kendinizi hayal edemeyeciğiniz bir saltanatta buluyorsunuz. Sadece bahçesini gezmek saatler alıyor, onun için yaz aylarında minik golf arabaları ile rahatça gezebilirsiniz. 5 Euro ücret ödeyip, mini trenle kanal boyunu da gezebilirsiniz. Mini tren: kuzey terasından kalkıyor. Küçük Trianon, Büyük Trianon ve Büyük Kanal geziliyor. Durakları var, inip, yürüyerek gezinize devam edebiliyorsunuz. Daha sonra gelen trene binerek, diğer bir durağa geçebiliyorsunuz. Marie Antoinette’in evi de bu bahçede yer alıyor. Sarayın tamamını gezmek 19 € 


Disneyland
Marne La Valée deki Disneyland, Avrupa’nın en fazla turist çeken yerlerinden biridir. İçinde çocuk ruhu taşıyan herkes için büyülü bir atmosfer ve hızlı trenlerle dolu devasa bir cennet diyebiliriz.. Dünyanın her yanından milyonlarca turistin geldiği bu eğlence cennetini şimdiye kadar görmediyseniz mutlaka gitmelisiniz. Paris Disneyland‘da üç farklı bölüm var. Disneypark, Walt Disney Studios ve Village. En büyük olanı Disney Park. Burası da kendi içinde beş küçük parktan oluşuyor. Giriş Main Street’le başlıyor. Sonra soldan Frontierland, Adventureland, Fantasyland ve Discoveryland olarak devam ediyor.

Açılış saatleri parkı ziyaret edeceğiniz tarihlere göre değişiklik gösterebilir. Yaz döneminde Disney Park saat 10.00-23.00 arasında açık. Disneyland giriş ücreti, iki parka giriş hakkı için (Disneyland parkı + Disney Studios) yetişkin 68 Euro, 3-11 yaş arası çocuklar 58 Euro. İki  Gün/İki Park Disneyland bilet fiyatı ise yetişkin için 122 €, çocuk için 109 €. 3 Gün/2 Parklık bilet  yetişkin için 151 €, çocuk için 130 €.
Yaz ayları için park 10:00-23:00 saatleri arasında açık. Kış aylarında akşam 18.00 sonrasında pek de bir aktivite kalmıyor. Cumartesi ve Pazar’ları çok kalabalık. Hafta içi gitmeniz tavsiye edilir. Ana cadde üzerinde sürekli yukarı aşağı giden ve Disney karakterlerini Uyuyan Güzel’in Kalesi’nin önünde buluşturan bir Disney treni var. Bu kalenin en büyük özelliği geceleri mum kutlaması adını verdikleri (Candlelabration) gösteri. Geceleri yapılan bu kutlamada kuleler mumlarla süsleniyor ve hava karardığında izleyenlere kaçırılmaması gereken olağanüstü güzel bir gösteri sunuyor. 

Bu kadar sanat ve tarih yeter diyorsanız, ‘Hangi şehir şaraba benzer?’ demiş Nazım Hikmet Paris için.. Jules Renard ise ‘Paris’e iki harf ekleyin, ortaya çıkan “paradis (cennet)” dir..
Şarap ve lezzet duraklarına geçmeden önce, içtiğiniz kırmızı şarap tercihiniz Bordeaux ve Bourgogne, beyaz şarap seçiminiz Chardonnay ve Semillion olabilir..  Birkaç da restoran önermek isterim:
Le Matignon, Champs Elysée’de mükemmel hizmet, hem restoran hem gece klübü
La Petite Maison de Nicole chez Fouquet’s Champs Elysée’de şık bir restoran
Le Coq Tracadéro Meydanı’nda hem restoran hem gece kulübü
Cafe Ruc Louvre Bölgesi’nde, Paris şehir hayatını gözlemleyebileceğiniz en iyi kafelerden biri
Leon de Bruxelle Saint Germain’de deniz mahsulleriyle, özellikle de midye yemekleriyle ünlü
Alcazar Saint Michel’de “fine dining” bir restoran
Anahi Notre Dame’da, Argentine restoranı, etin en iyi adresi. Rezervasyon şart!
Hotel Costes Saint Honoré’de, hem barı hem restoranı mükemmel bir otel
Café de la Paix Opera’da sizi bir anda alıp eski yıllara götürüyor.

Fauchon kahveden çikolataya, kaz ciğerinden şaraba.. Madeleine meydanında bir gurme cenneti..
Durée her bölgede birbirinden güzel mağazaları ve makaronları ile Paris’in vazgeçilmezlerinden..



****

Çiğdem Erkoç'un Gezi Yazıları'nın gelecek konusu: Monaco

17 Kasım 2014 Pazartesi

Burçin Erdi: "Barok dönemde ışık kaynağı mum iken, artık bilgisayarlar, telefonlar, elektronik aletler olarak gözüktü bana."

"Yusufçuk", tuval üzerine karışık teknik, 116 x 200 cm. 2013
Burçin Erdi'nin "Transformasyon" solo sergisi  Ankara'dan sonra, şimdi de 19 Kasım - 8 Aralık arasında İstanbul Seyrantepe'deki Summart Sergi Salonu'nda  açılacak. Işık oyunları ile çok ilginç bir sergi.. Kaçırmayın derim..

Ressam Burçin Erdi dört yıldır İspanya'daydı.. Başarılarını duyduk, gururla takip ettik.. Ankara'da Nisan ayında açtığı sergisi "Transformasyon"da tekniği, duygusu ve fikriyle de büyük beğeni toplamıştı.

Moda'daki atölyesinde soğuk kahvesini içtim. Öyle lezzetli bir sohbet  ettik ki.. tamamını aktarabilmem zor.. Eserlerini yakından gördüm. Üç boyutlu etkisi yaratan renk, teknik ve yerleştirmelerinden, fikirlerinden çok etkilendim...

Sanatçı kimliğinizin gelişim ve değişimini anlatır mısnız?
Mimar Sinan Üniversitesi resim bölümü mezunuyum. Yüksek lisansımı ve sanatta yeterlilik programını da aynı üniversitede tamamladım. Öğrenciliğimden itibaren aralıksız, aktif olarak resim yapmaktayım.

Doktoramı  yaparken tez çalışmam vasıtasıyla İspanya’da dört yıl yaşadım ve çalışmalarıma devam ettim. Bu süreçte  Avrupa ülkeleri  ve Amerika’da sergilerim devam etti, bienallere ve fuarlara katıldım. 

Ankara’daki son sergide resimlerinizdeki özel ışıklandırma birşeylere gönderme yapıyor gibi..
Herzaman görünenin ardındakiydi beni çeken. Son sergimde özel bir ışıklandırma kullandım. Resimlerimin bir yüzünü mavi ışık altında çalıştım. Mavi ışık altında başka bir görselle karşılaşmayı hedefledim. 

Ben bu ışığa günümüz barok ışığı dedim. Barok resimde ışık kaynağı resmin içindedir. Barok dönemde ışık kaynağı mum iken, artık bilgisayarlar, telefonlar vesaire elektronik aletler olarak gözüktü bana. Bu ışığı mavi gördüm ve onu resimlerin içine koydum. Günümüzde çok sıradanlaşmış bir konuydu bu, hepimiz günümüzün bir bölümünü bu ışıkta geçiriyoruz. Buralardan haberleşiyor, buralardan ülkeyi ve dünyayı takip ediyoruz.

İstanbul projeleriniz nedir?
Ankara’da açtığım Transformasyon sergimin devamını istanbul’da da gerçekleştirmek istiyorum. Bu sergide resimde üçüncü boyuta bir geçiş yaptım. Bunu geliştirmek istiyorum. 

Ayrıca farklı disiplinlerin biraraya gelerek oluşturduğu daha boyutlu projeler yapmak istiyorum.. Sinema, dans, müzik, resim ve heykel vs… Heyecanın sıcak kalması, paylaşılması ve farklı şeylerle birbirini besleyebilmesi için…

Toplumla sanat arasındaki ilişki hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Toplumumuzda sanatın ürkütücü bir yere konulduğunu düşünüyorum. Toplumdan uzaklaştırılmış, yüceleştirilmiş bir yer.. Bu kırılmalı..  

Sanatçı toplumun bir parçasıdır.  Bunu hissetmesi ve  hissettirmesi gerektiğini düşünüyorum.  

Toplum ve sanatçı birbirlerini şablonlaştırıyor. Sanatçının bir tanımı yoktur. Şablonu olamaz.. Toplum bunu seviyor.. Sanatçının giyimi, kuşamı, yaşamı, marjinal bir yere konuyor… 

Yaşanan gerçeklerden kopulmamalı, görüneni -her ne kadar ardındakine bakıyorsak da- reddetmemeliyiz. Hayatın içinde omalıyız. Gerçekliğiyle yaşamalıyız. Sanatçı kendini de sanatını da yabancılaştırmamalı..

"Gündüz Bekçisi", tuvalüzerine karışık teknik, 240 x 200 cm., 2013
Sanattan anlamıyorum... cümlesine ne diyorsunuz?
Anlaşılmıyorsa sanattır... var ya.. Sanatçı da, sanat  da yüceltilip duruyor. Uzaklaştırılıyorlar. "İyi iş" iyi iştir. Kendini hemen belli eder.. Ayırdına varmak için müthiş bir alt yapı gerekmiyor. 

Sanat dünyasının bariz problemi nedir sizce?
Sanat dünyasında özellikle ülkemizde, birbirimizden çok uzaklaştığımızı hissediyorum. Farklı alanlardan insanların biraya gelerek daha zengin üretimler yapılması gerektiğini düşünüyorum. Öğrenmek sonsuzdur ve birada daha doğru ve heyecanlı çalışmalar yapılabilir. Disiplerin biraya gelme zamanıdır bence.

Sanat ve mutluluk ilişkisi nedir sizce?
Sanat  üretimimde malzemem ne olursa olsun bu bir mutluluk arayışı.. Malzeme benim hayatım. Üzüntü, mutluluk, sevinç.. Herhangi bir duygu veya yaşananalar, zaman, gündem.. Hayatın kendisi benim malzemem.

Beslendiğiniz kaynaklar nelerdir?
Sanatımın malzemesinin hayat olduğunu düşündüm hep. Yaşadıklarım, gözlemlerim harmanlanarak resimlerimin içerisinde yerlerini aldılar.  Gözlemlediğim herşeyin bana ve resimlerime katlanarak değer kattığını düşünüyorum.  

En derin içerikli anlatımların, sadelik ve samimiyetten geçtiğini düşünüyorum. Önce insan kendini betimlemeli, kendini beslemeli ki samimi tutumu ile insanlara ulaşsın. Sanatçı doğal olmalı Yaşanan zamandan, değişimlerden, teknolojinin getirdiklerinden, bilimin geldiği yerlerden  kopmadan gözlem yapmaya devam etmeli.
  
"Dybbuk", tuval üzerine karışık teknik, 160 x 200 cm., 2013

Beğendiğiniz sanatçılar kimler?
Her sanatçıda başka bir şey görüyorum. Farklı  yönleriyle farklı zamanlarda beni etkiliyor,  dikkatimi çekiyorlar.. İsim veremiyorum…

"Kayıp", tuval üzerine karışık teknik, 116 x 200 cm., 2013
Sevilla'daki serginiz gurur verici bir haberdi.. İzlenimlerinizi aktarabilir misiniz?
İspanya, Sevilla, Casa de la Provincia Sanat Galerisi’ndeki sergim oldukça önemli bir sergiydi benim için. Eski bir saray olan bina, günümüzde müze ve kültür sanat buluşma noktası olarak kullanılmakta. Konumu Sevilla’nın en bilinen Triunfo meydanında üçgenin bir parçasıdır. Alcazar bahçeleri, Giralda Kathedrali ve Casa de la Provincia vilayet binası olarak geçer. Dünyanın birçok bölgesinden insan bir müze şehir olan Sevilla’yı görmeye gelir. 

Sergim çok sayıda izleyici ile buluştu. Bu mekan dünyanın ve İspanya’nın çok sayıda önemli sanatçılarına evsahipliği yapmıştır. Müze koleksiyonunda bir resmim yeralmakta. Sergimin açılışını belediye başkanı yaptı. Bana orada verilen değer, Türkiye resim sanatının hatırı sayılır bir seviyede olduğunu göstermektedir. 

Yaşadığınız şehirlerde sanat nasıldı?
Yaşadığım şehirlerde sanat, günlük yaşamın her yerindeydi.. Yaşadığım herşey resmime farklı yollarla katıldı. Bazen bunu sonradan görsem de, yaşadığım herşey bir şekilde varlığını hissettirdi. 

Akşam yemekleri temasından yola çıktığım resimler değişimini kendi içinde gösterdi. Türkiye’deki akşam yemekleri, İspanya sofralarına döndü. Sofralarda derin sohbetler içindeki insanlar zamanla ayağa kalktı, içselleşti. Sorgulanan  da sorgulayan da değişim geçirdi.  Bazen dışardan gözlemledi sadece, bazen iç sorularla yüzleşti., kendini sorguladı. Tesadüflere izin verdi.
  
"Yerçekimi", tuval üzerine karışık teknik, 160 x 200 cm., 2013

İstanbul’u beş duyunuzla tanımlayabilir misiniz?
Kontrastlar geliyor aklıma hemen.. Koku deyince bir yandan ferahlatıcı deniz-iyot kokusu öte yandan ağır insan ve ızgara kokuları.. Martı seslerinin yanısıra gürültüler..  Deniz ve kalabalıklar.. İstanbul’un tadı elbette rakıdır benim için… Rakının tadı İstanbul’un dışına çıktığınızda aynı değil..

Coğrafi konumuyla İstanbul bir kesişim noktası. İçinde bir çok farklı kültür ve doku barındırıyor. Büyük bir zenginlik, benim için de, sonsuz bir malzeme kaynağı.. 

Tarih ve kültürler İstanbul’u katmanlaştırmıştır. Her bölgesinde çeşitlilik gördüğünüz şehir, aidiyet duygusuyla yüzleştirir sizi. Neye aitsiniz? Burada büyümüş olmak bile yabancı hissettirir bazen. İstanbul’u yaşamak, çokluğu yaşamak, her an her duyunun açık olmasını gerektirir. Sanki bir anda birçok hayat yaşıyormuşsunuz gibi.

4 Kasım 2014 Salı

Serpil Aslan: ".. görmezden geldiğimiz, sahiplenemediğimiz, tanımlamadığımız ve gün ışığına çıkarmadığımız için karanlıkta bıraktığımız duygularımız.."

Serpil Aslan’ın 14 Ekim’de Maçka Sanat Galerisi’nde açılan ve 29 Kasım'a kadar izlenebilecek kişisel sergisi “Amigdala/Amygdala”yı gezerken içimi büyük bir ürperti kapladı. Mekanın soğuk mimarisi ve sanatçının tekinsiz görünen heykelleri ile işbirliği yapıp bu hissi başarıyla yaratmıştı üstümde.. 

Basın bülteninde yazılanlara göre sanatçı, mistik simgeler ve çocukluk psişeni üzerinden insanlık olgusuna odaklanarak birebir gerçekleştirdiği çocuk heykelleriyle insanların “Amigdala”sına vurgu yapıyor. 
Çalışmalarının çıkış noktasını spritüalizm, bilinçaltı, rüya, kimlik, cinsellik, toplumsal yargılar, düzen, kadın erkek arasındaki hiyerarşi gibi kavramlar oluşturuyor. Siyah beyaz heykellerinin her birinde vurucu bir peak (zirve) yaşatan kırmızı rengin de etkisiyle çok daha çarpıcı ve bazen de algıyı zorlayarak kendini gösteriyor, izleyiciyi “irrite” (rahatsız) ediyor. 

Heykellerinizin ilham perileri kimler, neler?
Çocuklar ve çocukluk çağımız benim çıkış noktamdır, ilham kaynağımdır. Çocuklar, çocuklara dair ne varsa (mistik simgeler, çocukluk travmaları) çocukluk psişeni üzerinden insanlık olgusuna odaklanarak heykellerimi oluştururum.


Malzemeleriniz nedir?
Genel anlamda karışık teknik diyebileceğim malzemelerimi kısaca saymam gerekirse, epoksi, efeskim tecnogrout, polyester, peruk, pvc boya ve çeşitli vernikler diyebilirim.


Serginizdeki heykellerde göze çarpan kırmızı vurguları anlatabilir misiniz?
Siyah - beyaz heykellerimin her birinde vurucu bir peak (zirve) yaşatan kırmızı rengin etkisi, izleyicinin odaklanabileceği bir vurgu noktasıdır. İzleyici, heykellerde kırmızı renk olan obje , nesne veya kısım her ne ise çok daha net, spesifik çok daha çarpıcı ve bazen de algıyı zorlayarak kendini gösteren heykelleri inceleyip, hemen sonrasında bu heykellerin onlarda yarattığı “irite edici” hisle yüzleşiyor.


Serginizin adı ve eserlerinize değen anlamı hakkında bilgi verir misiniz?
Sergimin adı olan “Amigdala” kavramı, en basit haliyle beyindeki endişe ve korkunun kaynağı olan bademcik şeklindeki kısımdır. Beyindeki duygu merkezidir. Ve bunların başında da "korku" geliyor.


İşte tam bu noktada benim heykellerimin altyapısı oluşuyor. Hepimizin maruz kaldığımız fakat görmezden geldiğimiz, sahiplenemediğimiz, tanımlamadığımız ve gün ışığına çıkarmadığımız için karanlıkta bıraktığımız duygularımız vardır.

Yaşadığımız geçmiş olaylar, bugünkülerle karşılaştırılır ve aynıymış gibi algılayıp fevri hissiyatlara, davranışlara yol açar (korku - anksiyete - panik atak gibi).. Sahip olduğumuz travmatik hatıralar, flashback (yeniden yaşantılama), çocukluk çağı travmaları, anksiyete işte tüm bu duyguları heykellerimde kullanarak insanların "Amigdala" larına yüklenmek istedim. 

Tasarımlarınızın gelişim ve değişim sürecinden bahsedebilir misiniz?
Son dört senedir çocuk heykelleri üzerine işler üretiyorum. İlk zamanlar çocuk kıyafetleri üzerinden deneyimlemeye başladığım heykel sürecim yerini hayalden tasarladığım komposizyonlardan sonra birebir çocuk heykelleri yapma isteğine bıraktı.


İki boyutta etkili duran desenlerimi en gerçekçi, duygu yüklü haliyle daha çarpıcı nasıl yaratabilirim? sorusuyla gelişim ve değişimim başlamış oldu. 2012 de ürettiğim ve etkili görülen “ölü” çocuklar serisi ile ciddi bir sürece girmiş oldum ve hemen sonrasında da siyah – beyaz heykellerime daha bütünleştirici olduğuna inandığım üçüncü bir renk olarak kırmızıyı dahil etmeye karar verdim ve böylece ortaya Amigdala serisi çıkmış oldu.



Kavramsal sanatı tercih nedenleriniz nedir?
Çünkü ben heykel yapmak üzere yola koyulup bu amaca yönelik fikirler üretmek yerine geleneksel gereçlerin ve biçimlerin ötesinde düşünüp fikirlerimi, üzerinde araştırmalar yaptığım kavramları uygun malzemeler ile ifade etme amacı içindeydim. Bunu da en iyi, kendilerini alışılageldik (sanat eseri) biçimde göstermeyen sanat eserleri için kullanılmaya başlanan kavramsal sanat tercihim ile yapabilirdim.  


Sanat ve sanatçı tanımınızı alabilir miyim?
Sanat, belli kalıplar içine konulamayan, estetik olan, yaratıcılığın veya hayal gücünün ifadesi olarak insan duygularının dışa vurumudur. Sanatçı ise, herkesin duyduğunu, gördüğünü, hissettiğini, düşündüğünü farklı şekilde duyan, farklı şekilde düşünen, farklı şekilde hisseden, farklı şekilde yorumlayan, yansıtandır; duyulmayanı duyan, görülmeyeni gören, olmayanı bulan kişidir. 



Toplumu sanatla barıştırma görevi size verilseydi neler yapardınız?
Öncelikli görevim sanatta evrenselliği hedeflemek olurdu. Sanatı yorumlamak, özümleyebilmek, anlamak, sanatla iç içe olmakla mümkündür. Sanat, bir toplumun gelişmişlik düzeyi ile doğru orantılıdır. Peki bizler, birey veya toplum olarak ne kadar sanatla ilgiliyiz? Topluma faydalı olabilmek için neler yapabildik veya yapmaktayız?

Sanatın var oluşunu, sanatın toplum ile ilişkisini, dış etkenlerin sanatçıya nasıl yansıdığını ve sanatçının bunu nasıl ifade ettiğini, kent yaşamındaki yabancılaşmayı, kent insanındaki mutsuzluğu, kırık dökük insan ilişkilerini yansıtmaya çalışır ve düzeltmek için gereken her şeyi gerçekleştirirdim.. Unutulmamalıdır ki, bir toplumun ilerlemesinde en önemli etkenlerden biri bilim, kültür, felsefe, yaşam standartları ve sanat arasındaki etkileşimdir. 


Sanatın mutluluk ile nasıl ilişkilendirebilirsiniz?
Sanat başlangıçta bireysel bir eylem olduğu için sanatçıya haz veren bir süreçtir. Benim için öyle..
Bu ilişki, çok ruhani bir edinimdir aslında.. Sanatçı tasarladığını oluşturup–üretip, ortaya çıkan sonuçtan duygu-his açısından memnun ise, aynı zamanda bir izleyici olarak da işe baktığı zamanki hissiyatı aynı ise, işte o zaman yaşanılan deneyim haz verici bir mutluluk oluyor. 



İstanbul'u beş duyunuzla nasıl tanımlamak istersiniz?
Sanırım bu güzel soruyu en iyi Orhan Veli’ nin İstanbul'u dinliyorum adlı şiirinden bir alıntıyla cevaplayabilirim;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum.. 



Serpil Aslan Berkin Elvan heykeliyle

İstanbul için bir hayal projeniz var mı?
İstanbul gibi büyük bir metropolitan’de yaşayan biri olarak, nüfus artışının yoğunluğunu da düşünürsek bu şehirin olmazsa olmazlarından biri Sanat Kütüphanesidir diye düşünüyorum. Toplumu sadece sanata dair keşfetmeye yönlendirecek, teşvik edecek, hem teorik hem deneysel pratiklere ulaşılabilecek büyük bir sanat alanı oluşturma hayalim var. Sanat, düşünceyi besleyen ve daha farklı düşüncelerin ortaya çıkmasında büyük rol oynayan alandır. Hızla artan nüfusa karşın sanatla yeterince ilgilenmiyoruz, yeterince düşünmüyor ve yeni fikirler de üretmiyoruz. İşte bu durumdan şikayetçi olduğum için sanatla ilgilenilebilecek bir “Sanat Kütüphanesi” platformu oluşturmayı planlıyorum.

2 Kasım 2014 Pazar

Ergun Çağatay: "Bu ülkenin insanları her yeni günde insanın içini burkan başka başka acı olaylarla yüzleşiyor.. Arşivimde yüzlerce bu denli acı içeren fotoğraf var.. Siz bir madencinin ölen arkadaşı için ağlayan kömür tozu ile kaplı yüzünü alıp duvarınıza asar mısınız?"

Ergun Çağatay, 09 – 25 Ekim 2014 tarihleri arasında, Ortaköy Afife Jale Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde açılan “Merceğimde Elli Yıl” sergisi için bir röportajında “dijital öncesi analog çağda, fotoğrafın ölüm fermanından çok önce, klasik anlamda çekilmiş gerçek fotoğrafların son kareleridir, gerçek tarihdir” demiş..


Serginin bazı fotoğraflarını ve sohbetinden çok keyif aldığım değerli sanatçı Ergun Çağatay ile röportajımızı sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum..

"Merceğimde 50 Yıl” serginizde en çok ilgi gören fotoğrafların öyküsünü anlatabilir misiniz? Sergideki her fotoğrafın ayrı bir hikayesi var diyebilirim. Bu sergi hayatımda ilk defa fotoğraf satmak amacı ile giriştiğim bir olay oldu.. Eskiden bizi besleyen kaynaklar özellikle mecmualar ve kitap yayınlarıydı. Dijital teknoloji nedeniyle ya çok küçüldüler veya kapandılar. Bunun yanı sıra bir fotoğrafın internete düşmesi sonucunda o fotoğraftan telif hakkı açısından bir hayır gelmesini beklemek anlamsız bir umut olur. Artık o fotoğraf genelin, halkın malı olmuştur.. isteyen istediği gibi kullanır ve bunu takip etmek de samanlıkta iğne aramaktan zordur.. Gerçi bu tür şeyleri takip eden bildiren telif ajansları var.. diyelim ki kimin nerede nasıl kullandığını öğrendiniz. Hindistan’da bir yayınevi kullanmış.. sonra ne yapacaksınız? Hindistan’a gidip o yayınevini dava mı edeceksiniz? Komik bir şey olur. 

Bu sergiyi tasarlarken satış düşüncesi kafamda ön planda tuttuğum kaygımdı. Gündelik hayatımızda -özellikle bu ülkenin insanları- her yeni günde insanın içini burkan başka başka acı olaylarla yüzleşiyor.. Arşivimde yüzlerce bu denli acı içeren fotoğraf var.. Siz bir madencinin ölen arkadaşı için ağlayan kömür tozu ile kaplı yüzünü alıp duvarınıza asar mısınız? Satış amaçlı sergi düzenlemek fotoğrafçıların daralan gelir kaynakları arasına giren yeni bir seçimlik oldu..

Sergi için bakana hoş bir duygu verecek fotoğraflar seçmeye çalıştım. Bana burada hangi resmin en fazla sattığını mı soruyorsanız? O zaman cevap “Atlar” olur.

Ama satılmadan en fazla ilgi gören Aşık Veysel fotoğrafı oldu.. Aşık Veysel’in belki bir benzeri daha olmayan fotoğrafını torunları görmek için Ankara’dan geldiler..

İlk çektiğiniz fotoğrafı hatırlıyor musunuz?
Evet hatırlıyorum.. aynı binada oturan gazeteci bir arkadaştan ödünç aldığım kötü bir Rolleflex taklidi makinayla Sultanahmed’te beatnik’lerin (o zamanın hippileri) gittiği Yener diye bir lokanta vardı.. orada çekmiştim.

Küçükken kime öykünürdünüz?
Öyle gözümde büyüttüğüm birisi yoktu.. sorumsuz bir hayatı hep özledim ama sorumluluklardan hiçbir zaman kurtulamadım.. bana güvenenleri yüzüstü bırakaydım özlediğim sorumsuz hayata ulaşabilirdim ama o zaman da ben olamazdım.. kısaca özlemim eşyanın tabiatına aykırı birşeydi.. buna rağmen pek ender olarak böyle bir fırsat çıktığı zaman kaçırmamağa çalışırım..


Yaşamınızda sizi siz yapan “an”ları ve “fotoğraflar”ı aktarabilir misiniz?
Yaşamımda beni ben yapan fotoğraflar yerine kaçırdıklarım canımı cok yakmıştır.. o olaylardan aldığım dersler herhalde beni daha iyisini yapmaya, üretmeye zorlayan etkenler olmuştur.. ama gerçekte yaptığım şeyler hoşuma gitmez.. kendi fotoğraflarımı beğenmem.. yaptığım işlerin iyi olduğunu başkaları bana göstermiştir.. bunun sayısız örnekleri var.

Size fotoğrafını çekme iştahı uyandıran şeylerin evriminden bahsedebilir misiniz? Yani 20-30-40-50-60 yaşınızda neleri fotoğraflamak istediniz? 70 yaşınızda neleri hedefliyorsunuz?
Kişi yaşlandıkça hayat tecrübesi onu törpülüyor. İsterseniz bazı insanlar için akıllanıyor da diyebilirsiniz.. ama buna karşılık kişinin enerjisi de azalıyor ve hantallaşıyor. Fotoğrafçılık enerji isteyen bir iş.. yaratıcılık ise yeteneğin yanında kültürel birikim isteyen bir nitelik yani zamanla kazanılan bir olgu. Bu ikisini dengelemesini bilen kişiler süper üretici olabiliyor. Şimdi sorunuza baktığım zaman.. ben fotoğrafa geç, otuz yaşlarında başladım.. hala enerjim vardı ama büyük atılım yapacak bilgi birikiminden yoksundum.. hele altmışlı yılların ortasından yetmişli yıllara Türkiye bir yoklar ülkesiydi. Fotoğraf üzerine malzeme bulmak (aklınıza ne gelirse) bir acınası durumun aynasıydı.

Ben fotoğrafı okuduğum kitap ve mecmualardan öğrendim. Arada bir Ara’nın (Ara Güler) yazıhanesine gider, onun ne yaptığına bakar bir şeyler kapmağa çalışırdım.. öğretici kaynak yoktu.. deli gibi oradan oraya koşardım.. Düşünebiliyor musunuz? Türkiye’den ancak basın kartı ile yüz dolar alarak çıkabilirdim.. bir insan o parayla nereye gider, büyük fotoğrafçı olma yolunda nasıl yol tutardı? Tüm bu zorluklara rağmen bir şeyler yapmaya çalıştım..


Başka ülkelerdeki yayınlardan kazandığım paralarla akıllı akılsız bir takım maceralara sürüklendim ama istediğim gibi başımı alıp gidemedim. Daha sonraları vize almak sorunu çıktı ki tam insanın ayağına takoz olacak olaydı.. Bu nedenle Amerika’ya gittim. Ülke büyüktü, tek vize çok yeri ve olayı kapsıyordu. Paris Havaalanı’nda 1983 yılında yaşadığım Asala terör olayı sonunda altı yıl kadar tedaviler, ameliyatlar ve kaplıcalara gitme zorunluluğu fotoğraf hayatımı baştan sona değiştirdi. Amerika’ya bir daha çalışmak için gidemedim, oysa orada çok iyi dikiş tutturmuştum. Bir daha hiç çalışamayacağım diye düşünürken yeniden elim ayağım tutmaya başladı. Bu arada uzun uzun düşünmeye vaktim oldu. Hastanede yatarken kafama takıldı ve “Türkçe Konuşanlar” kitabı fikri doğdu. On yılı aşan bir uğraştan sonra rüyamı gerçekleştirdim. Yaşım 70’ i geçiyor, elim ayağım tuttuğu sürece çalışmak istiyorum. Çalışmak üretmek için kafa yormak insanı dinç tutuyor. Kafamda yapılacak yarım düzüne proje var ama proje gerçekleştirmek için çok para lazım.. şartlar çok değişti daha ağırlaştı.

Beğendiğiniz fotoğraf sanatçıları kimler?
İşlerini sevdiğim takdir ettiğim bir düzüne fotoğrafçı var. Hepsinin ayrı ayrı nitelikleri var. Bir kişinin tüm nitelikleri kendi şahsında toplaması imkansız. Ufak bir örnek.. İngiliz Donald Mc Cullin’in kuşkusuz gelmiş geçmiş en iyi savaş fotoğrafçısı olduğuna inanıyorum. Kimse onun kadar değişik savaşlara girip canlı çıkmadı. Öte yandan İsveçli fotoğrafçı Lennart Nielsen, geliştirdiği akıl almaz tekniklerle ana rahmine düşen embriyonun (doğuma kadar ana karnında plasenta içinde) çektiği fotoğraflarla bir hayatın oluşunu insanlara ilk defa gösterdi... Biri ölümü diğeri hayatın oluşumunu fotoğrafladı. İkisi biribirinin tersi şeyler.. her ikisi de çok önemli fotoğrafçılar.. Bu örnekleri defalarca çoğaltmak mümkün gerçekten.. isim vermem gerekmiyor.


İstanbul’u beş duyunuzla tanımlamanızı rica etsem.. 
Bana göre İstanbul’u bilgisizliğimiz, görgüsüzlüğümüz, kültürsüzlüğümüze ilaveten doyumsuz para ihtirasıyla öldürdük.. bir ölüyü tarif etmek içimi acıtıyor.

İstanbul için bir hayal projeniz var mı?
Hayır yok.. İstanbul fotoğrafları bir sakız gibi çiğnene çiğnene bayat bir tad aldı.. Yeni bir şey söylemeli.. Çekersem bu şehirde gözümü tırmalayan zevksiz ve görgüsüz şeyleri çekerdim. Sonuç çirkinliklerin biraraya toplandığı bir şey olurdu. Bu da İstanbul’a haksızlık olurdu.. bu şehir her şeye rağmen güzel bir kent..

Ergun Çağatay
15 Ocak 1937’de İzmir’de doğdu. İlköğretimini İzmir’de tamamladıktan sonra, 1958 yılında İstanbul Robert Kolej’den mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki eğitimini yarıda keserek gazeteciliğe başladı. 1968 yılında fotoğraf çekmeye başlayan Çağatay, 1974 yılında Paris’te Gamma Fotoğraf Ajansı’na girerek foto muhabirliğine adım attı.  1980’de New York’ta Time/Life Grubu’nda çalışmaya başladı ve dergide ses getiren pek çok önemli habere imza attı. 1983’de Paris Orly Havaalanı’nda Ermeni terör örgütü Asala'nın bombalı saldırısında çok ağır yaralanıp hastanede uzun süre yanık tedavisi gördü. Saldırı, hayatında bir dönüm noktası oldu ve bu dönemden sonra özellikle de tarih alanında yoğun araştırmalar yapmaya yöneldi. Yurtdışındaki başarılı çalışmalarının ardından Türkiye’ye dönen Ergun Çağatay’ın Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ndeki nadir el yazması kitaplar üzerine yaptığı çalışma, Japonya’dan Brezilya’ya kadar dünyanın birçok ülkesinde yayınlandı ve büyük beğeni topladı.


Avrupa’ya göç eden Türk, Cezayirli, Pakistanlı ailelerin Avrupa’da büyüyen ikinci nesil çocukları üzerine önemli araştırmalar yaptı. Paris’te Nathan Yayınevi için “Türkiye” kitabını hazırladı. Kapsamlı projesi– Türkçe Konuşanlar” en çok ses getiren çalışmalarından biri oldu. Sanatçı, yapımını üstlendiği ve fotoğraflarını çektiği, “Türkçe Konuşanlar: Orta Asya’dan Balkanlar’a 2000 Yıllık Yolculuk”  kitabında, okuyucuları, özgün fotoğraflar eşliğinde dil ve kimlik üzerine; göçebelik etkileşimleri, Türk – Çin ilişkileri, Türklerle Orta Asya İran – Arap, Slav, Avrupa etkileşimleri üzerine, sözlü edebiyattan mimariye, yemek kültüründen çeşitli sanat alanlarına, insan davranışlarına eşsiz bir yolculuğa çıkarttı. Ergun Çağatay, 14 yılda tamamladığı kitap için 110 bin kilometre yol kat ederek 35 bin kare fotoğraf çekti. Türk, Alman, Amerikalı, Fransız, İsveçli, Kazak, Norveçli, Özbek, Rus, Ukraynalı uzmanların bilimsel makalelerinin yer aldığı 495 sayfalık büyük boyutlu kitapta, Oslo Üniversitesi’nden Prof. Bernt Brendemoen’in takdim, Ergun Çağatay’ın önsözü ve Doğan Kuban’ın giriş yazıları, 400 fotoğraf ve 34 makale yer alıyor. Kitap, Kasım 2006’da ingilizce olarak (Turkic Speaking Peoples) Almanya’da Prestel Yayınevi tarafından Hollanda Kraliyet Vakfı Prince Claus Fund desteği ile yayınlandı. Kitabın Türkçe çevirisi 2008’de İstanbul’da yayınlandı. 

Türkçe Konuşanlar kitabı çalışmaları devam ederken çıkardığı “Bir Zamanlar Orta Asya” kitabı ile beraber hazırlanan aynı isimdeki sergi ise, İstanbul, Eskişehir, Taşkent (Özbekistan), Almatı (Kazakistan), Austin (Texas/ABD), Kashiwazaki (Japonya) ve Uppsala (İsveç) şehirlerinde izleyiciyle buluştu. Yine aynı proje çerçevesinde 1986 Çernobil nükleer santralindeki patlamadan sonra, dünyanın en büyük çevre felaketi olarak nitelenen, hatalı sulama sonucunda Aral Gölü’nün kuruyup çölleşmesi’ni anlatan belgesel filmini Akademi Prodüksiyon şirketi ile ortak çalışma sonucunda hazırladı. Filmden kısaltılarak hazırlanan 30 dakikalık bir film, 37. Antalya Altın Portakal Film Festivalinde (2000) Kısa Belgesel Film dalında 98 yerli ve yabancı katılımcı arasından birincilik ödülünü kazandı. Ödülün maddi tutarı, bölgedeki yardım çalışmalarına aktarıldı. Film Türkçe, Rusça ve İngilizce bir kitapçıkla birlikte VCD olarak yayınlandı. Paris’te 2009 Eylül ve 2010 Ocak-Şubat aylarında Türkçe Konuşanlar kitabı için çekilmiş fotoğraflardan oluşan iki adet sergisi açıldı. Eylül 2009 da açılan sergi Paris’ten sonra sırasıyla La Rochelle, Clermont-Ferrand, Bordeaux (le Conseil général de Gironde), Lyon kentlerini dolaştı.                                                                        


Norveç'te Tekneler, 2015