24 Ağustos 2011 Çarşamba

İstanbul'da Sürekli Yanan Kule: YANGIN KULESİ




Beyazıt Yangın Kulesi
 İstanbul'un manevi koruyucularının, daimi askerlerinin en genci olan Beyazit Kulesi'ne uzanalım. 
 Günümüzde Beyazıt meydanı içinde Serasker Kapısı'nın arkasında uzanan İstanbul Üniversitesi merkez kampüsü sınırları içerisinde kalan Yangın Kule'si ziyaretçilere kapalıdır. 2011 itibariyle ziyaretçilere açmak için girişimler başlamış resterasyonu başlamıştır.
 Beyazıt Kulesi'nin geçmişine doğru yol alırsak kulenin kaderinin Eski Saray'la başladığını görürüz. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethedince yaptırdığı ilk saray bugünkü üniversitenin de bulunduğu yerdir. Fakat zamanla anlaşılacak ki burasının imparatorluk için uygun bir saray yeri değil ve burası cariyelere bırakılarak Topkapı Sarayı inşaa ettirilir. 
 Beyazıt Kulesi 1749'da yangın kulesi olarak inşaa edilir. Ancak amacı yangınları büyümeden haber vermek olan kule tarihi boyunca yangınların pençesinden kurtulamamış. Yangın Kulesi ismine inat her seferinde ahşaptan yapılmış. 1756'da Cibali yangınında kül olan kule yeniden ahşaptan inşaa ettirilir. İlk zamanlarda Yeniçeri Ağasının dairesinin yanında olan Beyazıt Kulesi Yeniçeriler ortadan kaldırılınca Tulumbacılar Ocağı'na  devredilmiştir. Bu yüzden Tulumbacılar Köşkü diye de anılır kulemiz. Padişahların gazabına da uğrar zaman zaman ve yıktırılır. Ancak yeni bir Cibali yangınında görülür ki yeniden ihtiyaç duyulur kuleye ve Yangın Kulesi tekrar ahşaptan inşa edilir. Başına gelmeyen kalmayan Yangın Kulesi bu kez Tulumbacıların gazabına uğrar, kendilerini Yeniçerilik uğruna kurban eden devletten intikam almak isterler ve bu ahşap kuleyi yakarlar.



Yangın Kulesi
 İnşaa edildiği günden beri yanmaktan kurtulamayan kule artık ayakta kalmak ister. II. Mahmut 1828 yılında bugünkü yerini seçer ve taştan inşaa ettirir ve adını Serasker Kulesi yaparlar. 
 Beyazıt Yangın Kulesi hakkında rakamsal değerlere baktığımızda; boyunun 85 m olduğu ve 75 metrelik Galata Kulesi'nden 10 m daha uzun olduğunu görürüz. Kulenin en uç noktasına ulaşmak için 180 basamaklı merdivenleri çıkmamız gerekecek.
 Bugün hala yangın kulesi olarak işlevini devam etse de artık gelişen teknoloji sayesinde eskisi kadar rağbet görmüyor. Beyazıt Kulesi'ne belkide emekli olmamış tek kulemiz de diyebiliriz. Çünkü hala resmi bir görevi var. Bunun dışında İstanbul gecelerini renklendiren ve İstanbullulara yarının hava durumunu belirten Yangın Kulesi; yeşil renge büründüğünde ertesi günün yağmurlu, kırmızı olduğunda karlı, mavi olduğunda ise açık hava olacağını dalalet eder İstanbul'a...







Beyazıt Yangın Kulesi
 İstanbul'un dört bir yanından hala görülen, betonarme yapılara hala kafa tutan Yangın Kulesi İstanbul'un silüetinin de olmazsa olmazlarındandır. Umarım birgün ziyarete açılır da İstanbul'un o eşsiz güzelliğine bir de Yangın Kulesi gözüyle bakmış oluruz. 

18 Ağustos 2011 Perşembe

İstanbul'da Sır Dolu Bir Taş: ÇEMBERLİTAŞ

Çemberlitaş

 Çemberlitaş, Beyazıt'tan Sultanahmet'e Yeniçeri caddesinden doğru inerken, o dar tarihi caddenin sol kısmından ilerliyorsunuz hele tranvay durağının kalabalığını atlattıktan sonra geniş bir alan açılır ve Çemberlitaş selamlar sizi. Kırmızıya yakın bir mermer sütunun etrafı çemberlerle çevrili olan bu taşın tarihine uzanalım.

Çemberlitaş haçlı
Apollon



 İmparator konstantin bu sütunu Roma'daki Apollan tapınağından söktürerek, Forum Konstantin'e diktirir yani buünkü yerine. İlk yapıldığında sütunun üzerinde güneşi selamlayan Apollon heykeli vardı. Ancak Konstantin 330 yılında İstanbul'a diktirirken kendi heykelini sütunun üzerine koydurmuştur. Daha sonra bu geleneği Bizans İmparatorları Julianus ve Thedosius sürdürerek kendi heykellerini bu sütuna diktirmiş.
 Tarih 1081 gösterirken Apollon'un babası Zeus'un siniri bozmuş olmalı ki şimşek isabet etmiş heykele, Heykel yanarken sütun ağır hasar almıştır. I. Aleksios Komnenos sütunu tamir ettirerek üzerine kendi heykeli yerine eski haritalarda çok göreceğiniz Çemberlitaş üzerindeki haç heykelini koyduracaktır.
 İstanbul'un fethinden sonra üzerindeki haç indirilmiştir. 1470'li yıllarda 


Çemberlitaş Osmanlı
 Yavuz Sultan Selim tarafından tadilatı yapılan sütun II. Ahmet zamanında çıkan büyük bir yangınla ağır hasar alır ve etrafı demir çemberlerle çevrilir. O gün bugündür o sütuna Çemberlitaş denir. Roma'da Apollon sütunu ile başlayan kaderi İstanbul'da Çemberlitaş olarak devam etmiştir.
 Çemberlitaş, İstanbul'un yedi tepesinden birine dikilerek ne kadar önem arz ettiğini anlayabiliriz. Öyle ki o taş Avrupa'nın dört bir yanından insanları canı pahasına yanına getirtmiştir. Tarih kitaplarında anlatıldığına göre haçlı savaşlarında Avrupa'da asker toplamak üzere rahipler tarafından başlatılan kampanyada Çemberlitaş'ın altında İsa'nın kutsal kadehinin
olduğu ve o kadehten içenin ölümsüz olacağı söylentisi binlerce kişiyi o yollara dökmüş, Bizans İmparatorunun şehrin kapılarını bunlara açmasıyla da şehir ağır hasar almıştır. Ayasofya'da ki mozaik prinç levhalerın alt kısımlarının eksik olduğunu farketmişinizdir. Haçlı askerleri bunları altın sanıp erişebildikleri yere kadar yağmalamıştır. Peki Çemberlitaş nasıl oldu da İsa'nın kutsal kadehini bünyesine aldı. Bu konudaki rivayelerin en çok bilineni ise şudur:
 Konstantinus'un validesinin adı Helena adında bir kadındır. Helana Kudüs'ü ziyarete gittiğinde orada Kemame adında bir kilise inşa ettirir. Hristiyanlar da ona kendilerince mukaddes olan Hz. İsa'nın üzerine gerildiği salibin parçalarını, ellerine ve ayaklarına vurulan mıhları ve bazı mucizelere ait eserleri getirip verirler. O da, bunları alıp oğlu Konstantinus'a hediye olarak götürür. Konstantinus tazimle bunları alıp, hazinesine götürür.
 Zamanla kendisinden sonra gelecek hükümdarların bu mübarek eserlerin kadrini bilmeyip saygıda kusur edebilecekleri, bunun da büyük günah olacağı aklına gelir. Yerin altına taştan sağlam bir hücre inşa edilmesini ve bu eserlerin oraya konulmasını emreder. Sonra da üzerine halen mevcut olan Çemberlitaş'ı işaret olması için diker. 


Çemberlitaş Resterasyon

Her ne kadar efsane denilsede bundan birkaç yıl öncesine kadar tadilatta olan ve üzerinden birkaç yıl boyunca kaldırılmayan iskele ile yıllarca dışarıya kapalı bir görüntü sergileyen Çemberlitaş için o yıllarda da bir söylenti dolaşmaktaydı halk arasında! Bin yıllar önce haçlı askerlerini getirten bu taş bu seferde restarasyon bahanesiyle kadehi arıyorlar denilmesine sebep oldu. 






Çemberlitaş Günümüz

Çemberlitaş İstanbul'a dikilen önemli taşların kuşkusuz başlarında gelir. Çevresindeki yapılar biraz görkemini zedelese de asıl bence zararı halkımızın bu taş hakkında nerdeyse hiç bilgi sahibi olmaması vermektedir..!

17 Ağustos 2011 Çarşamba

AYASOFYA EFSANELERİ 2




Ayasofya Efsaneleri

 Ayasofya ile ilgili efsaneleri daha önce bu başlıkta yazmıştım fakat orada bazı efsaneleri ssöyleyerek geçmiştim şimdi o efsaneleri anlatarak Ayasofya'nın gizemli tarihine ışık tutalım. 
 Yıllarca her kesimden insanın ilgisini çeken Ayasofya ile o kadar çok efsane var ki, yapının her bir taşını ete kemiğe büründürmüştür. Ayasofya'nın yapılışına uzanalım.
 Ayasofya yapılma sebebi olarak Hristiyanlığın mezhepler arasındaki çatışması, Roma'ya rakip olunması gibi nedenler tarih kitaplarında yazmaktadır. Peki ya yazmayanlar! Sözlü tarih ne diyor bu asırlık ibadet yeri hakkında?



Ayasofya
 Rivayet o ki: İmparator Justinianos, putperestleri kırdığı gün yaşananlardan ötürü çok huzursuz olur. Bu sıkıntılar içinde bir gece rüyasında; aksakallı, nurani bir ihtiyar güzel bir atın üzerinde sarayın çatısı üzerinde gezmektedir. Justinianos bu durumu hayretler içerisinde seyrederken pir önüne gelir ve selam verir. İmparator selamı alır ve "Neden buradasın" diye sorar. Pir, "Sana hayırlı bir iş için rehberlik yapmaya geldim" cevabını verir. İmparator, "Buyur senin dediğini canıma minnet bilirim" der. Pir, "Küfürde inat eden putperestleri kırmakta iyi yaptın: ama bu hayrı onların mabetlerini yıkarak tamamlamalısın. Onun yerine tüm dünyada meşhur olacak yüce bir ibadethane yap ki İsa Peygamber'in dini diğer dinlere galip gelebilsin". der. Justinianos o an uykudan uyanır, etrafına bakar ki, ne Pir var ne başka bir şey! Fakat pirin sözü ruhuna işler. Bu ilhamın tanrı tarafından verildiğini düşünerek sevinir. O an "Tanrı ömür verirse bu rüyayı gerçekleştireceğim" der. Sabahleyin devlet erkanını toplar ve rüyasını anlatarak ettiği yemini söyler. Onlarda fikri beğenerek uygun bulurlar. Böylece yapımı tanrısal bir ilhamın sebep olduğu söylenir. 



Ayasofya
 Bir başka rivayet ise İstanbul'un fethi sırasında anlatılır. Fatih İstanbul'u fetih ettikten sonra Ayasofya'da namaz kılmak ister o ara Ayasofya rahiplerinden biri saklandığı yerden çıkar ve Müslüman olmak istediğini söyler. Kelime-i Şahadet getirerek Müslüman olan rahip; Hz. Süleyman'dan kalan bir mabedin Ayasofya'da nerede olduğunu gösterir. Fatih burada namaz kılar. Rahip ayrıca kutsal hazinenin yerini gösterir ve bu hazine buradan taşınarak boğazda yapılan bir kasra taşınmıştır. 
 Son olarak Ayasofya'ya giderseniz kapı kısmındaki iki deliğe ve ağlayan mermere bakmanızı öneririm. Kapıdaki deliklerin sebebi rivayet o ki: Justinianos'un güzeller güzeli karısı Thedora öldükten sonra yılanlar tarafından yenilmekten çok korkar. Kendine kurşundan bir lahit yaptırır yılanlardan korunmak için. Ölünce Ayasofya'nın önüne gömülen Thedora'nın korkusu gerçek olur ve iki yılan lahiti delerek Thedora'nın cansız bedenini yer. Ağlayan mermer ise yaz kış nem yapan bir mermer. Birgün o mermerin de hikayesini anlatacağım... 


 Ayasofya efsaneleri 3'ü yakında kaleme alacağım.


Ayasofya Efsanleri 1

5 Ağustos 2011 Cuma

In a Better World

Sonunda izledim. Kuzey Avrupa sinemasını seviyorum. Şiddet üzerine -hele de son festivalde- bir çok film izledim. Şiddetin dünya üzerindeki varoluş nedenleri ister Afrika'da ol, ister Danimarka'da ol aynı.
Hiç sevmem izlemediğim film hakkında bir şeyler öğrenmeyi, ipucu vermeden hemen kesiyorum. Sadece filmden iki diyalog (hoş biri monolog olacak) paylaşarak sonlandırıyorum film hadisesini.

Cristian'ın babası: Onu vurduysan o da sana vuracak, bunun sonu gelmez anlamıyor musun? Savaşlar böyle başlar.
Cristian: Yeterince sert vurursan başlamaz. Bu konuda hiçbir şey bilmiyorsun. Her okulda böyle bana kimse kafa tutamaz artık.

Elias'ın babası: Bazen ölümle aranda bir perde varmış gibi hissedersin, ama sevdiğin ya da yakının olan birini kaybettiğinde o perde kaybolur ve bir an için ölümü net bir şekilde, apaçık görebilirsin. Sonra perde geri gelir ve yaşamaya devam edersin. Ardından herşey tekrar yoluna girer...

2 Ağustos 2011 Salı

Burgazada Sakinleri IV

Burgazada sakinleri serisinin neredeyse sonuna geldik. Diğer ada sakinlerinde görüşmek üzere...

Karga ve martı dostluğu

Aradaki cingöz kediyi şimdi gördüm!


"Bu yer mi kaygan, benim ayaklar mı kayıyor?"

"Garo eşliğinde çok içmişiz be!"


Duvar dibi - gölge serinliği

Boy bende, pos bende!
Gagadaki peynir artıklarına dikkat! Tam yağlı beyaz peynir seviyor haspa.

Beirut Sabahı

Bugün Beirut'un müziğiyle geldim işe, pek özlemişim nedense. Sanırım uzun süredir üst üste albümlerini dinlememiştim. Beirut ile 2007 yılının ilk aylarında tanışmışım, kayıtlarda var. :) Üstüne de grup hakkında şöyle bir laf etmişim: "Coşku ve hüznü aynı bedende yaşatanlara birebir şarkılar yapan, hayatınıza armoni zenginliğiyle hooop diye oturan band."


İlk albümleri Gulag Orkestar'i kaç dinledim o yıllarda bilmiyorum. Gulag sonrası yayınladıkları The Flying Club Cup ve en son March of the Zapotec and Realpeople Holland ile Beirut yerine kanımca iyice sağlamlaştırdı. Bugün sizlere ilk albümlerinden pek sevdiğim bir şarkıyı paylaşacağım: Mount Wroclai (Idle Days)

Yine içinde coğrafyalar geçen bir Beirut şarkısı. Girizgahtaki akordeon, adeta "hikaye başlıyor" diyor. Beyrut yakınlarındaki Wroclai adındaki "tepe"ye güzelleme yapan şarkının sözleri:

and i know when time
will pass by slow
without my heart
what can i do
you're in the halls
the bell gives way to a larger swell
without my heart
what can i do, oh
wroclai

and we grow fat
on the charms of our idle dreary days
seen the shadows grow
see an ominous display
with no alarm
could we say we'd have expected this way
under stars have died
give incent to play
wroclai

Şarkının, gününe göre depresif son sözleri:

Tembel, sıkıntılı günlerimizin cazibesine kapılıp semirdik ve gölgelerin uzayışını gördük.
Hiç uyarısız geldi tekinsiz olaylar, iddia edebilir miyiz böyle olacağını,
tahmin edebileceğimizi yıldızlar ölürken...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

İstanbul'da Adalet Sancağı: ADALET KULESİ

Adalet Kuelesi -Topkapı Sarayı-

Topkapı Sarayı
Her ülkenin geçmişinden gelen hükümranlıklar ve bu hükamranlara ait bir saray yapısı vardır. Bu sarayların hemen hepsi yüksek, gösterişli, ihtişamlı, altın işlemeli muazzam yapılardır. Peki ya Osmanlı'nın Topkapı Sarayı bunların aksine en fazla iki katlı, yüksek olmayan fazla ihtişamın bulunmadığı ama el sanatlarının muazzam işlemeciliğinin kullanıldığı yapılardır. Düz bir zemin üzerine yayılarak yapılan Topkapı Sarayı'nın yüksek ve aşırıya kaçan ihtişamının olmamasının tek sebebi Padişahların Allah'ın kulu olduklarını unutmamaları verilen o hükümranlığın cihad anlayışının, O'nun yolunda bir hizmet olduğunun farkında olmalarıdır. Topkapı Sarayı'nın aksine camileri ise yüksek ve ihtişamlı yapmaları da oldukça manidardır. 
Adalet Kulesi ve Kubbealtı
İşte bu Topkapı Sarayı'nda öyle bir yapı vardır ki Topkapı Sarayı'na yukarıdan bakar ve İstanbul'dan imparatorluğa adalet dağıtırdı. Bahsettiğim bu yapı Topkapı Sarayın'ın en yüksek yapısı Adalet Kulesi'dir. Osmanlı Padişahları mütavazi saray yapılarının içine diktikleri bu yüksek yapıyla yıllardır dilden dile konuşulan Osmanlı adaletinin ete kemiğe bürünmüş hali olarak sarayın içinde görkemini sergiler. Yalnız sarayın içinde değil İstanbul'un her köşesinde görülen bu yapı İstanbul'da adaletin                                                        dağıtımının, yönetiminin göstergesi olmuştur.  
Divan-ı Hümayun odası
 Kubbealtı altı denilen yerde Adalet Kasrı'nın hemen yanında yükselen Adalat Kulesi Osmanlı'nın yönetim kararlarının alındığı yer olmuştur. Günümüzde Bakanlar Kurulu ile eş değer olan Divan-ı Hümayun toplantıları burada olup bu toplantılara vezirler, şeyhülislam, yeniçeri ağası ve kazaskerler katılır isteğe göre başka yönetim kollarından isimler de çağrılmaktaydı. Fatih Sultan Mehmed zamanına kadar Divan-ı Hümayun toplantılarına Padişah bizzat başkanlık ederdi. Zamanla vezirlerle müzakerede bulunmasının uygun olmadığına kanaat getirmiş olmalı ki, Padişahın küçük kafesten
takip etmesi uygun görülmüştür. Padişah, istediği zaman toplantıya katılır, salona açılan kafesli pencereden tartışmaları izlermiş. Fakat ilginç olan yanı şu ki, vezirlerin hiçbiri Padişahın orada olduğunu bilmezmiş. Padişah eğer gelmişse, camı tıklatarak yada perdeyi kapatarak toplantıyı bitirirmiş. Padişahın orada olduğu da ancak böylece anlaşılırmış. Böylece Padişahın herkesi gördüğü ama Padişahı kimsenin görmediği bir yönetim mekanizması kurulmuştur. 
Babıali
 19. yy sonlarına kadar Topkapı Sarayı'nda Kubbealtında Adalet Kulesi'nin gözetiminde devam eden bu toplantılar bugünkü İstanbul Valilik binası olan Babıali'ye taşınmıştır. Ancak Adalet Kasrı'nın işlevi bitmemiş zaman zaman elçileri, ağaları, vekilileri ağırlamış; şenliklere, sevinçlere, isyanlara şahit olmuştur.
 Adalet Kulesi tarih sahnesinde yerini almadan önceki son büyük işlevi ise yeniçerilerin ortadan kaldırıldığı 1826 Haziran'da üstlenmiştir. İsyancı yeniçerilerinin topa tutularak mezar taşlarının bile sökülerek ortadan kaldırılması kararı Kubbealtında alınır ve kafesin arkasındaki II. Mahmud'a sunulur. Padişahın da onayıyla yeniçeleriler ortadan kaldırılır ve idare sınıfı rahat bir nefes alır. Osmanlı'nın Osmanlı olmasında en büyük emeğe sahip olan yeniçeri ne yazık ki devletin son zamanlarında isyanların kahramanı olmuş ve kaldırılmaları Vaka-i Hayriye olarak adlandırılmıştır.
 Osmanlı'da adaletin taçlandırıldığı bu yapıya değindik, peki ya Osmanlı padişahlarının adalet anlayışı? Osmanlı padişahları bilirlerdi ki herkes Allah'ın kulu ve herkese bu adalet eşit dağıtılmalı. Bunu Osmanlı Padişahları'na Allah tarafından verildiğine inanan Padişahlar ve adalet dağıtan vekiller son zamanlara kadar ellerinden geleni yapmışlardır. Bu görev 600 yıl öyle bir işlemiştir ki yeri gelmiş Osmanlı Padişahları adalet makamının verdiği karar uymak zorunda kalmıştır. Bunun en açık örneği anlatılanlara göre şudur ki: Fatih Sultan Mehmed bir yere cami yaptırmak ister ancak yaptırmak istediği o yer bir Rum'a aittir. Rum arsayı satmak istemez Fatih Sultan Mehmed arsanın bedelinin bikaç katını teklif eder ama kabul etmez adam. Fatih bunu adamın nefsiyle verdiği karar olduğunu düşünüp kendisininkini ise ruhani, Allah yolunda hizmet olduğunu yorumlayarak camiyi buraya inşaa ettirmeye başlar. Rum perişan halde Padişah bile bunu yapabiliyorsa der. Rum'a, kadıya gitmelerini önermişler ve adaleti orada aramasını Osmanlı da adaletin herkese eşit olduğunu söylemişler. Rum bu duruma pek inanmaz ama gider kadıya durumunu arz eder. 
 Mahkeme günü gelir. Fatih Sultan Mehmed'in mahkemeye geldiğini gören adam hayretler içerisinde kalıyor. Kadı efendi oturuyor Cihan Padişahı ayakta ve mahkeme başlıyor... Fatih Sultan Mehmed zorla adamın arsasını ikisab etmekten suçlu bulunuyor ve kolunun kesilmesi kararı çıkıyor. Ancak Osmanlı yasalarında İşlenen suçun maddi olarak bir karşılığı varsa ve mağdur taraf kabul ederse mal mülk ödenerek ceza affedilebiliyor. Fatih Sultan Mehmet bunun üzerine 200 altınlık arsaya 2000 altın önerip ve hergün bir altın verme teklif ediyor adama. Adam bu duruma çok şaşırıyor! Osmanlı adaletinden çok etkileniyor ve kabul ediyor teklifi. Mahkeminin bitmesiyle ayağa kalkan kadı Padişah'ın eteklerine eğilerek "Padişahım, şu ana kadar ben Allah'ı temsil ediyordum. Ben oturuyordum, siz ayaktaydınız. Çünkü siz maznun mevkiindeydiniz. Allah'ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizliği temsil ettiğiniz, mahkemenin sonunda belli olacaktı. Ben Allah'ı temsil ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. Şimdi benim görevim bitti. Şimdi bana, size tâbî olan, sizin imparatorluğunuzun bir kadısı olarak el etek öpmek düşer." diyor.
Adalet Kulesi
  


Osmanlı'nın 400 yıl boyunca yönetiminin idare edildiği Kubbealtı günümüzde ziyaretçilerini ağırlamaktadır. Osmanlı'da adalet denilince akla gelen yapılardan biri olan Adalet Kulesi ise o eski günleri yaad etmekte ve o eski adalet dağıttığı, yönettiği imparatorluğa hasret kalarak bakmaktadır her gün İstanbul'una..

Biz Kazandere Kanyonu'nda Kazan Kaldıranlar

Bir pazar sabahı yine İstanbullular uykularındayken, sabahın ilk ışıklarında biz Pozitif Doğa Sporları Grubu mensubu 21 kişi yine çıktık yollara. Bu sefer istikamet İzmit - Yuvacık yakınındaki Serindere gibi Yuvacık Barajı'na su sağlayan derelerden bir diğeri; Kazandere'ydi.


Sabah duraklarımızdan araca bindikten sonra kahvaltı ve öğlen kumanyalarımızı almak için Yuvacık beldesinde ilk molamızı verdik. Burada bizi İzmit Doğa Gezginleri'nden Tansu karşıladı, yürüyüşü onunla beraber yapacaktık. Çaylar içildi, ilk sohbetler yapıldı, öğlen nevaleleri ve sular alındı. Araca tekrar binip, Kazandere Kanyonu'na ulaşmamız 15-20 dakikayı aldı. Son hazırlıklar, kask kontrolleri, çantaları yerleştirme faslı derken, artık tüm ekip soğuk sular için hazırdık.

Efenim, ilk etap sulara neredeyse boyumuz hizasında gömülmek suretinde geçti. Belki de ismine münhasır Kazandere Kanyonu'nun ilk kazanının içinde bulduk kendimizi. İlk kazandan çıkış, kendi adıma biraz 3,5 atarak -  yusuf yusuf şeklinde oldu. Kaymam ve dirseğimi çarpmamla moralim yerlere indi, ki bu tip şartlarda böyle bir sporu yaparken herşeye rağmen insanın morali çok önemlidir. Kaya - çarpa çıktıktan sonra, moralim yükseldi, yusuf yusuflar uçtu gitti. Pek bir keyifliymiş Kazandere Kanyonu, suyu bol, yüzmesi çok. Serindere, Doğançay ya da Sansarak gibi kanyon kıyısından suya girmeden ilerleme şansın da yok. Girecen o suya, yeri geldi mi de soğuktan titreyeceksin. Kıssadan hisse, Kazandere Kanyonu, koridorları, kazanları, dar geçişleriyle adrenalini yüksek bir kanyondu.

Küçük şelaleri aşarak, koridorlardan yüzerek, bol bol ıslanarak, düşerek kalkarak geçtik kanyonu. Birbirimize el verdik, diz verdik, daha da iyi kaynaştık kanyonda. Üst üste birkaç kez beraber yürüdüğün ekip arkadaşların da olunca kanyonda, değmesin kimse keyfimize. Dere içi yürüyüşü sonlandırdığımız yer, eski bir değirmendi. Buğday - mısır öğütmek için kullanılan bir bu değirmenin işleyişini, rehberimiz Muhi ve ekipten  Can sayesinde iyice belledik. Kendi adıma verdikleri bilgiler için teşekkürü borç bilirim.

Değirmenin ardından patika bir çıkışla dereden ayrıldık. Tırmanışın ardından bizi karşılayan erik ağacından kopardığımız ganimetlerle kısa bir mola verdik. Artık Kazandere'yi arkamızda bırakmış, geniş açıyla doğaya bakıyorduk. Yediğimiz erikleri, fındıkları, elmaları, böğürtlenleri anlatıp imrendirmek istemem ama pek lezzetliydiler pek. O kinin gibi, çok ekşi erikler hariç tabii...

Enerjisi yüksek, kahkahası bol Kazandere ekibiyle bir kanyon faaliyeti daha böyle geçti. Yaz bitmeden bir daha kanyona girer miyim bilmiyorum ama bu son haftalar kendi adıma pek bir keyifli geçti. Çürükler ve çizikler kanyon hatırası olarak yerlerini alırken, kanyon dostlukları da pek bir hatırlı olarak bende saklı kaldı.

Kazandere'de kazan kaldırdığımız 20 arkadaşıma sevgilerimle...