28 Haziran 2014 Cumartesi

Bir Hişt Sesi Gelmedi mi Fena...

 Sevdiğim adamlar, şu hayatta en çok sevdiğim yazarları ve dostlarımı kıskandı. Oysa bilselerdi onlar olmasa ben olmazdım... 

Sait Faik ve Burgazada, blogdaki birkaç yazımı okuyanların bile anlayabileceği gibi kıymetlimdir. 7-8 yaşlarında tanıştığım ve hala okurken o yaşlardaki heyecanımı hissettiren büyük bir edebiyatçıdır kendisi, ama aslolan insandır, dürüsttür, önce de kendisine.

En sevdiğim fotoğraflarından biri, müzenin bir odasının duvarında...

Dün 5-6 aylık ayrılıktan sonra yine oradaydım, evine uğradım, ufak da olsa konservasyonuna elimin değdiği, yüreğimin değdiği masasında bir saygı duruşu yaptım, sonra çatı katındakı ayrılan bölümde mektubumu yazdım, bahçesindeki ağaçlardan olgunlaşmış armutlardan yedim, içimden hikayelerini okuyup, ıslık çaldım... Sonra bir "Hişt hişt" duydum;  sonra öteden bir daha, bir o yandan, bir bu yandan hişt hişt... Gökyüzünden, saçlarımdan, ağaçtan, kargadan, begonvilden, taşlar arasından fırlayan ottan. Sonra dedim ki, eve gidince hep beraber okuyalım bu güzel öyküsünü...

Hişt Hişt 

 
"Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak traş bıçağına sinirlenmiş olacağım.
Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.
Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:
-Hişt,dedi.
Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:
-Hişt hişt, dedi.
Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen.
Hişt! dedi yine.
Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana.
Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulakları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi hişt hişt diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:
- Hişt hişt hişt, dedi.
Hani bazı kulağımızın dibinde çok tanıdığımız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.
Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe.
Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.
Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki bir kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur.
İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum.
Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğlu çirkin, aptal, otuzbirli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş.
Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.
- Merhaba hemşerim, dedi.
- Ooo! Merhaba! Dedim.
Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt hişt hişt!
-Buyur beğim, dedi.
-Bir şey söylemedim, dedim.
Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı.
- Hişt hişt, dedim.
Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.
- Bu sene enginarlar nasıl? Dedim.
- İyi değil, dedi.
- Baklayı ne zaman keseceksin?
- Daha ister, dedi.
Nefes alır gibi hişt dedim.
Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.
- Kuşlar olmalı, dedim.
- Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.
- Bir yıkatmalı, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı…
- Yıkattın mı?
- Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.
- Çocuklar nasıl? diye sordum.
- İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncusunun macerasını ya…
- Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!
- Haydi güle güle.
Biraz uzaklaşınca:
- Hişt hişt.
Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.
- Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.
- Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değil mi?
- Sen değil misin hişt hişt diyen?
- Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?
Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.
Hişt hişt!
Hişt hişt!
Hişt hişt!"

Sait Faik Abasıyanık /Alemdağ'da Var Bir Yılan (1954)

İşte o masa! Daha neler neler düşünüp, denize baktı acaba?

25 Haziran 2014 Çarşamba

Bak Küçüğüm, Eskiden Burada Bir İstiklal Caddesi vardı...


Başlıkta yazdığım gibi anlatacağız gelecektekilere hatta şimdiki çocuklara da...

Bir İstiklal Caddesi vardı, bir Beyoğlu vardı küçüğüm. Biz orada sanat yapar, kültürlenirdik. Yazarları görür, kitapçılarda kendimizi kaybederdik küçüğüm, kitabevleri şimdi etrafta gördüklerin gibi yazarkasa mantığında değildi, tıpkı insanların mantığı gibi...

 Bilmezsin sen ama burada bir sinema vardı, dünyalar güzeliydi küçüğüm. Adı: "Emek" idi, en güzel filmlerimi orada izlemiş, sinemaya bu sokakta aşık olmuştum, hoş yanımda erkekler de oluyordu ama ona duyduğum sevgimin onlara duyduğum sevgiden daha az olduğunun farkında değildiler. O salon öyle muazzamdı ki, arkeolojide öğrendiğim bezeme stillerini orada görür sevinirdim.

Bu sokakta küçüğüm bir de Han Büfe vardı, festival sonrası hızlıca tost yenir, limonata içilirdi. Yanına bir bakardın, beyazperdeden hayran olduğun yaşını almış oyuncu da seninle beraber orada nefsini köreltiyor, afiyetleşirdiniz karşılıklı. Öyle mağrur, öyle kıymetli zamanlardı...

Daha neler neler küçüğüm, şu kadın heykelleri var ya, onlara Karyatid denir. Karyatid, insanın taşıyıcı olduğu genelde kadın vücutlu sütundur, buradaki gerçek, yani sonradan yapılma değil. Ama bak şimdi ne halde! Biliyor musun, bunlardan Yunanistan'da Akropolis - Erektheion Tapınağı'nda da var, ama onlar pamuklara sarıyorlar bu kültür mirasını...

Bizim ülkemizde küçüğüm tek önem verilen miras: PARA'dır. Kültür, tarih, doğa mirası bu topraklara kaşıntı yapar, o kaşıntı öyle bir huzursuz eder ki, kolu keseriz, bacağı keseriz. Bir gün de unutturma sana "Gezi Direnişi"ni anlatayım! Yok canım, gezmekle ilgili değil, ağaçlarla, insan gibi yaşamakla ilgili bir direniş. Gülme yahu, o zamanlar ağaçlar vardı tabii, ben ağaç görmüş insanım!

Ohoo.. Karyatid'den nerelere geldik. İşte bu karyatidli kapıdan da başka bir sinemaya gidilirdi, asıl sana onu anlatacaktım. Burası da Alkazar Sineması idi, sanırım rahmetli Onat Kutlar kurmuştu, onun kim olduğunu bu toprakların sinemasına yaptığı katkıları da anlatmak isterim sana ama, bir tarafım acır hep onun ölümü gelir aklıma..

Ne diyordum küçüğüm, bu sokaklarda bizlerden önce yaşayanlar muazzam mimari eserler bırakmışlardı. Estetik duyguları yüksek insanların yaşadığı bu topraklarda, nice opera binası nice tiyatro sahnesi vardı ki, bunların bir çoğuna ben bile yetişemedim. Ondan sana ancak okuduklarımı anlatabilirim.

Hani şu meydandaki "atıl" durumdaki büyük demir bina var ya, işte o polislerin merkezi olmadan, sanat yapan insanlar buradan "atılmadan" önce burası İstanbul'da kültür sanatın mabediydi. Biliyor musun senin yaşlarında ilk annem getirirdi beni buraya, ne müzikaller izlemiş, ne operalar dinlemiş, ne tiyatro oyunlarında hayran hayran salonu en son ben terk etmiştim. Sonra büyüdüm, bu sanat mabedinde çalışır oldum, Cyrano de Bergerac'da kılıç salladım, Nazım'ın Kuva-i Milliye'sinde memleketimin insanı oldum, toplama kampında Yahudi olarak öldüm, danslar ettim neler neler.
Ah küçüğüm, eskide kaldı o zamanlar, şimdi nerede salon? Olanlarda da dostlar çorbayı kaynatmaya çalışıyor..

Bir de küçüğüm buralarda hoş, incelikli, becerikli, yaratıcı esnaf ve zanaatkarlar vardı. İnci Pastanesi olsun, Filibeli Eczanesi olsun... Türlü türlü ihtiyacı karşılayan güler yüzlü, işini bilen insanlar işletirdi buraları da. Onlar da kaybolup gitti be küçüğüm. En son Rebul Eczanesi direniyordu ki, onun da acı haberi geldi. Evet, evet eczane, ama ne eczane; aslında geçmişin bizlerle bağı... Ama ne oldu, bu oteller oldu, bu zevksiz AVM'ler yerlerine geldi, sonra ne oldu? Şehre bir şeyler oldu; küstü bize martılar, küstü bize ağaçlar, küstü bize balıklar...

Asıl inanamazsın, ben taa lisedeyken bu İstiklal Caddesi'nde ağaçlar vardı küçüğüm, caddede yürürken ağacın yaprağı tenime değerdi, içim bir hoş olurdu.

Bak yine gözüme toz kaçtı küçüğüm...

Photo by yassino

22 Haziran 2014 Pazar

Dünya İnsanı: Manu Chao

Dün ekşi fest 2014 kapsamında Manu Chao konseri'ndeydim. Hayatımda en eğlendiğim konser olan 2002 Manu Chao konseri bile yetecekken gitmeme, onunla yapılan bu röportajı da okuyunca konser yolunu tuttum.

Şunu söyleyebilirim, 2002 konserinden de fevkalade bir konser çıkaran dünya insanı Manu, atom karınca, tutku bombası, ateş topuydu adeta. Bilen bilir aslında 53 yaşında kendisi, enerjisini insandan/paylaşımdan aldığı nasıl da belli. Bu adam gibiler yeryüzünde daha fazla olsa, buralar daha da çekilir bir yer olur kesin.

Konser çıkışında dediğim gibi bir daha geldiklerinde zeytinyağlı yaprak sarması bile sarar kulise götürürüm, işte o kadar güzel kendi ve grubu. Bu kadar mı hümanist, bu kadar mı coşkulu/tutkulu olunur? İnsan be! Üstüne üstlük müzik yapıyor. Hem de çok iyi yapıyor.

 

Konserde bir kayıt yapmadım ama konser boyu Gezi sloganlarını duymanızı isterdim. Bir yanda barkovizyonda geçen yıl Gezi direnişinden görüntüler akıp giderken, bir yandan da sahnede Manu Chao mikrofonla kalp atışlarını dinletip "Gezi'deydim" dedi. Biz de: "Her yer Taksim, her yer direniş" ve "Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!" diye karşılık verdik!


  Kaçıranlar için gelsin, konser atmosferi bunun gibiydi işte...

19 Haziran 2014 Perşembe

Uyuyunca Geçmiyor

Uykudan önce insanın aklına türlü türlü şeyler gelir. Onlar, sanki bir ritüel gibi tam da o anlarda sizi yoklar, sizi oradan oraya sürükler, sonra da düşünme girdaplarına sokup, girdaplarda kaybolup sızmanızı salık verirler. Benim başım da yastıkla hasbihale girdiğinde hep aklıma, lise çağlarında edebiyat aşkıyla kavrulduğum dönemlerde Tezer Özlü'nün sayesinde tanıdığım Pavese'den bir alıntı gelir:

Kaç yaşında olursan ol, uyuyunca geçecekmiş gibi gelecek. Kaç yaşında olursan ol, uyuyunca geçmeyecek.
 

Korkmayın, içinden çıkılamayacak sorunlarım, deva bulunamayacak dertlerim yok, sıkıntılar aşağı yukarı hepimizde aynı! Hepimiz derken, anlayın işte: duyargaları açık olanlar.
Yalnız bu son yıllarda yaşanılanlar, duygu durumumuzu, alışkanlıklarımızı, zaman tüketimimizi fark etmesek de çok etkiledi. Her yeni güne uyandığımızda, bugün ne olacak acaba diye korku dolu gözlerle sorar olduk ve hatta bugün bir yerlerde bizim ruhumuz duymadan ne acılar yaşanacak, ne düzenbazlıklar çevrilecek kaygısıyla...

Yüreklerimiz büklüm büklüm, sinirlerimiz laçka, umutlarımızın şarjı bitmeye yüz tutmuş, kaygılı halet-i ruhiyeler içersindeyiz. En azından eskisinden daha fazla...

İnsan için, hayvan için, mahalle için, tarih için, nehirler, dağlar, yaylalar için, kültür & tabiat varlıklarının işte tümü için, sanat için, adalet için, çocuk için, eğitim için, geçmişimiz ve geleceğimiz için parça parça oluyoruz. Parça parça olmakla da kalmayıp "suçlu" oluyoruz.

Bugün -sanırım artık dün demeliyim- 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun değiştirilmesine ilişkin yasa tasarısı ve teklifiyle ilgili Meclis Çevre Komisyonu toplantısı vardı. Burada uzun uzadıya yazacak ne ezberim, ne de mecalim var. Sosyal medya vs.'den gördüğünüz üzere, resmen hayvan katliamına dönüşecek yasa tasarısı, hayvan deneyleri, sokak köpeklerinin yok edilmesi (malum fazla yer kaplıyorlar, uyudukları yerlere belediye çay bahçeleri ya da binalar dikilebilir) gibi başlıklardan oluşuyordu. Toplantı sonucunu merak edenler buradan okuyabilir, bitti mi hayır, mücadeleye devam!

Yeryüzünün sadece kendisine ait olduğuna inanan insanoğulları size de "zavallı" gelmiyor mu? Maalesef ki, o zavallılar içinde umudumuzu kaybetmeden yaşamak için çırpınıyoruz. Ama elbette ki umut var, umut işte tam da şu yavru köpeğin gözlerinde...


17 Haziran 2014 Salı

Kış Uykusu

Anladım ki, eskisi gibi uzun uzun yazamıyorum. Ben de Müge'nin blogunda yaptığı gibi, kendi tarihimde kısa da olsa nişaneler bırakmaya karar verdim. (Bu arada, pek güzel blogtur, takibinize alın derim.)

Tarih 24 Mayıs 2014, 67. Cannes Film Festivali'nde "Altın Palmiye'' ödülü Kış Uykusu/ Winter Sleep ile Nuri Bilge Ceylan'ın olur. Ve biz bu ödül törenini internetten yarım yamalak izleriz. Gezi zamanında iyice yüzünü belli eden yandaş medya, favori gösterilen filmin  yarıştığı dünyanın en önemli sinema festivalinin törenini bize izletmez. Sonradan bir röportajlarında Haluk Bilginer'in de dediğine göre, bütün dünya basını oradayken Türk basını festivalde ne acıdır ki yokmuş.
Ama biliyorum ki, 24 Mayıs akşamı ben ve benim gibiler bu haberi sevinçle karışık gözyaşlarıyla karşıladık.  

Sonbaharda vizyona çıkacağı düşünülürken filmin yapımcısı Zeynep Özbatur'un 13 Haziran tarihi haberiyle o heyecanlı bekleyiş başladı. Filmi 15 Haziran günü Rexx'de izledim. Rexx Sineması'nı İstanbul Film Festivali dışında böyle kalabalık görmemiştim. İlk sıralar dışında tamamen doluydu.

Film hakkında büyük eleştirmenler sıra sıra yazılarını yayınlarken burada kendimce eleştiri yapacak değilim ama benim de söyleyeceklerim var elbette. Azımsanmayacak olan sinema bilgim, hatta izleyici olarak tutkum olan sinemanın büyüsü Kış Uykusu'nda oldukça etkin. Beni ziyadesiyle mutlu etti, elbette fazla bulduğum şeyler gibi, şu da olsaydı dediklerim oldu ama... Film, yönetmenindir sonunda...

Vicdan, ahlak, gidememek, yalnızlık, yermek/övmek, yabancılık ve daha nice sözcük üzerine insanı anlatan bir seyirlik Kış Uykusu. Kah bir tiyatro sahnesi, kah bir belgesel. İnsan olmanın acısı kadar ağır ve sıkıcı hiç değil. Bir Zamanlar Anadolu kadar imgeler olmasa da duvardaki Caligula afişi gibi görene gösteren izler de var muhakkak.

Çehov, Shakespeare ve hatta bence Gorki (Küçük Burjuvalar) göndermeli filmi, herkesin diline pelesenk olan süresini de hiç düşünmeden, gidin izleyin sonra da konuşalım. Belki size de uykunuzdan uyandıracak  hesaplaşmalar yaptıracaktır.

8 Haziran 2014 Pazar

Amalfi kıyılarında Yaz Tatili..

Denizin ve güneşin kucaklaştığı bölgelerde, neş’e nin ve dostlukların doyasıya yaşandığı tatiller.. Arkadaşlarımla yaptığım yaz tatillerinden birini geçen yaz Amalfi’de geçirdim. Önce Capri Adası ‘na mı gitsek? diye başlayan planlar sonunda  tüm  Amalfi’ye yayıldı.

Napoli Körfezi’nin güneyinde, Sorrento ve Salerno arasında uzanan Amalfi Kıyıları,  yılda 5 milyon turist ağırlıyor. Unesco dünya mirası listesinde özel bir yeri var. Sırasıyla Positano, Praiano, Conca Dei Marini, Amalfi, Atrani, Ravello, Minori, Maiori ve Vietri Sul Mare  gibi küçük, denize bakan dik yamaçlarda, her virajda karşınıza çıkan ayrı bir kasaba, limon bahçeleri ve her adımda unutulmaz manzaralarıyla ..

Gezimize İstanbul’dan Napoliye uçarak başladık. Havaalanı’ndan Sorrento’ya  araba kiraladık. (Napoli Havaalanı’ndan Sorrento’ya gitmek için “sita bus” otobüsleri de var.)

Vezüv yanardağının kıyılarından kıvrıla kıvrıla Napoli’nin güneyine hareket ettik. Birbirinden güzel manzaraları ve sahil boyunca uzanan plajları seyrederek 1.5 saat sonra Sorrento’ya vardık. Sorrento’yu  merkez olarak kullanıp civardaki tüm ada ve kasabaları günübirlik gezebilirsiniz. Feribotla her saat başı Capri’ye geçilebiliyor. 20 dakika süren bu yolculukla, Capri’de ya da daha az popular Ischia Adası’nda tüm gününüzü geçirebilirsiniz. Sorrento’dan Amalfi kıyısındaki tüm güzel kasabalara yarım saat ya da bir saat içinde ulaşabiliyorsunuz. Bunların en önemlileri; Positano, Amalfi ve Ravello. Bu şehirlere ister otobüs, ister taksiyle gidebiliyorsunuz. Araba da kiralayabilirsiniz. Vezüv yanardağı ve Pompei şehri tarihe ve doğaya ilgi duyuyorsanız yarım saat uzaklıkta..

Sorrento limonları ile meşhur..
Şehrin birçok yerinde harika manzaralara sahip limon terasları bulunuyor. Bu teraslardan birine çıkarak limon kokularını eşliğinde güneşin batışını izlemeden Sorrento’dan ayrılmayın! Vezüv Yanardağı’nın karakteristik manzarası ve Sorrento Peninsula Arkeoloji Müzesi görülecekler listesine not edilmeli..

Bottega Della Tarsia Lignea Müzesi’nde  ahşap eşyaları ve oymacılığı inceleyebilirsiniz.
Duomo Katedrali’nin Sorrento’nun en güzel katedrallerinden biri. İtalyan mimarisinin ince işlerinden biri olan bu katedrali her yıl yüzbinlerce turist geziyor. Duomo Katedrali’nin yanı sıra, Basilica di Sant’Antonino’nun, şehrin en büyük bazilikası olduğunu belirtmekte de fayda var..
Pizzeria Aurora’nın klasik İtalyan pizzaları dillere destan. Dar ve şirin bir sokakta yer alan gerçek bir trattoriayı vaktiniz varsa görün derim..  L’Antica Trattoria, 1930′lardan beri hizmet veriyor. Sorrento’nun Michelin yıldızlı restoranı  Il Buco, eski bir manastırın kantininden dönüştürülmüş..
Sorrento, limonlarıyla meşhur bir şehir. En iyi Limoncello’yu Limonoro’dan satın alabilirsiniz. Ayrıca, Notturno Intarsio, şehirdeki en iyi tahta eşyalar satan dükkan. 

Bir yemek molası alıp  sokaklarında dolandıktan sonra tekrar arabaya binip keskin virajlar alarak Sorrento yarım adasının diğer tarafına geçtik. Yarım saat sonra Positano’daydık. İtalya’yı hepimiz biliyorduk ama bu dağların yamaçlarına saklanmış neşeli, bir o kadar gizemli  Positano’ya ilk gelişimizdi..


POSITANO
Arabadan indiğimizde tepeden gördüğümüz muhteşem manzara hepimizi şaşırtmıştı. Dağlara oyulmuş rengarenk evler ve seramik çatısıyla limanın ortasında Santa Maria Assunta Katedrali.. Katedraldeki 13. yüzyıl tarihli Bizans altar panosu İstanbul'dan kaçırılmış. 
Denize uzanan yüzlerce teraslarıyla, tepenizde yükselen o koca dağın ihtişamıyla, limon kokularıyla size kucaklayarak denize karışan Positano’da konaklamak için çok doğru bir seçimde bulunmuşum. Villa Tre Ville’de kaldık..

Positano’da konaklamak için beklentinize uygun çok doğru bir seçim yapmanız lazım.
Ya her gün yüzlerce merdiveni göze alıp tepelerde bir otelde gündüz ve gece manzara ile büyülenecek ya da aşağıda plaja yakın bir otelde sadece güneş ve deniz keyfi yapacaksınız. Plajlar ücretsiz, ama şezlonglar ve şemsiyeler plaja dizilmiş caffe’ler tarafından işletiliyor.
Otelimizin tepeden denize uzanan teraslarında dinlendikten sonra, denize girmek için, Positano’nun begonviller ve limon ağaçları dolu sokaklarından aşağıya kıyıya doğru yürümeye başladık.

Her köşe başında rastladığımız merdivenlerin nereye indiğini bilmediğimizden ilk gün tüm yolu yürümek zorunda kalsak da tüm restoranları ve butikleri öğrenmiş olduk. Ertesi gün kıyıya inen kestirme merdivenleri keşfetmemiz kısa sürdü. Ama sakın kestirmeden inip çıkacağınız birkaç merdiven zannetmeyin, Positano’da günde onlarca ve yüzlerce merdiven inmek ve çıkmak durumundasınız  sahile ulaşmak için. Gerçi meydana ulaşmak için de sahilden onlarca merdiven çıkıyorsunuz..

Her otelin önünden geçen, tüm Positano’yu ustalıkla uçurum kenarlarından dolaşan ring seferi yapan otobüsler var. Kıyıdan her akşam üstü yüzlerce turisti otellerine taşıyor.

Kıyıdan başlayarak önce dağın sağ tepelerine yayılmış otellere tırmanarak yolcularını bırakıyor sonra sol yamaçları dolaşarak aşağıya iniyor. Gün batımında Positano kızıla boyanırken otobüs dağa tırmandıkça gördüğümüz manzaraları tarif etmem mümkün değil. Eşsizdi..
Temmuz ayı olduğundan plajlar çok kalabalıktı. Biz ertesi gün için ufak bir sürat teknesi kiraladık.
Akşam yemeği için de Fornillo’yu seçtik. 1950’lerde John Steinbeck, Positano’yu  bir dergi için kaleme almış, o günden sonra da şehir filmlere, şarkılara konu olmuş.

Sabah kahvaltı eder etmez kah sokaklardan kıvrılarak, kah keşfettiğimiz merdivenlerden inerek soluğu saat 9’da  iskelede alıyoruz. Tekne ile denizden Amalfi kıyı yolculuğumuz başlıyor. Şüphesiz ki Amalfi’nin en görkemli kasabası Positano..

Praiano ve Conca Dei Marini kıyılarında yüzme molası veriyor, turkuvaz renkteki mağarada gondol sefası yapıyoruz. Kıyı boyunca denize set set inen limon bahçelerini hayranlıkla seyrediyoruz.

 
Amalfi, St. Andrea Katedrali
AMALFİ
Amalfi’ye tekneyle yaklaştıkça bu düz ve daha sakin sahil kasabasında konaklamamakla acaba hata mı ettik düşüncesiyle yemek yemek ve dolaşmak için tekneden iniyoruz. 

Amalfi,  Positano’ya göre daha düz bir coğrafyaya sahip.  
               
Biraz dolaştıktan sonra tereddütlerimizi bırakıp önce meydandaki St. Andrea Katedrali’ni ziyaret ediyoruz. Katedralin görkemli bronz kapıları 1065'te Konstantinopolis'te (İstanbul) yapılmış, çan kulesi ise 1180-1276 arasında tamamlanmış. Amalfi guney İtalya Campania Bölgesi'nde başpiskoposluk merkezi.

Piazza del Duomo’daki restaurantların birinde yemeğimizi yiyip dar sokaklarında limon kokularıyla sarhoş olup, Limoncelloların herbir çeşidini satın alarak, tekrar teknemize binip Amalfi’nin eşsiz turkuvaz denizinde yüzme molaları vererek Positano’ya geri dönüyoruz.


Biz ortaçağda küçük bir balıkçı köyü olan yaşlı ama yorgun olmayan Positano’yu daha çok sevdik..
Ravello Festivali - Villa Rufolo
RAVELLO

Ertesi günkü programımızda Ravello var. Ravello’ya Amalfi sahilinden otobüsler kalkıyor. Sorrento – Capri – Positano - Amalfi arasında gün boyunca çalışan çeşitli tekneler de var.
Sabah 9’da biz yine kendimizi iskelede buluyoruz. Positano’dan Amalfi’ye artık tanıdığımız, ama doyulması mümkün olmayan manzaralar eşliğinde tekneyle gidiyoruz. İskelede bekleyen üstü açık Ravello otobüsüne bindiğimizde görmediğimiz daha eşsiz manzaralar olduğunu biliyoruz. Daha yüksekte yer aldığı için manzarası nispeten daha güzel bir yerleşim. Ravello’da görülecek üç şey var. Katedral ve bahçeleriyle meşhur aynı zamanda otel olarak hizmet veren Villa Rufolo ile Villa Cimbrone.

Fornillo Plajı - Positano 
Bir zamanlar Hunlar ve Vizigotlardan kaçan Romalılar için bir sığınak yeri olan Ravello, 1953 yılından beri her yaz Villa Rufolo’da düzenlenen  dünyaca ünlü müzik ve sanat  festivaline ev sahipliği yapıyor.  

Denizden uzak ama denizle kucak kucağa sakin bir tatil geçirmek isteyenler için bir zamanlar 25.000 iken şimdilerde 2.500 nüfuslu Ravello kaçırılmaz bir yer. Öğlen yemeğimizi tavsiye edilen arka dar bir sokakta limon ağaçlarının altında avlusu olan  Il Negozietto’da yiyoruz. Ravello’nun o mistik havasından hiç ayrılmak istemiyoruz; ufak galerilerini ve dükkanlarını gezip akşamüstü dönüşe geçiyoruz.

Positano’daki son günümüzde plaj keyfi yapmaya karar veriyoruz. Kıyıdaki  Spiaggia Grande yerine küçük ama daha sakin Fornillo koyunun plajında günümüzü geçirmeye karar veriyoruz.

Akşam yemeklerimizde bizi takip edermişcesine her restoranda rastladığımız müzisyen plajda bizi boynunda gitarıyla karşılıyor, şaşırıyoruz.. Sevdiğimiz tüm İtalyanca şarkıları çalıyor gün boyunca…

Positano’daki son akşamımızda arkamızdaki dağın en tepesinde Montepertuso köyüne  çıkan bir otobüsün varlığından haberdar oluyoruz, hemen biniyoruz. Tepeye vardığımızda Positano’nun en seçkin yemekleri ve en iyi şarap mahzeniyle tanınan Donna Rosa'da gün batımında bir kadeh şarap içmek için  oturuyoruz.. Şarap mahzenini gezerken, restoran müşterileri için otellerine kadar shuttle servisi olduğunu öğrenince keyfimiz katlanıyor. Sandalyelerimize huzurla yaslanıp dolunayda Positano’yu seyrediyoruz..

Ertesi gün, Capri’ ye geçmek üzere otelimizden ayrılıyoruz.

Capri'de gün batımı
CAPRI
Artık Amalfi kıyılarınla bütünleşmiş olan Capri Adası’nda muhteşem iki gün geçiriyoruz. Capri adası Capri ve Ana Capri olarak iki bölgeye ayrılıyor. 

Otelimize  (Relais Malesca) yerleştikten sonra önce Capri’de dolaşıyor, Capri’nin simgesi üstü tenteli taxiyle birbirinden güzel villalar, bahçeler ve manzaralar arasından Ana Capri’ye çıkıyoruz. 
Biraz dolaştıktan sonra otelimize dönüp havuzda serinliyoruz.
Hafta sonuna denk geldiği için Capri Adası Napoli’den gelen turistlerle gün boyu dolup boşalıyor. Akşam olduğunda Capri’nin merkezi La Piazetta  Santo Stefano Katedrali’nin gölgesindeki bu küçük meydan birbirinden şık cafe ve restaurantları ile birbirinden şık misafirlerini ağırlıyor.

Önce akşamüstü aperatiflerini bu meydanda alıp, begonviller arasında ünlü  markaların sıralandığı sokakta yürüyoruz. Yemek yemek için tercihimiz Faraglioni.. Doğum günüme rastlayan bu güzel gecede kadehlerimizi sağlığa, dostluğa ve tabii seyahatlere kaldırıyoruz.


Faraglioni Kayalıkları - Capri
Bir sonraki gün Capri adasının simgesi olmuş Faraglioni’yi yakından görmek ve turkuvaz mağaralarda yüzmek için adanın etrafını dolaşan bir tekne kiralıyoruz. İsterseniz tekne turları bulmanız da mümkün..

Sabah Vezüv Yanardağı’nın arkasından doğan güneşin hafızamdan hiç silinmeyecek güzelliğiyle uyanıyorum. Tekne gezisinden sonra, gün batımında Capri boşalırken Piazetta’da yerimizi alıyoruz. Seçtiğimiz pizzalarla şaraplarımızı yudumluyoruz. Bu son gecemizde otele dönmeden, Tragara yolunda yürüyüş yapıyor, mehtabın aydınlattığı Faraglioni kayaklıklarını yukarıdan seyrediyoruz.


Capri’yi yaşamak için günübirlik gelmek yeterli değil.. Konaklamanızı öneririm.  

Ertesi gün, Capri’den bindiğimiz hızlı ferry 45 dakika sonra bizi Napoli limanına getiriyor. 

Arkamızda muhteşem güzellikler ve hafızalarımızda birbirinden güzel anılarla havaalanına gitmek üzere limandan ayrılıyoruz.

****

Çiğdem Erkoç'un Gezi Yazıları'nın gelecek konusu: Kenya'da Safari





4 Haziran 2014 Çarşamba

Semra Özümerzifon: “Ben sanattan anlamam” gibi bir genelleştirme biraz ilgisizlik ve tembellik alametidir."

"Ben sanattan anlamam" der bazıları.. Bu cümle beni her zaman mutsuz etmiştir. Gayretsiz, renksiz ve acıklı bulurum. Sanattan anlamak için sadece insan olmak yeterli oysa.. Sanat eserini yaratan kişi ile izleyen kişinin duygu, düşünce ve birikimlerinin aynı olması beklenemeyeceğine göre esere bakışlarının da aynı olması beklenemez... Algılama kapasitesi, kişilikler, düşünce yapısı, eğitimi, hayata bakışları ve daha birçok unsur devreye girer eseri değerlendirirken..

Semra Özümerzifon'dan dinleyelim bir de..

Sanat ve Sanatçı tarifiniz nedir?
Altamira mağarasını bulan ve tarih öncesi duvar resimlerini ortaya çıkaran Sautuora, arkeologlar ve sosyologlar tarafından, dolandırıcılıkla suçlanmıştı: Taş Devri insanları bu resimleri nasıl yapabilirdi? Sautuora bunları muhakkak çağdaş ressamlara yaptırmış olmalıydı.. Fakat zamanla diğer mağara resimleri de ortaya çıkmaya başlayınca kendisinden özür dilemek zorunda kaldılar.

20bin yıl önce insanlar mağara duvarlarına av hayvanlarının resimlerini yaparken herhalde duvarlarında güzel gözüksün diye estetik bir kaygı taşımıyorlardı, sanat diye bir mefhumdan da haberleri yoktu.  O zaman bu resimleri niçin yapmışlardı? Avcılıkla ilgili bir inançtan kaynaklandığını düşünebiliriz; hayvanların resmini yapmakla onları yakalamak arasında kendilerince bir ilişki kurmuş olabilirlerdi. 

20bin yıl öncesinden gelip 20.yy insanını hayrete düşürmeyi başaran adına sanat dediğimiz bu olgu, düşünceleri, hisleri, inançları, değişik yollarla ifade etme arayışlarından doğan ve insanlar yaşadıkça da devam edecek olan zorunlu bir uğraştır. Tarih boyunca süregelmiş uygarlıkları arkalarında bıraktıkları sanatsal eserlerle keşfederiz. Zamanının dini, felsefi, sosyal veya materyalist düşüncelerini, plastik, fonetik veya dramatik sanatsal yöntemlerle ifade ederek zamanın ruhunu diğer insanlarla paylaşan sanatçı, yaşamı zenginleştirerek, duyarlılığı arttırarak bir nevi birlik ve aidiyet duygusu yaratmıştır.


19. Yüzyılın ortalarında modern resim sanatçısı öncelikle renk ve temayı özgür kılmışsa, günümüz sanatçısı bu özgürlüğü iyice ileri götürerek farklı disiplinlerin sınırlarını gevşetmiş, ifade araçlarını çoğaltmış, ileri teknolojiyi kullanmış, bilhassa eleştirel ve isyankâr bakışı yansıtmayı da kendine vazife edinerek sanata farklı bir boyut katmıştır. Sanat sayısız kollarıyla kendisinden, çevresinden, zamanın gelişmelerinden, özetle etkilendiği her şeyden beslenerek akıp giden görkemli bir nehirdir.

Gaugain’in 19 yy sonunda yaptığı, “Nereden Geldik, Neyiz, Nereye Gidiyoruz” adlı meşhur tablosu gençliği, olgunluğu, yaşlılığı, kısaca yaşam döngüsünü resmeden bir şaheserdir.  Bir türlü cevabını bulamadığı soruları yapıtında işleyerek bir şekilde onlardan kurtulmaya çalışan sanatçı, kendini bu konuda pek başarılı hissetmemiş olmalı ki, bu resmi yaptıktan sonra (allahtan başarısız kalan) bir intihar girişiminde bulunmuş.. 

Sanatçı, hislerini, düşüncelerini, yaşanmışlıklarını, kendisini etkileyen olayları, dileklerini içtenlikle ve içten gelen bir dürtüyle çalışarak kendine özgü yeni bir dil yaratır ve bu dil vasıtasıyla diğer insanlarla iletişim kurmaya çalışır.

İlham aldığınız, sevdiğiniz sanatçılar hangileri? Beslendiğiniz kaynaklar neler?
Zamanının sanat olayları da diğer yaşam tecrübelerinin yanı sıra sanatçıyı etkileyen önemli unsurlardan biridir. En azından benim için öyledir; etkileyici bir sergi, hoşuma giden edebi bir betimleme, dans veya bir müzik parçası, bendeki yaratma arzusunu tetikler. Bilinçli veya bilinçsiz olarak bu etkilenmeler işlerime de yansıyabilir. Olması gereken de budur zaten. Sanatsal gücün etkisi ve yaratıcılığın sonsuzluğu hayret vericidir. Eskiyi içinde saklı tutarak, onu devşirerek, ondan esinlenerek veya radikal değişiklikler yaparak devamlı yenilikler yaratmayı sürdürebilen dürtüye sanatçı familyasının evrensel genetik yapısı diyorum.


Sevdiğim sanatçılar o kadar çok ki. İsim vermek gerekirse: Cézanne, Jasper Johns, Klee, Mark Tobey, Francis Bacon, Zao Wou Ki, Orhan Peker, İhsan Cemal Karaburçak, Devrim Erbil, İrfan Önürmen, heykeltıraşlardan Brancusi bunlardan sadece birkaç tanesi... Doğa ise devamlı ve vazgeçilmez besin kaynağımdır.  

Sanat çalışmalarınızın kendinizi tanımanızda ne gibi katkıları olmuştur?
Sevdiğim bir işi yapıyor olmanın verdiği haz güzel bir duygu. Sanat çalışmalarım bana ne kadar sabırlı bir insan olduğumu öğretti. İç dünyamı dinlemeyi, etrafıma duyarlı kalmayı, etkilenmelere açık olmayı ve kalıpların dışına taşabilmeyi, işin üstünde sabırla çalışmayı öğretti.   


Ağları kullandığınız çalışmalarınızın hikâyesini anlatmanızı rica etsem?
Ağlarla çalışmalara başlamadan önce tuval üzerine yağlıboya tablolar yapıyordum. Uzunca bir süre (10 küsur yıl) "Semazenler" temasını işlemiştim. Bu tema kendi içinde somut ifadeden soyuta doğru gelişerek monokroma dönüşmüş ve tamamına ermişti. Artık Mevlana’nın da deyişiyle “yeni bir şeyler söyleme vakti” gelmişti. Bir arayış içindeydim ve bu arayış 1980'de yerleştiğim İsviçre’den 2007'de İstanbul’a kesin dönüş yaptığım zamana denk geldi.

Bir yürüyüş esnasında balıkçıların deniz kenarında onardıkları ağlar dikkatimi çekti. Renkleri ve dokuları bir ressam gözüyle beni çok etkilemişti, malzemede plastik potansiyel hissetmiş ve heyecanlanmıştım. Ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim olmadan bu atık ağları balıkçılardan toplamaya başladım. Ağlarla serüvenim bu şekilde başlamış oldu.


Önce yağlıboya tuvallerle beraber kullanarak deneysel çalışmalara başladım. Daha sonra tuvali tamamen kaldırarak veya bazı çalışmalarda arka plana geçirerek yer yer başka malzemeler de kullanarak karışık teknik üç boyutlu soyut kompozisyonlar içeren tablolar yapmaya başladım. Ağlı boya adını taktığım bu soyut çalışmaların, atık ağlardan ötürü çevre sorunlarına da gönderme yapmaları, ayrıca hoşuma gidiyordu. 2010 yılında Elgiz Modern Sanat Müzesi’nde proje odalarında sergilenen bir yerleştirmede yapı aracı olarak demir kullanmış ve ağları duvardan 60 cm kadar öne çıkarmıştım. Bu yerleştirmedeki derinlik ve ağlarda ortaya çıkardığı gizemli saydamlık hoşuma gitti. Demir konstrüksiyonla atık ağları beraber kullanarak heykel yapma fikrini tetikledi, böylece şeffaf ve yumuşak heykeller ortaya çıkmaya başladı.   

Sanat çalışmalarınızın yıllar içindeki değişim ve gelişimini kendi gözünüzden aktarır mısınız?
Dönem dönem esinlendiğim, etkilendiğim, duygulandığım, ifade etmek zorunluluğunu hissettiğim konular oldu. Bunlar bazen güncel olaylar, bazen kişisel deneyimlerimle ilgili anımsamalar olabiliyordu..

"Bosna’nın Gözyaşları" serisi 1990'ların ortalarında Bosna’da yaşanan zulme karşı bir feryat idi. Dinleyici olarak müziğin hep hayatımda olması Çalgıcılar serisini gerçekleştirmeme yol açtı. Gerçek veya metaforik yolculukların esintileri olan "Yol" serisi,   Uzakdoğuda yaşanan korkunç olayın anısına "Tsunamizedelere Ağıt" tablosu ortaya çıktı. "Semazenler" teması ise somuttan soyuta doğru çıktığım bir yolculuktu ve on yıldan uzun sürmüştü. Bu tema 2007'de, Mevlana ailesinin Konya’ya gelişlerini kutlama etkinlikleri çerçevesinde, Mevlana türbesinin karşısındaki Devlet Güzel Sanatlar Galerisinde çok anlamlı bir sergiyle sona erdi. Zaman yeni şeyler söyleme zamanıydı ve bir arayış içine girmiştim. 

Ağlar önüme çıktı ve bu malzemeyi toplayarak yeniden çalışmalara başladım. Yağlıboya tablolarımdaki renk ve dokuyu ağlarla yaratarak soyut ağlı-boya tablolar ve yumuşak- heykeller yapmaya başladım. Malzemenin deniz-balık- çevre sorunları gibi konuları çağrıştırarak izleyiciye aktarması da hoşuma giden bir unsur oldu.   

Sanat – mutluluk ilişkisi nedir size göre?
Anını yaşamak mutluluk getirir, sanat buna vesile olur. Sanatsever bir müzik dinlerken, şiir veya roman okurken veya bir resme bakarken odaklanma ve anı yaşama dediğimiz hal gerçekleşir. Bu ruh hali bence bir mutluluk anıdır; uyanık bir zihin, çalışan bir hayal gücü, okuduğunu, gördüğünü, duyduğunu kendi süzgecinden geçirip içselleştirmeye gayret eden, bilge bir teslimiyet. Farkına vardırması, düşündürmesi evet, ama sanatın içerik olarak mutluluk getirmesi beklenemez.   İçten gelen bir dürtüyle sanatçı da yaratma esnasında devamlı anı yaşar. İfade etmek istediği duygularını, birikimlerini, düşüncelerini somut bir varlığa dönüştürme çabası adeta bir “içini dökme”, kendini ifade etme, sürecidir ve bu çaba genelde zorlu bir süreç olsa bile sanatçı mutludur.   

“Ben sanattan anlamıyorum” lafı hakkında neler söyleyebilirsiniz?  
“Bir sanat eserini esere bakan tamamlar” diye bir söz vardır. Sanat eserine bakan kişi kendi ruh haliyle ve birikimiyle bakar ve başkasına göre farklı şeyler algılayabilir. Sanattan keyif almak biraz da bir sanat eserine önyargısız yaklaşıp o eserle bir diyalog içine girme çabasıdır. Sanatçının zorlu süreçlerden geçerek ortaya koyduğu esere bakan kişinin de biraz gayret sarf etmesi arzu edilir. Ön yargılı davranan bazı insanlar özel bir çaba sarf etmek istemezler, ilk bakışta kolayca anlayamadığı bir eseri veya anlaşılmaz işler yapan sanatçıyı “bunlar uçuk işler” deyip suçlarlar veya kestirmeden “ben sanattan anlamam” derler. Hâlbuki sanat eserinin kolay anlaşılır olmak gibi bir vazifesi yoktur. Anlaşılmaktan öte etkilemesi, insanlarda farklı hisler, yeni tecrübeler, yeni kavramlar uyandırmasıdır önemli olan.

Bazı eserlere, bilhassa çağdaş dediğimiz çalışmalara, alışageldiğimiz tarzların dışındaki işlere bir anlam vermek zor olabilir. Bu anlaşılabilir bir duygudur. Genel izleyici alışageldiği referansları orada göremez, gizli birtakım kodlar olabilir. Sanatsever o eseri nasıl okuyacağını bilemez. Genelde çağdaş bir sergiyi gezerken böyle hissedebilir. Zaten genelde bu tip eserleri içeren sergilerde bulunan rehberler açıklayıcı bilgi verir, sanatseverleri aydınlatmaya çalışır.  Bu rehberler genelde çağdaş eserlere nasıl yaklaşılabileceğinin ipuçlarını da vermiş olurlar. “Ben sanattan anlamam” gibi bir genelleştirme biraz ilgisizlik ve tembellik alametidir.

Sanat-toplum arasındaki mesafeyi daraltmak adına neler önerebilirsiniz?
Pek yeni ve yaratıcı önerilerim yok. Sanatı göstermelik değil samimi bir şekilde önemseyen bir devlet politikası özlüyorum, yani tabu ve yasakları olmayan, sanatçıları desteklerken sanatlarını diledikleri gibi icra edebilmelerine olanak sağlayan çağdaş bir anlayış. Opera, konser, tiyatro, bale, gibi toplumun ödeme gücünün çok üstünde olabilen sanat gösterilerinde devlet yardımını gerekli buluyorum.  

Şimdilerde belediyeler tarafından semtlerde sanatsal faaliyetleri destekleyen kültür merkezlerinin açıldığını ve çeşitli sanat dallarında faaliyetler olduğunu sevinerek görüyoruz. Okullarda çocukları küçük yaşlardan itibaren sanat konusunda eğitmek, sanat gösterilerine, sergilere konserlere tiyatrolara götürmek, çeşitli sanat kollarında sanat yapmaya teşvik ederek yaratıcılığa ve yeniliklere aşina kılmak onları büyüdükleri zaman toplum bireyleri olarak sanata daha yakın tutacaktır muhakkak. Şimdilerde bunlar yapılıyor. Yurdumuzda özel müzelerin açılması, sanat ve felsefe dallarında hocaların halka açık seminerler düzenlemeleri bu konuda yardımcı oluyor.

Bireysel gayretlerle de sanat konusunda toplum bilinci arttırılabilir. Mesela biz Zekeriyaköy ve civarındaki yerleşim merkezlerinde güzel sanatların çeşitli dallarında çalışan sanatçı arkadaşlarla her yıl Açık Atölye Hafta sonu etkinliği düzenliyoruz. Bu yıl 27-28 Eylül’de beşincisini gerçekleştireceğiz; Beş yıl önce 3 atölyeyle başlattığımız bu etkinlik, bu yıl 35 atölye ye ulaştı. Ailelerin çocuklarını ve arkadaşlarını alıp hep beraber bu atölyeleri gezmeleri ve yapılan işleri inceleyip hakkında sanatçısından birebir bilgi edinmeleri, gerekirse “workshop” çalışmaları yapabilmeleri, güzel bir hafta sonu geçirmenin yanı sıra sanat bilincini de geliştiriyor.
  
İstanbul’u beş duyunuzla tarif edin desem…
Boğaz’ın sırtlarından gittikçe eksilen yeşillikler, gökdelenleriyle oluşan yeni bir siluet; aniden yeşilin içinden gerçeküstü bir etkiyle yükseliveren devasa köprüyol ayakları,  yemyeşil ormanı ezerek çevreye duyarsızca ilerleyen ucube devler... Ve AVMler.. Ter kokularını da Kurbağalı Dere’nin lağım kokusunu da duymuyorum artık, ne güzel, etraf bütün çiçeklerle donanmış, renkli, hoş, mis gibi. Kötü kokular bambaşka yerlerden sızmasa burnumuza. İstanbul artık yürüyemeyen trafiği içinde biçare boğulmuş bir şehir ve bir de biber gazı. İstanbul hep sevdiğim, seveceğim, imzalar atarak korumaya çalışacağım güzel şehrim; Hatıralarıyla beslendiğim, şiirlerde “gözlerim kapalı” dinlediğim; şarkılarda türkülerde kalmış özlenen Kalamışlar, Çamlıca tepeleri… Denizlerinde sıcak yaz günleri serinlenen ve sularında bir zamanlar sandallarla gezinilen güzel şehrim İstanbul. Şimdiki İstanbul’u düşünürken bir kenarımda her zaman gençliğimin şehri ve şehrin tarihi harmanlanmış durur, bana gülümser.

İstanbul için bir hayal projeniz var mı?
Tarihi dokuları, doğayı ve mahalle sevimliliğini gözeten, gençlerin buluşabileceği spor tesislerini ve sanatsal faaliyetlere olanak tanıyan mekânları içeren, şehrin yerleşim merkezlerinde belirli oranlarda yeşilliği zaruri kılan projeler gibi İstanbul’u ve İstanbulluyu rahat ettirecek arayışların hayal değil ayakları yere basan gerçek projeler olmasını dilerim.

Hedefte neler var? Yeni projelerinizden bahsedebilir misiniz?
Ağlarla çalışmalarım devam ediyor. Geçen yıl başlattığım “Rumelikavağı’ndan Anadolu’ya Ağ” projesi Ankara, Eskişehir, Konya ve Bursa'da sergilendi. Bu projede ağlı çalışmalarımla Kemal Şirin’in balıkçı köylerinde çektiği sanatsal fotoğrafları bir arada sergiledim. Çalışmalarımın nereden esinlendiğini göstermesi ve İstanbul’un yıllardır değişmeyen sevimli bir yüzünü Anadolu’ya taşıması açısından izleyicinin ilgisini çekeceğini düşündüğüm bu sergiyi Anadolu’nun çeşitli şehirlerine taşıyarak aynı zamanda bir sanat ağı da oluşturmayı hedefledim.  Geçen yılki Anadolu sergileri çok ilgi gördü, izleyicilerden olumlu geri beslemeler geldi. Sadece sanatla ilgili olanlar değil, sanatla ilgisi olsun olmasın her kesimden genci, yaşlısı, çocuklarıyla gelen ev hanımları sergiyi zaman ayırarak ilgiyle dolaştılar, ziyaretçi defterine intibalarını yazmayı ihmal etmediler. Gençlerden, sanat ve mimari öğrencilerinden de sergiden etkilendiklerine dair bildirimler almak beni sevindirdi ve bu sergilere devam etmem için beni yüreklendirdi. Bu proje sergilerine Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, daha sonra da Ege ve Güney Anadolu’da devam etmeyi arzu ediyorum. Ancak nakliye masraflarının yüklü olması, sponsor bulmadan ve yerel yardım almadan bu işi istediğim düzeyde devam ettirmek zor olacak.  Bu sorunları çözebilirsem Anadolu sergilerine devam etmek istiyorum. Sanatın, sanatsal faaliyetlerin Anadolu‘ya yayılmasını önemsiyorum, oradaki insanların buna ihtiyacı olduğunu ve sanata değer verdiklerini görüyorum. 

Geçen yıl Armaggan Galerisi’nin seçtiği sanatçılarla Sofa Chicago fuarına katılmıştım. Fuardan sonra işler yine Chicago’da Hilton and Asmus Contemporary Gallery'de “İstanbul Breeze” adıyla bir ay sergilendi. Bu yıl da New York‘da sergileme projesi üstüne çalışılıyor.