29 Nisan 2013 Pazartesi

Merih Yıldız'ın ilk kişisel sergisi "Kentin Tanığı" 7 - 19 Mayıs arası Teşvikiye'de Espas Sanat Galerisi'nde açılıyor.



Yaşantısının içinde var olan lirizmi somutlaştıran sanatıyla ismini var etmiş, kentin ruhundan enstantaneler damıtarak, izleyicinin içsel derinliklerine ulaşabilmeyi başarmış genç bir sanatçı Merih Yıldız… Tuvallerinde kendi tanımıyla "şiirsel bir aşk"a tanık oluyorsunuz. Aşık olduğunu zannettiğin değil, kendini düpedüz aşkın ortasında bulduğun bir aşka... İzleyiciyi kendine dahil etmeden kendi hikayesini hatırlatan, kendi iç hesaplaşmalarıyla günü sorgulattıran resimler bunlar... İstanbul'u, şehrin senfonisini aşkla belgeleyen, yoğun çizgisel, yağlıboya resimler... 



Boyama şeklini sevdim. Bir de hikayelerini.. Resimlerinde aşk var... 

Boyama şeklim, uzun bir arayış döneminden sonra ortaya çıkan, kendi geliştirdiğim bir teknik... Resimlerimde  aşk var evet. Şiirsel olan aşk.


Şiirsel olmayan aşk nasıl oluyor?
İnsanların aşık olduklarını zannettikleri durum oluyor. Aşık olamadıkları için... 

Benim zamanımdaki aşklara benzemiyor bugünün aşkları...
Günümüz aşkları maalesef fast food aşklara dönüştü.

Facebook mu dedin?
Hah ha ha... O da doğru.  Tüketim toplumu olduk. Teknolojinin getirdiği şeyler, her şeyden önce daha mekanik. Günümüzde teknoloji silah haline dönüştü. Mekanizasyon insan için değil. Teknolojinin had safhada olduğu ortamda  ilişkiler de mekanikleşti. İletişim araçları insanlara "ne de olsa yenisini bulurum" yaklaşımını aşıladı. Sürekli daha iyisine gitme arzusu kaplıyor insanı. Bir yerden sonra daha iyisi asla ulaşılamayan şeye dönüşüyor. Ortaya mutsuzluk çıkıyor. Eskiden insanlar daha duyarlıydı. Ancak teknolojinin zinciri insanı aşağı doğru çekmeye çalışsa da sanat onu asla dibe vurdurtmamak için direnmekte...

Sanat mutluluk verir mi? Kime verir ?
İnsanlar yaşadıkları çalkantılı yaşamın üzerlerindeki baskısını aşmak için dağlarda bağırmak, ağacın kovuğuna sırrını paylaşmak isteyebilir. Bu bir arınma, içsel rahatlık aracıdır. Sanatı dinlemek, görmek, duymak, dokunmak ve sanat yapmak da  insanda aynı etkiyi yaratır. Yani huzur ve mutluluk kaynağıdır sanat. Aslında bu ülkede sanat daha fazla bilinen, duyulan, daha fazla ilgilenilen bir olgu olsaydı bugün Türkiye'nin daha az psikolojik sorunu olurdu. 

Sanatın temel işlevi bence insanları karamsarlıktan uzaklaştırması olmalı. Düşler içinde tebessüm ettirmesi, gerçeklerle yüzleştirmesi ve insanları korkularından arındırması... Bazı resimler insana tokat gibi gelebilir, bazıları yüreğini okşayabilir. Bazıları renkleriyle sarsar, huzur verir. Ama en çok her daim heyecan verir. Hepimiz ustaların tablolarını bilmeli en azından fotoğraflarını görmeliyiz. İnsan kalbinin atışlarındaki iniş-çıkışlar için gereklidir bu... 



Sanatçı kimdir?

Duygu ve düşüncelerini insanı mutlu edecek şekilde paylaşandır. Madalyonun diğer yüzünü göremeyenlere gösteren kişidir. 

Hep mutluluk mu verir?
Hep mutluluk verir. Çünkü sanat insanları düşünmeye sevkeder. Düşünen, anlayan insan, en azından anladığı için mutludur. Yani sanat bir arınma aracıdır. Düşünme ve düşündürme aracıdır da... Mesela sinemada kötü karakterin yağmurun ortasında dizüstü çömelmesi onu kendi içinde çelişkilere düşürmesi, hatalarını anlaması adına ifade aracıdır. İzleyici de o durumu gördüğünde, filmin o sahnesinde ağlar. Bu mutsuzluk değildir. Bu anlamaktır. Behçet Necatigil'in dediği gibi: "Anlamak görmektir süregelen gizliyi".

Bugünü resimliyorsun. İstanbul'u belgeliyorsun...
Evet çok memnunum bundan. Benim resimlerimde aşkın saf halini görebilirsiniz. Her şeye rağmen kaybolmuş değil aşk. Resimlerime yaşadığım aşk. Resimlerime yaşadığım kentin ruhundan enstantaneler damıtıyorum. Bir balıkçı teknesine vurmuş yalnızlığı, sokaktaki sevgililerin aşklarını entrikalarını, kalabalıkları, kalabalıktaki ruhların tek tek kentin dokusuna sinmiş izlerini ve bu izlerde bulduğum kendimi resmediyorum. Şehrin içinde acı tatlı, iyi kötü, güzel çirkin ne varsa... Oluşan bu İstanbul senfonisini tuvalime yansıtabilmek bütün gayretim...

Zaten saçının kesiminden Elvis Presley çağına sempati duyduğunu anlamıştım.
Elvis Presley, 60-70'li yıllar... Dönemin sanatı güzel. Müzik dünyasının kalitesi yüksek.  Ama resimlerimin bunla alakası yok. O dönemdeki duyarlılığın hala ve ısrarla var olduğunu göstermek istiyorum.  Ne kadar yozlaşma yaşanırsa yaşansın bu değerler tamamen yok olmayacaktır. Tek tük de olsa bunu içsel olarak yaşayan insanlar var. Resim de bir şiirdir. Ben şiir de yazıyorum. Bunun nedeni birçok şeyi söylemek istememdir. Bana göre ressam görsel şairdir. 

Şiirlerinden birini paylaşabilir misin bizimle?
Memnuniyetle..

SON KARŞILAŞMA
Aşk bırakılmıştı tekrar ödünç alındığı yere.
Her şey geri verilmişti,
kalplere bırakılan mektuplar, notlar, ağrılar, karalamalar...
Bir an durdu, dönüp baktı, görmezlikten gelmek olmazdı diye düşündü. 
Ne de olsa sayfa çevrilmiş, karalamalar başlamıştı...

İstanbul’la ilgili bir hayal projen var mı?
Türkiye için bir hayalim var. Proje olsaydı keşke. O zaman hayata geçirilebilirdi belki. Ama bu bir hayal sadece. Evlerimizin tek tipleşip kibrit kutucuklarına dönüşmemesini isterdim. Keşke değerlerimizi devam ettirebilen bir mimari benimsenebilmiş olsaydı...

Kentsel dönüşüm projelerine olumlu bakmıyorsun o zaman!
Kentsel dönüşüm elbetteki iyi bir şeydir. Ama söylediğim bir dönüşümü tercih ederdim. Eskiye özlem değil benimki... Havuzu, spor tesisi olmayan bir siteden bahsetmiyorum. Ama en azından ranta değil insana saygılı bir kent olsaydı.

Parklar, bahçeler olsaydı mesela..
Ve bisiklet yolları, şehirlerarası bisiklet yolları... 


Merih Yıldız 
1979 yılında İzmit'te doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul'da, yüksek öğrenimini Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde yaptı. 

Prof. Mehmet Mahir, Prof. Cihat Aral, Prof. Şükrü Aysan hocaları oldu. 
Lokomotif Kültür ve Sanat Derneği üyesi olan sanatçı çalışmalarına İstanbul Kadıköy’deki atölyesinde devam etmektedir. 

Katıldığı sergiler:
2013 - "Printemps des Artistes" St. Pulcherie Lisesi O'da Sanat Galerisi - İstanbul
2012 - "Uyanış Anı" Lokomotif Kültür ve Sanat Derneği üyesi sanatçılar sergisi - St. Joseph Lisesi
2012 - "Dünya Sanat Günü" Resim Sergisi UPSD - İstanbul
2011 - “Miami Solo” karma resim sergisi, Miami - USA
2011 - ''Yüz Genç Yüz'' karma resim sergisi -  International Art Center - İstanbul
2011 -  “Sanat Akmerkez’de 7” Tunca Sanat İşbirliğiyle karma resim sergisi - İstanbul
2010 - "Bahara Doğru" karma resim sergisi Bindallı Sanat Galerisi - İstanbul
2010 - “Ekpresyonister Buluşuyor” karma resim sergisi - Haliç Oteli Sergi Salonu - İstanbul
2009 - "Pippa Bacca - Barışın Gelini" uluslararası karma resim sergisi UPSD - İstanbul
2006 -  "Ekim Geçidi" karma resim sergisi - Galeri X - İstanbul
2003 - 4. Değirmendere Resim Sempozyumu, "Mimar Sinan Üniversitesi’ni temsilen katılan sanatçı" İzmit
2003 - Yalova Belediyesi Karma Resim Sergisi - Yalova
2002 - Devlet Güzel Sanatlar Galerisi Karma Resim Sergisi - İstanbul
2001 - Türk Kalp Vakfı Resim Sergisi  "sergileme” Resim Heykel Müzesi - İstanbul

Yarışma Sergileri:
2012 - Nuri İyem Resim Yarışması "sergileme" Evin Sanat Galerisi - İstanbul
2011 - Nuri İyem Resim Yarışması ''sergileme'' Evin Sanat Galerisi - İstanbul
2011 - Rh Art Magazine Dergisi ve Galerisi Yılın Genç Ressamı Resim Yarışması “finalist” - İstanbul
2010 - Üsküdar Belediyesi “Salacaktan İstanbul” Resim Yarışması “ikincilik” - İstanbul
2010 - Modern Sanatlar Galeri ve Müzayedesi Resim Yarışması "Galeri Özel Ödülü" - İstanbul
2009 - Şefik Bursalı Resim Yarışması “sergileme” Devlet Resim Heykel Müzesi - Ankara
2008 - Devlet Resim ve Heykel Müzesi Resim Yarışması "sergileme" - İstanbul
2008 - Deniz Müzesi "Deniz ve İnsan" Resim Yarışması "sergileme"-  İstanbul
2008 - "Kent Yaşamı ve Engelli Vatandaşlarımız" Resim yarışması "sergileme" Ümraniye Belediyesi - İstanbul
2003 - İpek Ahmet Merey Resim Yarışması "sergileme” Mimar Sinan Üniversitesi GSF -  İstanbul

28 Nisan 2013 Pazar

An ve Anlam 17 - Gülay sorar, Gün yazar. Her pazar...


Hediye - Gecikmiş değil, zamana sığmayan bir teşekkür

Ben istemedim. O da zaten bir şey vermedi bana. Yaşamımın bir yerinde varlığı ile, düşündükleri ile, doğallığı ile kendisini tanımış olmak kendi başına bir hediye idi bana.
* * *
Birşeyler sundu, zenginleşti o. Ben ise elle tutulur birşey almadım, zenginleştim.
* * *
Bir süredir hediye üzerine yazmak, düşünmek, kağıda her ne düşecek ise sizlerle paylaşmak istiyordum. Şimdi Gülay’ın sorusu bana ulaşmadan oturdum yazıyorum. Ona, sizlere, bana bir hediye olsun, kimi hediyelere selam iletsin diledim. Ayrıca, sizin yaşamınızda ama almakla, ama vermekle sahiplerini bulacak kimi hediyelere belki bir ışık olur bu yazı.
* * *


"Gün Abi, Gün Abi" diyordu bana telefonda. "Hediye alacağız, para topladık. Çok seviyoruz onu… Saygı da duyuyoruz. Hediyemizle bunu iletmek istiyoruz kendisine. Ne alalım ona, nasıl bir hediye alalım? Bir vitrinde şunu, bir dükkanda bunu gördük. Çok güzeller…"


"Birşey alacaksanız" dedim," kullanım alanı bulsun o kişinin yaşamında, o nesne de yaşasın o kişiyle. Ya da, maddeden öte, düşüncelere yönelin, düşüncelerinizi, sevginizi, saygınızı iletin kendisine…" dedim.

"Peki, teşekkür ederim" dedi bana, telefondaki ses. Tam kapatırken, "Hey" dedim.

- Efendim ?

"Bak kerata, eğer bana bir hediye düşünürseniz bir gün, onun maliyeti 2 lirayı geçmesin, olur mu?" dedim. Güldü. "Peki Gün Abi" dedi…

Birkaç zaman sonra sözü açıldı da öğrendim, sözkonusu kişi için bir defter almışlar, düşüncelerini yazmışlar, sunmuşlar kendisine…


Geçenlerde, "Ağabey" dedi aynı genç, "görüşebilir miyiz?" "Tabi" dedim, sözleştik, buluştuk… Elinde içi dolu koca bir zarf… "Sizin doğum gününüzdü geçenlerde…" dedi. "Hani, 2 lirayı aşma demiştiniz…" Gülümsedi, mahçup, sevinçli, gururlu…

Ve açtı elindekileri, birer birer…

Dostlarımı aramış, soruşturmuş, diğerlerine ulaşmış, yazmış onlara, aramış sonrasında. Yazın demiş, Gün abiye düşüncelerinizi yazın, benim aracılığımla iletin ona. Doğum günü için. Bir imece başlatmış, desteklemiş ardından. Kimi dost katılmış bir yazı, bir düşünce ile, anlamlı bir nesne ile, kimi diğeri ise yazıyla değil düşünceyle katılmış bu hediyeye. Tüm bunların ortasında bizim kerata, onları derlemiş, toparlamış, anlamlı bir defter bulmuş içine yerleştirmiş. Düşünceli. Saygılı. Makina ile yazılı olan mektuplar açık, diğerleri kapalı zarflarda… İki de fidan diktirmiş, işte masrafı orada yapmışlar, herbir fidan için anlamlı birer mektup…

Açıldıkça açılıyor paketler, zarflar, defter sayfaları… 10 dakika kadar sürdü bu sunum… Ve ben kalakaldım. Birçok kişinin katılımı ile, koca bir yaşamın, saygılı bir özenin ürünü nefis bir hediye almaktaydım. Yaşamımda elde ettiğim en anlamlı hediyeler arasında o… Onca zaman geçti aradan, o yaşadığım heyecan ve mutluluk hala dinmedi, uzun süre de dinebileceğini sanmıyorum.

Onlarca senedir, hediye kavramını bir şekilde dile getiririm, anlamını vurgularım. O söyleyip durdıklarımı bire bir yaşamış oldum. Emeği geçenlere gönülden teşekkür ederim.

Bir, birkaç satır, birkaç dakikalık belki, bir düşünce ile bana büyük mutluluk yaşattınız. Sağolunuz.

Gecikmiş değil, zamana sığmayan bir teşekkürü, öngörülmedik bir zamanda iletmiş oluyorum. İnsanlığa, dostluğa bir hediye olsun.

Gün ARUN

18 Nisan 2013 Perşembe

Dört yıldır İstanbul'da yaşayan, ezoterik Beshara Okulu mensubu İngiliz ressam Colin Azim Looker'ın sergisi 25 Nisan'da Gallery Park Art'da....

Şu kalabalık şehri bırakıp gideceğimiz günlerin hayalini kura kura yaşıyoruz çoğumuz... Ama bir türlü de gidemiyoruz. Karşımıza nereden nasıl çıkacağını bilemediğimiz sürprizlerin bağımlısıyız da ondan!  Geçen sabah Moda'dan çıktım Yoğurtçu Park'ına doğru yürüyorum... Gallery Park Art çıktı karşıma... Yeni açılmış pırıl ğırıl geniş bir mekan. tam parkın karşısında. Kadıköy için bir kazanç daha... Galerinin yöneticisi Bahar Aykaç ile, ressam Colin Azim Looker ile tanıştım. Dört yıldır İstanbul'da yaşıyormuş. Resimlerine baktım. Konuştuklarımızı aktarmam şart oldu...

Sergi 25 Nisan 3 Haziran arası açık kalacak. Galeri, Yoğurtçu Park Caddesi 44 numarada.


Bahar'a sordum bu ilginç adamın adı neden Azim diye?
Sufizm'de insanın Allah'ın tüm isimlerini, sıfatlarını taşıdığı, gösterdiğine inanılır. Tam olarak inanmak da diyemeyiz tabii ki bilinir, kabul edilir desek belki daha doğru olur. Bu isimler sayısızdır. Bilinen Esma-ül Hüsna'da 99 isim vardır ki bu isimler insanlara hayatı kavrayabilmeleri için gönderilmişlerdir. Ama her birimiz öznel olasılıklar olduğumuzdan isimlerin dağılımı, dengesi hepimizde farklıdır. Bazı isimler daha baskındır. Ve tabii her ismin hem pozitif hem negatif özellikleri vardır. Eğer sizde baskın olan ismi bilirseniz, kendini keşfetmeniz, bilmeniz belki kolaylaşabilir. Bu yüzden Beshara Okulları'nda isim almak gelenekselleşmiştir. Ama bu isim çok zor keşfedilir. 

Azim'e ismini Bülent Rauf vermiş. Altı ay harcamış bu ismi bulmak için. Ve ismin kesinleşmesi için de üç tane farklı mesaj beklemiş. Biri rüyasında, diğer iki mesaj da günlük hayatında gelince Azim'in isminin Azim olduğuna karar vermiş. Ve onu uyarmıs. Bu isim çok güçlü bir isimdir. Su gibi azimli olmalısın yoksa isim seni tüketir demiş. Azim bu ismin ona çok şey öğrettiğini ve hala ismin anlamlarını keşfettiğini söylüyor..

Okuduğunuz okullar ve eğitiminiz  hakkında biraz bilgi verir misiniz?
İngiltere’de iyi bir ressam olmak istiyorsanız ünversiteye gitmezsiniz. Şimdiye kadar hiç iyi bir İngiliz sanatçının üniversite eğitimi aldığını duymadım. Çoğu sanat okulu mezunudur. Üniversite daha çok akademik, tarihsel eğitim verir. Nasıl resim yapabileceğiniz hakkında pek bir şey öğrenemezsiniz.

Sanat okullarında ve sanat kolejlerinde resim yapmak eğitimin yüzde doksanını kapsar. Yani akademik bir eğitiminiz olmaz ama okul bittiğinde iyi bir sergi açabilirsiniz. Başarınızın yüzde sekseni bu serginin başarısına, yüzde yirmisi ise yazdığınız tezlere bağlıdır. Sanat okulları ve sanat kolejleri üniversite eğitim sistemine dahil değildir ancak sanat okulunu/kolejini bitirdiğinizde üniversite eğitimi ile aynı derecede eğitim aldığınız kabul edilir.

Sistem dışında kalabildikleri için sanat okullarından mezun birçok kişinin çok özgün işler çıkardıklarını düşünüyorum. Beatles, Rolling Stones, Peter Blake, John Buckley gibi… Eğitimim hakkında şunu söyleyebilirim: mezun olduğum sanat okulları (Winchester School of Art ve Canterbury College of Art) cesur sanatçıların kendilerini yetiştirmeleri için uygun koşulları yaratan devrimci sanat okullarıdır. 

Ne zamandan beri resim yapıyorsunuz?
15 yaşımdan beri resim yapıyorum.

"Wittenham Clumps",  160 x 195 cm. Tuval üzeri akrilik zemine yağlıboya.
Resimlerinize ilham olan şeyler nedir?
İlham kaynaklarım çok aslında… Belki ikiye ayırabiliriz. Biri ruhsal ilham kaynaklarım: Rüyalar, vizyonlar, şamanik seyirler, özelikle Sufilerin tasarımları, mimarileri, seramikleri, renkleri kullanışları, İslami desenler… Diğeri ise fiziksel ilham kaynaklarım: Daha çok antik kutsal mekanları ziyaretler sırasında oluyor… Mekanlar vasıtasıyla eski insanları, duyguları direkt olarak hissedebiliyorum. Çatalhöyük, Büyük Britanya veya Fas’taki antik yerler, bazı türbeler gibi. Bir çok mekan var.. Böylece daha eski bir kozmos algısı  hissediyorum, birçok mükemmel yıldız, gezegen, büyülü bir kalite ve gizem… İnsan bilincinin doğduğu zamandaki gibi, meraklı…

Türkiye'ye geliş serüveniniz ilginç. Bektaşi öğretisi hakkında düşündüklerinizi rica ediyorum. Mevlana ile tanışmanız, ülkemize geliş öykünüzü anlatır mısınız?
Türkiye'yi 40 yıl içinde çok kez ziyaret ettim. İlk olarak Doğu’ya gittiğim zaman Türkiye’den geçmiştim. Daha sonra  ezoterik grup 'Beshara Okulu’  ile düzenli olarak gelmeye başladım. Beshara Okulları bir Türk centilmeni olan ve İbn-i Arabi'nin 'Fusüs el Hikem' kitabını İngilizceye çeviren Bülent Rauf Bey tarafından kurulmuştur. Her sene düzenlenen okulun altı aylık yoğun birinci kursunda iki haftalık Türkiye ziyaretleri düzenlenir. Bu ziyaretler İstanbul ve Bursa’daki Celveti Pir’lerin, Efes’teki Meryem Ana’nın, Konya’daki Sadrettin Konavi’nin, Şems-I Tebrizi’nin, Mevlana’nın ve öğrencisi Ateşbaz Veli’nin, Kapadokya yakınlarındaki Hacı Bektaşi Veli’nin ve Ankara’daki Hacı Bayram Veli’nin türbe  ziyaretlerini içerir.

Ben ilk ziyaretlerimi 1974’de yapmıştım. Konya ve Mevlevilik öğretisinden çok etkilenmiştim. Tabii ki yıllarca bir çok kez ziyaret ettim de. Hatta bir kaç sene önce Konya’da ikibuçuk yıl kadar yaşadım. Beshara Okulları hala aktif, pratik ezoterik bir okuldur ve biz (Bahar Aykaç ve Azim Colin Looker) şimdi Türkiye kurslarını İstanbul’da düzenliyoruz. Beshara Okulları ne dini ne de 'sufi' okuludur; yeni bir oluşumdur. Mevlana, İbn-i Arabi ve bir çok farklı mistik öğretiyi kullanır. Ama bir İbn-i Arabi veya Mevlana Okulu değildir. 21.yüzyıl yaşam ve çevresine uyum sağlamış, etnik, dini veya ırki bariyerleri, sınırları tanımayan bir yaklaşımı vardır.

"Wittenham Clumps" 170x185cm., Tuval üzeri akrilik zemine yağlıboya.

Beshara Okulları’nda geçirdiğim günlerden birinde rüyamda Hacı Bektaş-i Veli’yi gördüm, uyanıp rüyamı Bülent Rauf’a anlattım. O da direkt olarak Hacı Bektaş’a gitmem gerektiğini söyledi. Ben de ertesi gün gittim. Gider gitmez de Bektaşilik yolunda öğretmenim olacak insanlarla karşılaştım. Bektaşi öğretisinin kendine has inanılmaz serbest fikirli, hümanist bir karakteri vardır. Bu öğretinin çoğu kitaplar vasıtasıyla aktarılmaz, daha çok Baba’ların ağzından dinlenir. İnanılmaz güzel yazılmış yazılar var tabii… Yunus Emre’nin ve Kaygusuz Abdal’ın şiirleri örneğin.

Genel olarak İbn-I Arabi’nin yazdığı ve Sadrettin Konavi’nin geliştirdiği Vahdet-i Vücud (Varlığın Birliği) fikri üzerine yazdıkları kabul edilir, saygı duyurulur ama aslında ben otuz yıllık deneyimlerimde hiç bir Bektaşi grubunun bu yazılar üzerine çalıştığını görmedim, duymadım. Belki gizli olarak vardır.

Entellektüel öğreti Beştaşilik’de aktarımın ana kaynağı değildir, daha çok sanki cildiniz üzerine damlatılmış bir kimyasalı vücudunuzun yavaş yavaş emmesi, içine alması, böylece kimsal etkisinin tüm vücudunuza yayılması gibidir diyebiliriz. Baba’lar ile ya da Ana’lar ile bağlantıda olmak onların titreşimlerini sindirmek denilebilir, gizlice olur, uyumlanırsınız. Balım Sultan’ın (Hacı Bektaşi Veli’den sonra Bektaşi tarikatının ikinci Piri’dir) bir şiirinde dediği gibi  “…İrşadımız sırdır bizim”.

Bilindiği gibi Bektaşi Sırrı’nı kelimelerle ifade etmek neredeyse imkansızdır, ancak Yunus Emre gibi ozanlar ona en iyi göndermeleri yapabilmiştir. Bektaşiler içki içtiklerinden ve rahat insanlar olduklarından disiplinsiz oldukları sanılır. Aslında tam tersidir. Çok disiplinli ahlak ve etik kuralları vardır. 

"Wittenham Clumps" 90x90 cm. Tuval üzerinde akrilik zemine yağlıboya.

Bu topraklarda, bizim insanımızla kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Neden Türkiye'de yaşamayı seçtiniz?
Dünyada bir çok yeri dolaştım. Avrupa’nın kapılarının dünyaya kapalı olduğunu düşünüyorum, orada anlam taşıyan sanat eserlerinden daha çok, içi boş eserler var. 

Türkiye'de böyle hissetmiyorum. Kapıların açık olduğunu düşünüyorum. Burada zihinsel yolculuklar ve duyguların hareketi daha kolay. Ve burada yaşamayı seviyorum çünkü yaratıcı çalışmalarımı yapmayı kolaylaştıran bir yer.  Avrupa’da sizi ve içinizi aydınlatacak bir şey yok. Oradaki minimalist sanat dalı benim için içi boş bir sanat dalı gibi. Orada klostrofobik hissediyordum. Orada mistik Şamanik dünyaları ziyaret etmek çok zordu ama Türkiye'de bu kolay.

Beğendiğiniz ve etkisinde kaldığınız sanatçılar kimler?
Paul Klee, Matisse ve Emil Nolde’un çalışmalarını beğeniyorum. Bazı sevdiğim batılı sanatçılar var. Bir çoğunu renkleri yeni yöntemler ile kullanmış oldukları için seviyorum. Ayrıca Cézanne'nin çizim tekniğini beğeniyorum ve bazı resimlerimde tekniğini kullanıyorum. Türkiye'de kullanılan Türk renk kombinasyonlarını, İznik seramik renk kombinasyonlarını seviyorum. Osmanlı zamanında kullanılan renk ve tasarımlardan etkileniyorum.

Zazen meditasyonu ile Bektaşi öğretisi arasında bir paralellik olduğunu düşünüyor musunuz?
Evet benzerlik olduğunu düşünüyorum. İkisi de (nonverbal) sözsüz öğrenilmiş, yazıya dökülmüş bilgilerdir. Sufiler çok fazla konuşmazlar genelde. Sessizlik hakimdir. Dervişler için ‘fazla yemez, fazla konuşmaz, fazla uyumaz’ derler. Zazen meditasyonları için de bu şekilde söyleyebiliriz. İkisinde de insanlar yazılı olarak eğitilmezler. Konuşarak değil, yaşayarak, sindirerek öğrenirsiniz. Ayrıca hem Zazen ve hem Bektaşi insanları, insanlar arasında doğrudan (direct) bir aktarım (transmission) olduğunu deneyimlemişlerdir.

Meditasyon ve resim çalışmalarınız arasında bir ilişki kuruyor musunuz?
Evet, meditasyon ve resim arasında bir bağlantı olabilir. Meditasyon yapan rahipler, meditasyon sonunda ellerine bir fırça alırlardı ve hızlıca mükemmel bir daire çizerlerdi. Bu konuda yazdığım denemeler var.

"Wittenham Clumps" Kağıt üzerine suluboya,  30 x 40 cm.

Üç boyutlu bir alan yaratmak için dışarıdan gelen bir ışık kaynağına ve gölgelere değil, yalnızca saf renklere ve içsel ışığa başvurduğunuzu söylüyorsunuz... Bu söyleminizi Matisse'in tablolarında derinlik yerine rengi kullandığı çalışmalarına benzetebilir miyiz?
Genelde resim çizerken gölge ve objeler üzerindeki ışık kullanılır, ama ben bunu yapmıyorum, ışık ve gölgeye göre çizmiyorum.  Ben sadece renkleri kullanıyorum. Çünkü çoğunlukla onları rüyalarımda görürüm ve çizerim. Rüyalarımda ışık kaynağı yoktur.  Matisse çizgi, şekil ve rengin aynı olduğunu söylerdi… Bu çok değişik bir teori. Resim yapmak harika bir deneyim. Daha önce dediğim gibi üç boyutlu bir alan yaratmak, dışarıdan gelen bir ışık kaynağına ve gölgelere değil, yalnız saf renklere ve içsel ışığa bağlıdır.

"İçsel ışık"tan bahsederken izleyeni mi, ressamı mı kast ediyorsunuz?
Bu “içsel ışık” hem resime form verir hem de izleyenin içindeki aynı “içsel ışık” ile konuşur. Aslında resim dediğiniz şey fiziksel materyellerin bir araya gelmesiyle oluşur. O materyellerin bir araya gelip de sizi etkilemesi mucizevi bir şeydir.

Sufizm ile resmi ve zazen meditasyonunu nasıl ilişkilendiriyorsunuz?
Sufizm de, resim yapmak da, zazen meditasyonu da entellektüel fikirler değiller. Bu yüzden ben onları zihinsel olarak ilişkilendirdiğimi söyleyemem. Bence bu üçü de demlenmeyi deneyimlemek gibi. Şöyle açıklayabilirim, kimyasal bir deney yaptığınızı düşünün, üç farklı tüpteki bileşeni bir araya getiriyorsunuz. Nasıl bir sonuca varacağınızı bilemezsiniz, ama yeni bir kimyasal ortaya çıkacağı kesin. Merakla, heyecanla, ama sessizce, sakince bende bir araya gelen Sufizm, resim ve Zazen yaşam deneyinin bileşenleri gibi. Sonuçta bu üçünün birliğiyle ya yaşamı yakalarsınız ya da yakalayamazsınız.

17 Nisan 2013 Çarşamba

Lokomotif en résidence d'art à Kabakoz

Ce texte est en ligne dans le petitjournal.com d'Istanbul


Le weekend des 13 et 14 avril, l’association d’art Lokomotif a emmené ses artistes membres, les amis des arts, de la nature et leurs enfants pour deux jours au bord de la mer du côté de Şile à Kabakoz. 

C’était une première pour l’association: celle de créer en plein air et de faire se rencontrer les artistes et le public dans un lieu calme et inspirant…


A bord de notre Lokomotif d’artistes il y avait le sculpteur d’art contemporain Kerem Ağralıgil, le sculpteur adepte des sports de nature et de montagne et créateur du concept "Atmosfer Sanat" Taylan Akdağ, la talentueuse photographe Emine Akbucak, qui partage sa vie entre la France et la Turquie, l’artiste de danse contemporaine Gonca Gümüşayak… 

Tout le groupe, à l’arrivée, a été émerveillé par la plage de Kabakoz, la lumière du lieu, le soleil tapant, et, très vite une folle énergie doublée de l’envie d’entreprendre, de créer s’est propagée en chacun.

Avant le départ, les artistes participants avaient décidé de travailler à la fois sur une œuvre collective et de mener des micro-projets collectifs ou non en parallèle.

Les sculpteurs Taylan Akdağ et Kerem Ağralıgil ont inspecté la plage. Ils ont trouvé un tronc d’arbre comme échoué au milieu du sable (photo de gauche AGH). Ils ont décidé de le ramener vers la pension locale “Istanbul Kamp” afin de travailler dessus et de lui donner une nouvelle vie. 

Heure après heure, aidés par les autres artistes, les amis mais aussi les enfants ravis, ils ont recouvert le tronc de cuivre. Peu à peu, un nouveau regard s’est posé sur ce bout de bois qui devenait sous les yeux de chacun une pièce d’art.

Premières pièces d'une future exposition
Le choix du cuivre n’était pas anodin. Kerem Ağralıgil et Taylan Akdağ ont souhaité utiliser un matériau qui subirait des modifications physiques au contact de la nature, du soleil et du vent. Un matériau qui se modifierait au fil du temps. 


Déjà en quelques heures, les teintes du cuivre ont commencé à se contraster, à se colorer et le processus était vraiment intéressant à voir ! Finalement, le tronc a été redressé et disposé à l’entrée du site pour saluer les futurs visiteurs et témoigner de notre passage sur place.

Emine Akbucak, photographe, quant à elle, a travaillé sur les plaques de cuivre avant que celles-ci ne soient posées sur le tronc. Elle a proposé un nouveau regard sur le métal (photo de droite AGH). Elle a joué avec l’aide de Gonca sur la texture, les reflets du soleil, les ombres portées sur le cuivre et a réalisé une série de photographies étonnantes. 

Le tandem a également réalisé un autre travail collectif photographique basé sur le rapport entre le corps et la nature, la transparence et la nudité. Mais chut... Pour le moment on ne peut pas en dévoiler plus… 
A découvrir dans une future exposition!



Danse sur le sable
C’était également pour les enfants présents l’occasion de regarder les artistes travailler mais aussi de participer à des ateliers de danse improvisés et dirigés par Gonca Gümüşayak sur la plage. Emmenés par la danseuse tantôt au bord de la mer, tantôt près des rochers, les enfants ont pu explorer les lieux en faisant appel à la vue, l’odorat, l’ouïe... sans oublier leur corps. 

Les tout petits comme les plus grands se sont complètement laissés porter par l’énergie et les propositions de Gonca et ont voulu absolument recommencer le lendemain, mais cette fois-ci en emmenant d’autres camarades avec eux. Comme c’était gai et tendre de les voir évoluer au milieu de la plage !

Durant la journée, j’ai moi même proposé aux enfants de collecter coquillages, cailloux, feuilles et tous types de matériaux. C’était à mon tour de proposer un atelier (photo de gauche AGH). Après la collecte, les enfants ont fait des assemblages créatifs qui ont été pris en photo. Quelle fierté pour ces petits bouts de talent! Les enfants avaient d’ailleurs des noms prédestinés : Deniz (la mer), Doğa (la nature), Defne (le laurier), Demir (le fer), Kaya (la roche), Lâl (le feu).


Nous sommes tous revenus dimanche heureux de ces moments de partage et nous vous donnons rendez-vous avant l’été pour une nouvelle résidence. 

Qui sait où notre locomotive nous conduira pour cette prochaine halte dans la nature?

15 Nisan 2013 Pazartesi

Lokomotif'in Kabakoz'daki Sanat Rezidansı... Bir kütüğün heykele dönüşümü... Sanatçılar, sanatseverler, doğaseverler ve çocukları...

Taylan Akdağ'ın resmi çocukların doğadan
topladıklarının arasında..

Lokomotif Kültür ve Sanat Derneği 13 - 14 Nisan Cumartesi ve Pazar günleri Şile Kabakoz'daki İstanbul Kamp'ta bir Sanat Rezidansı gerçekleştirdi.

Derneğin heykeltraş, ressam,dans, fotoğraf sanatçısı üyeleri ile sanatsever üyeleri ve "Doğada Sanat" etkinliğini izlemeye gelen eğitimci, iletişimci, hukukçu, reklamcı, bilgiişlemci, turizmci doğaseverler ve çocukları hep birarada harika bir haftasonu geçirdik.

İstanbul Kamp çok az tesisin sahip olduğu bir vizyonla deniz kenarındaki doğa ile uyumlu, sakin, mutevazı ve samimi mekanını sanata ve sanatçılara açtı.

Sanatı yoksayan ya da sanatın bir toplumu vareden değerlerinden biri olduğunun farkında olmayan kesimlere örnek oluşturmalarını diliyorum.

Cumartesi günü sabahın dokuzunda giriş yaptığımız İstanbul Kamp'ın denize nazır mekanına yerleşir yerleşmez sahile koştuk. Güneşli bir gündü. İçimiz ısındı ilk andan itibaren. Gece yarısı yağmursuz gök gürültüleriyle sıcak odalarımızda derin uyuduk. Ertesi gün hava kapalı ve serindi... Ama ne gam! Herkes üretiminin peşindeydi. Resim, heykel, fotoğraf, dans, okuma, yazma, müzik, doğa yürüyüşü, yoga... Şehrin kaosundan, dönüşümünden, yapaylığından uzakta...


Gerçeküstü avangard resim ve heykelleriyle tanıdığımız Kerem Ağralıgil, doğada sanat organizasyonlarıyla dikkat çeken Atmosfer Sanat'ın yaratıcısı Taylan Akdağ, ışık ve yansımalarını fotoğraflarında soyut resimlere dönüştüren fotoğraf sanatçısı Emine Akbucak, modern dansın genç ve cesur temsilcisi Gonca Gümüşayak ve hepimizi dinamik ve samimi girişimci ruhuyla biraraya getirmeyi başaran Lokomotif Kültür ve Sanat Derneği'nin Yönetim Kurulu Başkanı sevgili dostum Jülide Bigat ve derneğin kurucu yönetim kurulu üyelerinden bendeniz Ayşe Gülay Hakyemez ve ressam Serhat Koçak hep birlikte, bu haftasonu, yaşamımızı anlamlandıran güzel deneyimlerden birini yaşadık. Hatıralarımızda yerini alacak...

Çocukların doğayı hisset dansı... Dansçı Gonca Gümüşayak ile...

Kerem ve Taylan sahilde buldukları devasa bir kütüğü iplerle bağlayıp kamp alanına kadar çektiler. Üzerine yer yer bakır levhalar yerleştirdiler. Güneşin altında alev alev parlayan bu incecik bakır levhaları tahta çekiçlerle ufak darbelerle şekillendirdiler.  Fırtınada kimbilir ne zaman yıkılıp sahilde çürümeyi bekleyen bir ağaç gövdesinin kaderi değişti bir anda! Bir dönüşüm yaşamaya başladı. İki gün boyunca iki heykeltraş önce tasarladı sonra uygulamaya geçti ve ayağa kaldırdı bu koca kütüğü.. İstanbul Kamp'ın değerli sahibi doğa sporcusu ve Kabakoz Köyü muhtarı Murat Tonbul'un da desteğiyle!

O bir sanat eseri, bir heykeldi artık ve İstanbul Kamp'ın girişinde doğaseverleri selamlayacaktı bundan böyle! Açılış alkışlarla, Gonca Gümüşayak'ın doğaçlama dansıyla yapıldı. Kendisini izleyenler arasında şahane web sitesi "İstanbul for Kids"in yaratıcısı Pemi Melamet de vardı...

Fotoğraf: Emine Akbucak

Fotoğraf sanatçısı Emine Akbucak'ın sahilde bir kenarda heykel olmayı bekleyen bakır levhalar üzerindeki yansımaları keşfedip fotoğraflaması ise bir başka sanat olayına dönüşüvermişti. Bir soyut resim serisi oluşturdu çektiği fotoğraflarla. Bizlerle paylaştığında hepimiz hayran kaldık. Eminiz yakında bu seriden bir sergi oluşur...

Lokomotif'in "Doğada Sanat" tecrübesini izlemeye gelen ailelerin güzel isimli çocukları Defne, Doğa, Demir, Lal, Deniz ve Kaya'nın doğadan topladıkları dallar, taşlar, dikenler, ağaç kabuğu ve boyalarla günün sonunda yarattıkları görülmeye değerdi... Bakir beyinleri ve müdaheleden hoşlanmayan resim ve yerleştirme yetenekleriyle özgürce  çalıştılar... Ne güzel resimler, yerleştirme ve kolajlar yaptılar! Ve güne imzalarını atıverdiler olanca heyecanları ve doğallıklarıyla...

Herkes mutluydu. Değişik bir deneyim yaşadık beraberce. Bir başka "Doğada Sanat" etkinliğinde biraraya gelmeyi umarak... Sevgiyle!

Deniz Koncavar'dan (7) bir yerleştirme


Defne Farsakoğlu'nun (9) kolajına bakın hele!
Soldaki insan değil evmiş.. ve bahçeye düşen gölgesi...
Enstallasyon Lal Melamet'in (6)

14 Nisan 2013 Pazar

An ve Anlam 15 - Gülay sorar, Gün yazar. Her pazar...

İnsan kendine yalan söylemekten ne zaman vazgeçer?


Şimdi hızla bu yazıyı yazmalı… Verilmiş sözü tutmak adına… Önümüzdeki iki gün vaktim olmayacak gibi görünüyor. Sözü tutarım yazıyı yazmakla ama önümüzdeki 35 dakikada ortaya ne çıkacak, merak ediyorum. Kalite adına, kendime o verilmemiş ama tutulmazsa olmayacak sözümü, size borcumu yerine getirebilir miyim bilmiyorum… Saygı adına. Kendime, eylemime, sizlere saygı adına.. Birlikte göreceğiz.

"Çocuklar, yalan söylemeyin. Gerek yok. Durum ne ise dosdoğru dile getirin, gerekiyorsa bedelini ödeyin, yolunuza alnınız açık, gururla devam edin…" diyen bir babanın oğluyum. Bu sözü 10 yaşım yakınlarında duymuş olmalıyım. Tekrar edilmedi. Buna gerek de olmadı.

İyi de, yaşamımı dürüstlük adına kurmuş olduğumu her yeri geldiğinde dile getiren, dilerim yaşamıma da en temiz şekli ile yansıtan ben, daha iki ay olmadı, neden birkaç gün boyunca, durup dururken, iyi de, o dürüstlük ardında acaba ben çevremdekileri bir şekilde yine kandırmakta mıyım diye kafa patlattım dersiniz? Üstelik, endişelerimde haklı olduğum bir bakış açısı bile buldum o düşünmelerimde. Kendince doğru olman yetmiyor, karşındaki için de doğru olmalısın diyordu içimdeki ses. Ne demesi, bağırıyordu bunu bana.



Genellikle herbirimiz yaşam olaylarımızı, davranış ve tepkilerimizi, yorumlarımızı, durumlar karşısında aldığımız tutumu, iletişimde bulunurken seçtiğimiz kelimeleri, karşımızdaki kişilere, iletişimde olduklarımıza göre ayarlamıyor muyuz? Topluluk, çocuk, patron, sevgili, sevilen, korkulan, bilgili, saygın, konudan uzak kişi… Karşımızdaki her kim ise, o an yaşamakta ve iletmekte olduğumuz halimizi o kişiye, kişilere, ortama, konuma göre uyarlıyor süslüyoruz, değil mi?

Kendimizle barışık olduğumuzu bile dile getirdiğimizde yorum mekanizmamız içerisinde bu bizi çevreleyen kişiler bir şekilde bulunuyor ve durumumuzu etkiliyorlar. Kendimize, karşımızdakine yalanımızı üretiyorlar sonuçta.

Bir düşünün, doğru söylediğimiz anlarda bizi kuşatan her ne ise bizi ilgilendirmemektedir. Varolanı dile getiriyoruz çünkü. Olduğunca…

Her ne zaman, bir şekilde kendimizi dış dünyamıza uyarlıyoruz, orada bir doğru olmamak hali içerisindeyiz. Yalan söylemek değil, doğruyu duruma uyarlamaktan söz ediyorum, karıştırılmamalı.

Söze gelince, temel aldığım, o verilmemiş ancak düzgün olmak adına tutmak durumunda olduğumuzu varsaydığımız söz düşünülmeli.  Belli bir durumda (bakın, “belli bir durumda” diyorum) verilen sözler genelde o sözkonusu durumu ve onun uzantılarını ilgilendirir olsa gerek.

Verilen söz, bence bir borçtur. Kişinin ilkin kendisine, karşısındakine, yapmakla yükümlü olduğu eyleme karşı bir borç. Ve, ilişkiler arasındaki dengenin geri oluşması adına her borç, bence, ödenmelidir.

Benciller sadece kendilerini, kendi çıkarlarını düşünüp diğer yönlere, durumlara karşı saygısız oldukları için her tür sözü rahatlıkla verir ve kendilerini onunla borçlandırmazlar. Kısa dönemde küçük başarılar, kimi kazanımlar ile tatmin olurlar ancak uzun dönemde şu veya bu şekilde insansız, sevgisiz, uzun dönemli, dayanıklı, mert dostluklar olmaksızın yaşamlarını yeni flörtler ile doldurdukları, kısa zaman sonra mutlaka aldatacakları insanlar ile götürürler.

Başkalarının, kendilerini çevreleyen, belki tanımadıkları, kimi zaman belki sevmedikleri insanların bile durumunu gözardı etmeyen, kollayan, sözlerini eylemlerine, yaşamlarına yansıtanlar ise, o tanımayıp, belki bir dönem sevgi beslemedikleri tarafından bile saygı ile anılır, bilinirler. Her zaman kazanmazlar belki ancak yaşam içinde, uzun dönemde kaybetmezler de, gibi geliyor bana. Şairin dile getirdiği “ vermekle tam kalanlar” arasında olurlar onlar.

Bir görüş var, katılmadığımı sandığım, ancak toplumda uygulamalı bir gerçekliğe sahip olan “yalan, hayatta kalmak aracıdır“.  Doğru ise, yaralanarak bile olsa ayakta kalmak aracı olsa gerek.

Yaşam ise bunun ortalarında buluyor yolunu. İşte o yol üzerinde hangi duraklarda durduğumuz ise herbirimizin yaşam rengini, acılarını, seçimlerini, dolayısıyla kişilik renklerini belirliyor olsa gerek. Daha önce dile getirmiş idim, nice yaşam durumu var ki, çıkmazlardan zaman olur belki mertlikle söylenen bir yalanla çıkılabilir. Öylesi bir durumu yargılamak durumunda olursanız, dilerim işin içindeki saygı boyutunu da hesaba katmayı unutmazsınız. Kişinin kendisine, o yalanın kurbanına, yapmakta olduğuna, amacına olan ya da olmayan saygı, varılacak yargıyı önemli derecede değiştirebilecektir.

Bu son paragrafı, inanmadığım bir durumun bile savunulacak, anlaşılacak bir yönü olabileceğini vurgulamak için yazdım.

Hızla yazdım, 35 dakika şimdi doldu. Ve, bugün bu yazıyı, şimdi üzerinde hızla okuyup, birkaç dakika içerisinde böyle göndereceğim, dilerim anlamsız yanlışlar içermemektedir.

Herbirinize güzel bir hafta, nefis ilişkiler, paylaşımlar, mutluluk diliyorum.

Saygıyla.

Gün ARUN