31 Ocak 2015 Cumartesi

Armutlu'daki şarküteri dükkanında müzik stüdyosu kuran Erdal Kılıç: "Müzik de, yemek de, tiyatro da sadece üretim anında sizindir. Ondan sonra size sadece hatıraları kalır."



Yarın Pazar.. Kahvaltı sofranız için özel bir şarküteri adresi vermek istiyorum.. Etiler'den Armutlu'ya inerken solda ilginç bir dükkan. Nishh Şarküteri.. Neşeli tabelasını hemen farkedeceksiniz.. Kurucusu Erdal Kılıç. Müziğe ve lezzete düşkün bir gurme..  Dükkanına uğradım geçen hafta. Sıcak şarabından tattım. Parmaggiano-Grand Padano- Parmaggiano Reggiano peynirleri ve salamlardan oluşan bir antipasta tabağı eşliğinde muhabbet ettik..


"İyi Şarküteri" ne anlama geliyor?
“Şarküteri” tanım olarak etlerin değişik yöntemlerle pişirilerek olağan dışı, farklı usullerle yenmesine imkan sağlama sanatıdır. Öyleyse iyi şarküteri de bunun iyi yapılmış hali olmalı..

Gelenek ve dini inançlarımıza uygun olması için mi yoksa farklı lezzetler (İtalyan şarküteri) için mi şarküteri üretiyorsunuz?
Dürüst olmak gerekirse şarküteri zanaatı domuz eti ile daha iyi yapılabilen bir iş. Hem yağ içeriği hem de ph değeri itibarı ile domuz eti bu işe daha uygun. Ancak biz çoğunluğu Müslüman olan bir coğrafyada yaşıyoruz. Dini inançların yanı sıra, yeme kültürü olarak da domuza pek aşina değiliz. O halde bu işi yapacaksanız bu ülkede dana, sığır ve kuzu ile yapmalısınız. Benim hareket noktam da bu oldu. Acaba dünyada yapılan farklı et ürünlerini ve şarküteriyi kendi kültür ve inancımıza uygun hayvanların etleri ile yapabilir miyiz? diye düşündüm ve bunu yapıyorum. Yaptıklarıma İtalyan şarküterisi diyemem ama, şekil ve isimlerinden esinlendiğimi de yadsıyamam. Örneğin bir "coppa"yı danadan yaptığım ve öyle adlandırdığım zaman ilginç oluyor.



Şirketinizin adını neden "Fark-et-mez" koydunuz, sizce olumsuz çağrışımları yok mu?
Bunu bana sık soruyorlar ben nedense bir olumsuzluk göremedim ve onun için farketmez dedim. İlk aklıma gelen hep eleştirdiğim bir konuya parmak basmaktı. O da şudur. Bizim insanlarımız bir ayakkabı almak için 10 mağaza dolaşabilir belki 10 gün araştırma değerlendirme yapar ama bu akşam ne yiyelim ya da nereye gidelim sorusuna “farketmez” diye cevap verir. Bunu hep çok anlamsız bulmuşumdur birini ayağına giyiyorsun diğeri düpedüz içine giriyor nasıl farketmez, ismimiz biraz da bu görüşlerin etkisi ile kondu. Ayrıca farklı et farklı meze anlamı da içeriyor dahası Fransa da rastladığımız Marc Et Pierre gibi isimlere de benziyor yani biraz matrak geçen bir isim. Üretici olarak şirketimiz Farketmez A.Ş. , şarküteri markamız Nishh'dir.

Müzik Stüdyosu ve Şarküteri ikilisi dünyada sadece sizin mekanınızdadır herhalde...
Vitrinine saat koyan sünnetçinin hikayesini duymuşsunuzdur. Doğrusu böyle sorunca biraz o fıkrayı hatırlatıyor ama bence gerçekten o kadar da uzak değiller.

Yemek ile müzik ve tiyatroyu birbirine çok benzetirim ben.. her üçünde de bence çok ileri boyutta yaratıcılık vardır, duygulara hitap vardır, zevk vardır, duyarlılık vardır.. dahası sanat vardır. Ve bilmem hiç dikkat ettiniz mi? Müzik de, yemek de, tiyatro da sadece üretim anında sizindir. Ondan sonra size sadece hatıraları ve varsa yaşattığı iyi ya da kötü anlar kalır.

Örneğin bir resmi ya da heykeli beğenir alırsınız artık sizindir. Gider duvarınıza asar ya da istediğiniz yere yerleştirirsiniz.. istediğiniz zaman bakarsınız. Oysa müzik, yemek tiyatro öyle midir? Sadece izlerken o sanatçı sizinle paylaşırken sizindir ondan sonra baki kalan bir hoş sedadır.. Bir damak anısıdır o kadar..

Bu yüzden içinde hem yemek, hem müzik, hem de kabareler yapılabilecek bir mekan yaratmaya çalışıyorum yıllardır. Burası bu kavramdan hareketle yaptığım üçüncü mekan olacak. İlk ikisinden aldığım dersler var. Bakalım hayırlısı..

Mesleki geçmişinizden bahsedebilir misiniz?
Eğitimini gördüğüm meslek gemi inşaat ve makine mühendisliği. Tam 26 yıl üst düzeyde ve dolu dolu yaptım. Bu arada müzikle uğraştım, tiyatro oyunculuğu yaptım ve yemek pişirdim. Erken emekli olmaya karar verdim ve tam zamanlı olarak yemek yapmaya ve şarküteri üretmeye başladım. Beş yıl oldu. Yiyenler iyi olduğumu söylüyor ben de öyle olduğumu düşünüyorum. Çok çalışırım çok okurum mesleğim gereği dünyayı çok gezdim ve çok donandım. Hepsinin bileşkesidir farketmez. Şöyle de diyebiliriz ne yaptığın çok da farketmez eğer bilgiyi emeği ve özeni birleştirebiliyorsan iyi şeyler yaparsın.

Uzmanlık alanınız et ve şarküteridir diyebilir miyiz?
Tabii diyebiliriz ama nar ekşimizi, reçellerimizi de tattınız bu kararı size bırakıyorum. Hiçbirşeyi yüzeysel yapmıyoruz burada. Benimle birlikte iki genç kadın aşçı da var. Biri Türk, diğeri Rus asıllıdır. İkisi de eğitimli aşçılardır. Biri yüksek eğitimini Türkiye'de, diğeri Miami'de almıştır. Ben neredeyse 20 yıldır et fümeliyorum. Bir zamanlar çok saygı duyduğum bir büyüğümün kendi mesleği için söylediği bir sözü çok beğenirim. “Bu kadar zaman eşeği bağlasaydınız o bile iyi salam yapmayı öğrenirdi”.. Biz iyi salam yapmanın ötesini araştırıyoruz doğrusu. Mesela hiç sanayi işlemi ve katkısı kullanmadan otantik yöntem ve reçetelerle ürünler üretiyoruz.

Şarküteride kalite standartları hakkında bilgi verebilir misiniz biraz?
Yukarıda biraz bahsettiğim gibi sanayi üretiminin bu işlere girmesi çok şeyi değiştiriyor. En büyük düşman da randıman, verimlilik ve standardizasyon kavramları.

Basit bir örnekle bir antrikottan tütsülenmiş et yapacaksınız.. Hayvanın eti %20 yağlı ve su oranı %50 lik bir kas kütlesi ile yola çıkarsanız kurumanın ardından elinizde yaklaşık %30 yağlı bir ürün kalır. Şimdi bunu standart hale getiremezsiniz.. her hayvan her et her proses farklıdır.. işin heyecanı da buradadır biraz.

Sanayi norm dedin mi iş değişiyor.. bu sefer çeşitli kimyasallar, et enjeksiyonları vs. giriyor işin içine. Kalite dediğimiz şey modern dünyada norma ya da tanıma uygunluk olarak tanımlanır. Üstelik bu ürünler çok da kaliteli olarak tanımlanıyorlar ki öyleler. Oysa yemekte, müzikte, sanatta kalite (uygunluk-konformite) çok önemli değildir burada nefasete bakılmalı.. o bakımdan ben önce nefaset diyorum. Nefaset için "Fark-et-mez" gerek diyorum.

Armutlu'da şarküteri açmak nereden geldi aklınıza, sapa bir yer değil mi?
Aslında değil bence, örneğin Levent ya da Etiler de oturuyorsanız Armutlu size en yakın yer. Aklımızda bıraktığı izlenim hala biraz kötü ama bu da hızla değişiyor. Mesela buralarda oturup İstinye'ye ya da Boğaz'a giderken önünden geçtiğiniz bir yer Armutlu. Ya da Boğaz'da oturuyorsanız şehre inerken trafikten kaçmak için geçtiğiniz yer Armutlu.

Burası dükkan ama aynı zamanda insanlar tadım yapıp, şarap da içebiliyorlar.. insanların bu konsepte yaklaşımı nasıl oldu?
Evet aynen öyle.. oldukça geniş bir seçenek var. Soğuk etlerden peynirlere, mezelerden turşulara kadar bir iki çeşit sıcakla birlikte mükemmelen karın doyurabileceğiniz bir yer . Özellikle geniş bir şarap seçeneği de bulunduruyoruz.

Dahası bunları oturup yeseniz de eve götürseniz de market fiyatı ödüyorsunuz. Ayrıca bizim ayarımızdaki ürünleri satan tüm lüks şarküterilerden daha ekonomik olduğumuz da tartışılmaz bir gerçek. İşte bir önceki sorunuzun cevabı da burada. Bizde sadece 35 liraya içebileceğiniz güzel bir Concha y Toro Shiraz'a 100 lira vermek istiyorsanız daha havalı bir semte gidebilirsiniz. Ama unutmayın verdiğiniz paranın büyük bölümü tabaktakine değil malsahibinin banka hesabına kira olarak gidiyor. Burada durum farklı. Biz aldığımızın büyük bölümünü ürünün nefasetine harcayabiliyoruz. Şu ana kadar gelenlerin yaklaşımı çok olumlu.. İnşallah böyle devam eder.

En iddialı ürünler hangileri? Diğer şarküterilerden farkınız sizce ne?
Vallahi çok iddialı gelecek ama iddialı olmadığımız hiçbirşeyi rafa çıkartmıyoruz. Bu hepsini herkes beğenecek demek değil ama “yahu idare eder” değimiz bir ürün yok. Diğer şarküterilerden temel farkımız biz yaptığımızı satıyoruz et ürünlerinde alıp sattığımız yok onun için harcıalem market işi ürün de yok. Tabii bizden alıp ürünlerimizi satan şarküterilerden farkımız ise muhtemelen fiyat politikamız olur.

29 Ocak 2015 Perşembe

Gerçek bir Monakolu iseniz işsizlik, parasızlık gibi sorunlar size yasak. İşsiz kalmayı başarmışsanız devlet size her ay 2000 Euro’luk gıda yardımı yapıyor, kalacak ev veriyor ve iş kurmak için işyeri ve kredi veriyor.


Monaco’yu Côte d’Azur (Güney Fransa) sahilleri ile birlikte yazmak haksızlık olurdu.. Soyluluğunu, doğal ve sade zenginliğini o iki koya saklamış, bu en sevdiğim minik ülke (sadece 4.5 kilometrekare) dünyanın en görkemli hayatlarını yaşıyor oysa ki...



Vatikan'dan sonra Dünya'daki ikinci küçük bağımsız devlet olan Monaco’nun kara sınırları Fransa ile çevrili, eski Monaco şehri “Monaco Ville” ve sonradan inşa edilen alanlardan oluşuyor. Ülke, Monte Carlo'daki gösterişli kumarhaneleri ile ünlü.

Yüzölçümü bu kadar küçük olmasına rağmen ülkenin bir stadyumu bile var. Havaalanı yerine helikopter ve tren istasyonu bulunmakta. Karayolu ve denizyolu gelişmiş.. Fontveille semti ile Monaco Ville'in bulunduğu yarımadanın arasında küçük, Monte Carlo ile Monaco Ville'in arasında ise büyük bir yat limanı bulunmakta..


Monaco hiç yabancı değilmişsiniz gibi hissetiren sıcak bir ev sahibi edasıyla karşılar sizi. Yamaçlardaki evlerin güzelliği eski ve yeninin armonisi, aşağıdaki koyda denizle Monte Carlo Yat Limanı'nda demirli teknelerle bütünleştiğinde görsel bir şölene dönüşür. Monaco Ville, tepeden bu güzelliğe seyircidir. Yine tüm sadeliği ve sessizliği ile özellikle yaz aylarında günde yüzlerce turist ağırlarken bile.

Bu sokaklarda dolaşırken, parke taşlarda duvarlarda gizli kalmış hüznü de hissedersiniz. Neden mi? Monaco’yu anlatırken prens ve prenseslerinden bahsetmemek imkansız.

1297 yılında François Grimaldi ile kurulan krallık bugünlere kadar Grimaldi ailesi tarafından yönetilmiş birçok kez istilalara ve işgallere uğramıştır. Yönetim şekli olarak Fransa 'nın anayasal hükümlerine uymak zorunda bırakılan Monaco, ülkeyi yöneten Grimaldi Hanedanlığı'nın 1918 yılında Fransa ile yaptığı bir anlaşma uyarınca hanedanlığı temsil edecek bir veliaht olmaması durumunda, prenslik 'özerk bir devlet' olarak Fransa'ya bağlanacaktır. Bu nedenle hanedanlığı temsil eden prensin muhakkak çocuk sahibi olması gerekir.


Grimaldi Ailesi oldukça geniş ve çok kolları olan Cenevizli soylu bir aile. Prens III. Rainier, “Rainier Louis Henri Maxence Bertrand Grimaldi” 1949-2005 yılları arasında görev yapmış 31. Monaco Prensi. Polignac Kontu Prens Pierre ile Monako Prensi II.Louis'in kızı Prenses Charlotte'un oğludur. İngiltere'de, İsviçre'de ve Fransa'daki Montpellier Üniversitesi'nde öğrenim görmüş, ünya Savaşı sırasında Fransız ordusunda görev yapmış, savaştan sonra Paris Üniversitesi'ne devam etmiş, 1944'te annesinin taht üzerindeki haklarından feragat etmesi üzerine, dedesi II. Louis'nin ölümünden az önce, 5 Mayıs 1949'da tahta çıkmıştır.

III. Rainier Prensliği döneminde kadınlara oy hakkını kabul edip ülkede idam cezasını kaldırmıştır. 1956 yılbaşında Monaco Prensliği’ni bir kumarhane merkezi olmaktan çıkarıp gelir vergisi ödenmediği için milyarderlerin cenneti haline dönüştürmüştür. 1993 yılında Monaco, Birleşmiş Milletler'e üye olmuştur..

Prens III. Rainier, 19 Nisan 1956'da Akademi Ödülü sahibi ABD'li ünlü sinema yıldızı Grace Kelly ile evleniyor. Muhteşem düğünleri bir masala dönüşüyor. Dünya, bu düğünü konuşuyordu. Töreni TV’lerden tam 30 milyon kişi izliyor ki, bu o zamanlar için bir dünya rekoru sayılabilirdi.


Caroline (1957), Albert (1958) ve Stephanie (1965) adında üç çocuğu oluyor. Artık Monaco’nun korkuları sona ermiş, taht kurtulmuştur. Grace Kelly'nin şöhreti bir anda bu küçük ülkeyi Amerikalı zenginlerin uğrak yeri haline getiriyor. Dev kumarhaneler modernleşmeyi de beraberinde getiriyordu. Monaco son sürat yenileniyordu.. Popülerliği o kadar çok arttı ki, kısa bir surede ülke adeta en zenginler arasına girdi.

Evlilik hayatlarında birçok sosyal görevlerde bulunan Prenses Grace Kelly vakıflar kurarak sadece Monaco’da değil, Avrupa’da da ses getirmişti.

Kelly’nin, 14 Eylül 1982'de kızı Stephanie ile geçirdiği trajik bir trafik kazası sonucu 52 yaşında hayatını kaybetmesiyle ülke yasa bürünüyor. Görülmemiş bir cenaze töreni ile son yolculuğuna uğurlanangüzel prensesin arkasından yürürken eşi Prens Rainer'in gözyaşları tüm dünyayı ağlatmıştı.

Prenses Caroline, “Caroline Louise Marguerite Grimaldi” ilk evliliğini 22 yaşındayken kendisinden 17 yaş büyük Fransız işadamı Phillippe Junot ile gerçekleştirdi. İki yıl sonra boşandı. Ardından da Stefano Casiraghi ile evlendi. Andrea, Charlotte ve Pierre isimli çocuklarıyla mutlu bir evliliği olan Caroline, 1990 yılında tekne kazasında eşi Casiraghi'yi kaybetti. Prenses Caroline, son olarak da Hannover Prensi Ernst August ile 1999 yılında evlenerek, Hannover Prensesi ünvanını aldı. Bu evliliğinden de Alexandra isminde bir kızı doğdu. Prenses Caroline, UNESCO iyi niyet elçisi ve Prenses Grace Vakfı'nın yöneticisi olarak yardım faaliyetlerinde bulunuyor.

Prens Albert, “Albert Alexandre Louis Pierre Grimaldi” 1997'den itibaren Monte Carlo'nun idaresini fiilen üstlenen Prens Albert, annesiyle babası ve kız kardeşlerinin ihtişamlı yaşamları yanında utangaç yapısı nedeniyle daha sakin bir hayat sürdü. Futbol ve ralliye olan tutkusuyla tanındı. Monaco'nun pırıltılı gecelerinde hep güzel kadınlarla birlikte görüldü. Tüm sosyetik yaşamına ve etrafında dönen ünlü manken ve sinema oyuncularına rağmen, ciddi bir insan olduğu için Monaco Prensliği'ni başarılı bir işadamı gibi yönetti. Monte Carlo'nun sadece casinoları ve kız kardeşlerinin maceraları ile anılmasından öte uluslararası bir profile sahip olması için çalışan Prens Albert, ülkesinin 2004 yılında Avrupa Konseyi'ne girmesini de sağladı. 

Babasının rahatsızlanıp hastaneye kaldırılmasının ardından 31 Mart 2005’de Monaco Hanedanı tarafından yapılan bir açıklamayla babasının tüm yetkilerini üzerine devralmıştır. 6 Nisan 2005'te ise Prens III. Rainier'in ölümüyle birlikte resmen Monaco Prensi ilan edilmiş ve tahta çıkmıştır.

Prenses Stephanie “Stéphanie Marie Elisabeth Grimaldi” ağabeyi ve ablasının gölgesinde kalan Monaco Kraliyet Sarayı'nın mutsuz prensesi her zaman yaşadığı sıradışı aşkları ve uçarı hayatıyla gündeme geldi. Kendini kraliyet kurallarına hapsetmeyen güzel Prenses, ağabeyi Prens Albert ve ablası Prenses Caroline'nin aksine sıradan bir hayatı tercih etti. Ancak o çok istediği 'sıradan' hayat, ona mutluluk getirmedi.

1982'de annesi Grace Kelly ile bir araba kazası geçiren Stephanie, kazadan yaralı olarak kurtulmuş, ancak annesini kaybetmişti. Uzun süre arabayı o zaman 17 yaşında olan Stephanie'nin kullandığı konuşulmuştu. Bu durum asla netleşmedi. Yasalar Stephanie'yi aklasa da, o bu talihsizliği hayatı boyunca yenemedi. Yaşadığı üç evlilik de ona mutluluk getirmedi. Evlendiği iki ayrı korumasından tek kazancı, üç çocuğu oldu. Ama yüzündeki hüzün hiç eskimedi.

Rivayet odur ki, Grimaldi laneti 13’ncü yüzyıldan bu yana Monaco Prensliği’nin yakasını bırakmadı. O zamanlar Grimaldi Ailesi’nden Prens 1. Rainier, Flaman bir kadınla birlikte olur, fakat başka bir kadınla evlenir. Büyücü olduğu iddia edilen bu kadının Grimaldi’leri “evlilikte asla mutluluğu bulamayın” diye lanetlediği söylenir.

Nihayet 55 yıl sonra gelen bir gelin Monaco Hanedanlığı’na özlenen hareketliliği getirir. Prens Albert’in eş olarak Charlene’i seçmesinde, genç kadının Prensin annesi Hollywood'un unutulmazlarından Grace Kelly kadar zevk ve stil sahibi oluşunun da etkisi olduğu konuşulur.

Prens II. Albert, Zimbabwe doğumlu eski Olimpiyat yüzücüsü 36 yaşındaki Charlene ile 2011 yılında evlenir. Çift, düğünlerinin de Prens Rainer ve Grace Kelly’nin düğünü gibi halka açık olmasını istemiş, bu nedenle de Monaco Sarayı’nın kapıları 4 bin kişinin töreni izleyebilmesi için açık bırakılmıştı.

Monaco Prensesi Charlene, 10 Aralık 2014 tarihinde ikizleri Gabriella ve Jacques'ı dünyaya getirdi. Güney Fransa kıyısındaki zengin prensliğin tahtına, Prens II.Albert'in ardından, doğumda ikiz kız kardeşi Gabriella'dan iki dakika sonra dünyaya gelmiş olmakla birlikte, Prens Jacques geçecek.

Prens 2.Albert'in iki çocuğu daha var ancak bu çocuklar evlilik dışı ilişkiler sonucu dünyaya geldikleri için Monaco tahtında hak sahibi değiller.

Monaco’da gerçek bir Monacolu kabul edilebilmek için en az üç kuşak atalarınızın Monaco’da yaşıyor olması gerekir. Eğer gerçek bir Monacolu iseniz işsizlik, parasızlık gibi sorunlar size yasak. Eğer başarıp da işsiz kalmışsanız devlet size her ay 2000 Euro’luk gıda yardımı yapıyor, kalacak ev veriyor ve iş kurmak için işyeri ve kredi veriyor.

Okyanus Müzesi
Monaco Ville “Le Rocher” başkenttir. Prenslerinin ve ailesinin yerleşim yeridir. Saray ve Aziz Nicholas Katedrali bu bölgededir.

Okyanus Müzesi olarak da bilinen, “Musée Oceanographique” deniz aşığı Monaco Prensi I. Albert tarafından 1910 yılında kurulmuştur. Monaco Kayası’nın üzerinde 85 metre yüksekliğindeki tarihi bina, kocaman bir akvaryumu da içinde barındırıyor. Uzun sure bu müzede müdür olarak görev yapan Kaptan Cousteau, bu müzeye kendi bilgi birikiminden çok şey eklemiştir.

Grimaldi Sarayı
Müzenin önünden eski şehir meydanına doğru yürürken Prenses Caroline ve Prenses Stephanie’nin babalarının hediye ettiği evlerinin önünden geçerek Aziz Nicholas Katedrali’ne uzanırsınız. İlk olarak 1252 yılında yapılan ve 1875 yılında tekrar inşa edilerek St. Nicholas’a adanarak kutsanan kilise, Monaco Katedrali olarak da biliniyor. Grace Kelly ve Prens III.Rainer’in nikahları yıllar once burada yapılmış, şimdi de mezarları yine burada, yanyana bulunuyor.

Yolunuza devam ettiğinizde Saray meydanına çıkıyorsunuz. Monaco’nun tarihi merkezindeki Sarayın komşularının bulunduğu alan da dar sokakları, alışveriş merkezleri, galerileri ve prestijli butikleri, ziyaretçilerin tatillerine renk katıyor.


Bu tepeden Formula 1 pistine ve yat limanına hakim oluyorsunuz. Tepenin diğer cephesinden ise Monaco’nun iş merkezlerinin olduğu alan ve Monaco Stadı görülüyor. Grimaldi Forum yolunda bulunan Zen stilinde döşenmiş minimal bir bahçe olan Jardin Japonais harika bir manzaraya sahip. Ayrıca dilerseniz, kraliyet ailesinin tarih boyunca kullandığı araçların sergilendiği Eski Otomobil Koleksiyonu’nu görebilir; Monte Carlo Balesi ve Filarmoni Orkestrası’na ev sahipliği yapan Grimaldi Forum’da sürekli olarak düzenlenen sergileri gezebilirsiniz.


1878 yılında, Charles Garnier tarafından tasarlanan Monte Carlo Opera Binası görkemli duruşuyla ziyaretçileri büyülüyor. Napoleon Hediyelik Eşya Müzesi, Visitation Şapel Müzesi, Monaco’nun Yeni Ulusal Müzesi, Pul ve Bozuk Para Müzesi tarih ve sanat dolu Monaco’da mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerler arasında yeralıyor.

Aşağıya indiğinizde Formula 1 pistini takip ederek lüks oteller ve kumarhanelerin bulunduğu bölgeye Monte Carlo’ya ulaşabilirsiniz. Yorucu yokuşu bitirip buraya ulaştığınızda, kendinizi ciddi bir lüks akınına uğramış gibi hissedeceksiniz. Monte Carlo Casino önündeki lüks otomobiller ile turistlerin resim çekmek için durdukları birinci adres oluyor. Hotel de Paris, Monte Carlo Casino, Hotel Hermitage gibi ultra lüks oteller, birçok markanın lüks butikleri de bu bölgede bulunuyor.

Monte Carlo Casino’nun yanında bulunan Café de Paris’de oturup, ya Kir Royal ya da tatlı eşliğinde bir kahve içebilirsiniz.

Karşınızda Hotel de Paris, içeride dünyaca ünlü şef Alain Ducasse’nin restoranı var. Alain Ducasse’ın yanında yetişen şef Sylvain Etievant’ın geleneksel Fransız mutfağıyla harikalar yarattığı Le Grill ve yine Alain Ducasse’ın yönetimindeki Michelin yıldızlı Louis XV, şık ve leziz sunumlarıyla dikkat çekiyor.

Bu restoranlara gitmeden 1 ay öncesinden rezervasyon yaptırmanız gerektiğini ve restoranların fiyatlarının yüksek olduğunu unutmayın. Ayrıca Maya Bar’ın ön bölümünde leziz sushi setleri yiyebilirsiniz. Bu café’de dinlendikten sonra Belle Epoque stilinde inşa edilen Monte Carlo Kumarhanesi’ni ziyaret edin.

Aklınızda bulunsun, bu kumarhaneye girerken kimliğinizi mutlaka yanınızda bulundurmanız gerekiyor. Bunun yanında, erkeklerin ceket giymesi ve kadınların şık giyinmesi de mecburiyetler arasında.

Ayrıca spor alanında oldukça ilerlemiş olan Monaco’da düzenlenen Formula 1 Monaco Grand Prix’e, her yıl on binden fazla sporsever katılıyor. 1911’de düzenlenen Monte Carlo rallisinden buyana, Monaco’nunsakin, sessizsokakları 1929‘dan beri her Mayıs ayında dünyanın en hareketli ve özel yarış pistine dönüşüyor ve bu yarışları milyonlarca kişi izliyor.


Monaco denince akla gelen bir başla spor dalı ise futbol. Monaco, dünyanın en başarılı futbol takımlarından birine sahip; AS Monaco. AS Monaco, Fransa ana futbol müsabakası olan Ligue 1’in köklü kulüplerinden..

Bahar aylarını renklendiren “Printemps des Arts” festivalinde dünyanın dört bir yanından gelen önemli sanatçıları izleyebilirsiniz.

Lüks otellerden iki yıldızlı otellere kadar, her kesimden turiste otel seçeneği sunabilen Monaco, seçkin otelleri ve kongre alt yapısı ile çok tercih ediliyor. Antik çağlardan beri doğal bir liman olan ve dik kayalıklarla korunan Monaco, lüks turizmin de dünyanın önde gelen ülkeleri arasında yer alıyor.

Monaco Yat Fuarı ve dünyanın en lüks arabalarının sergilendiği"Top Marques" Otomobil Şovu gibi etkinliklere ev sahipliği yapıyor.

Monaco aslında bir gün de rahatlıkla gezilebilecek kadar küçük bir yer, ama keyfine varabilmeniz için ben birkaç gün kalmanızı öneririm. Monaco’ya ulaşım da çok kolay.

THY’nin Nice’e her gün gerçekleştirdiği direct uçuşlarla, Nice’ten araba kiralayarak, otobüse binerek ya da tren kullanarak Monaco’ya ulaşabilirsiniz.

*****

Çiğdem Erkoç'un Gezi Yazıları'nın gelecek konusu: Thassos Adası

Nazmiye Sabuncuoğlu Arslantürk: "Hayat herkes için sadece bir kere verilen bir şans, istemediği şekilde yaşamayı kimse istemez. Sadece görmek, hissetmek ve istemek lazım!"

Onu tanıdığımda başarılı bir reklamcıydı. Sektörden tanıdığım reklamcılara benzemeyen çok özelliği vardı. Alçakgönüllü, samimi, doğal, saygının ve sevginin hakkını veren mutlu bir insan.. Yıllar sonra bambaşka bir alanda karşıma hayallerindeki projeyi gerçekleştirmiş olarak çıktı. Yazmadan edemezdim.. Tanıştırayım: Nazmiye Sabuncuoğlu Arslantürk

Eğitiminiz ve mesleğiniz nedir?
Genelde eğitim denilince herkes ilk olarak üniversiteden ya da master’dan bahseder. Ben en önemli eğitimi Tarsus Amerikan Koleji’nde aldığım için önce TAC’den bahsederim. Hayatı, dostluğu, kardeşliği, birey olmayı, isteklerinin uğruna savaşmayı, gerektiğinde kaybetmeyi, bir olmayı, cesareti ve kendine güveni TAC ve TAC’liler kazandırdı bana.

Üniversite vakti geldiğinde ise Mimar Sinan Resim Bölümünü isteyip yetenek sınavını geçememiş olmam nedeniyle, İstanbul Üniversitesi Reklamcılık ve İletişim Bölümünü seçtim. Amacım Mersin’den İstanbul’a gelip bir yandan Reklamcılık okurken, bir yandan da resim eğitimi alarak eninde sonunda Mimar Sinan Üniversitesi’ne girebilmekti. İstanbul Üniversitesi’nde Resim Kulübü’nü seçerek, okulun yanısıra resim konusunda da ısrarımı devam ettiriyordum. Hatta daha ileri gidip Mimar Sinan Üniversite’sinden resim hocası ile de ders almak üzere anlaşmış iken, Reklamcılık’ın birinci senesinin sonunda zorunlu staj için o dönemin en büyük ajanslarından birine girdim. İki aylık staj dönemi sonunda bana part-time iş teklif ettiler. İçimdeki çalışma isteği ve azmim ödüllendirilmişti. 20 yaşında ilk ciddi iş teklifini ve maaş kazanma şansını yakalamıştım. Resim hocamın uyarısına rağmen o yaşta para kazanma duygusu beni ressam olma yolundan çıkardı ve tekliflerini kabul ettim.


40 yaşıma kadar da 20 yıl boyunca reklamcılık yaptım. Halen mesleğiniz ne diye sorulduğunda aslen reklamcıyım diyecek oluyorum. Bugün itibari ile ise eski bir reklamcı, yeni bir girişimci, tasarımcı ve geleceğin ressamıyım diye tanımlıyorum kendimi ..

Nanu Bedtime markasının öyküsü nedir?
Aslında uzun bir öyküsü var, ben zaten kısa anlatamam hiç birşeyi ..

Küçük yaşlardan itibaren çocuklara çok düşkün olan biri olarak, büyük bir istek ile 2006 yılında kendi çocuğumu doğurdum. Kızımı 6 ay evde kendim büyüttükten sonra iş hayatına geri döndüm ve iş dışında tüm vaktimi kızıma ayırmak istediğim için de çocuğumun temel ihtiyaçlarını internetten sipariş vererek çözdüm. Bir süre sonra ne internetten ne de hiç bir mağazadan istediğim kalite ve tasarımda uyku seti, nevresim bulamadığımı farkedip, kumaş alarak mahalle terzisinde diktirmekte buldum çareyi. Çevremdeki diğer anneler kendi tasarımım olan nevresimleri görünce bayıldılar. Aynı dertten hepisinin de müzdarip olduğunu görmem ve pazardaki bu boşluk epey ilgimi çekti. Aynı sorunu mobilya konusunda da yaşadım hem doğurmadan önce odasını yaparken hem de 3,5 yaşına gelip kendi tek kişilik yatağına geçeceği zaman. 

2010 yılında bu ihtiyacı iş fikrine dönüştürmeye başladım. O dönem iş bulmakta çok zorlanan sevdiğim bir arkadaşıma  bu iş fikrimi açtım ve “benim çalışırken bunu yapabilmem mümkün değil, al fikir senin olsun, sen yap bu işi internetten” dedim ve birlikte yapmaya karar verdik. O sahada hammede alımı, üreticinin bulunması gibi işleri üstlenecekti, ben ise stratejisi, iletişim ve tanıtım kısmı ile ilgilenecektim. Fakat kısa zamanda bir reklam ajansında iş bulduğu için ilgilenemez oldu ve iş fikri askıya kalktı. Bu esnada ben ortağı olduğum reklam ajansında işin adını koymuş, logosunu ve kurumsal kimliğini tasarlatmış oldum. 2013 yılına kadar 4-5 farklı arkadaşım ile Nanu’yu konuşup bu işi ortak güç birliği ile nasıl gerçekleştirebiliriz diye düşünüp, küçük denemeler yaptık. Ama bir türlü Nanu hayata geçme sürecine başlayamadı. Evde her yer ordan oraya taşınan nevresim tasarımları ile dolmuştu. Yakınlarım ne zaman Nanu diyecek olsam “yine mi Nanu, bir vazgeçmedin şu Nanu’dan” demeye başlamışlardı. Ben de tam bu iş böyle olmayacak demeye başlamıştım ki sürpriz bir kararla ortağı olduğum reklam ajansından ayrılma kararı aldım. İşte böylece Nanu’nun yolu açılmış oldu ..

2 yıldır yılmadan hayalini kurduğum bu büyülü markayı tek başıma doğurmaya karar vermiştim, her annenin kendi çocuğunu doğurduğu gibi, güçlü, kararlı ve istekli. Önce Göktürk’te yaşadığım evin yakınındaki terzi ile birkaç ay dikiş ve hammadde öğrenme süreçleri yaşadım. Eminönü senin, Merter benim İstanbul’daki tekstil merkezlerini, fasoncuları, üreticileri, kumaşçıları gezdim, araştırdım. Bu süreçte bu işin sadece nevresim ile kalmaması gerektiğine , yine çok büyük ihtiyaç olan ve piyasada bulunamayan pijama gecelik grubuna girmem gerektiğine de ikna oldum. Geliştirdiğim ilk nevresim ve pijama-gecelik modellerini bin bir zorluk ve imkansızlıklar içinde pek de yetersiz olan bu küçük terzi dükkanında gerçekleştirdim.  Yine bu dönemde hiç bilmediğim dikiş konusunda işin üstadı olan Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Giyim Sanatları Ana Sanat Dalı Yardımcı Doçent Gönül Soydanbay İçbilen tarafından kısa bir eğitim alma şansım oldu.  İlk dikilen gecelik pijamalar ile Nanu’yu temsil etmesini düşündüğüm 15 çocuk  ile ilk reklam çekimini gece gündüz çalışarak ürettirdiğim modeller ile gerçekleştirdim. Bu çekim benim hayalimin somutlaşması için çok önemli bir adımdı.

Bu işin benim hayal ettiğim büyüklükte ve kalitede gerçekleşmesi için en iyi malzemeler ile tavsiye edilen doğru üreticilerde vücuda gelmesi gerekiyordu. 2013 – 2014 yılı tamamen doğru üreticiyi bulmak ve ürün geliştirmek ile oldukça yoğun geçti. Tabi eş zamanlı ürünlerin tanıtılacağı ve satışa sunulacağı e-ticaret sitesinin içeriği, alt yapısı tasarımı, markanın tarzı, kimliği ve dili de oluştu ve geliştirildi... İşte benim büyük hayalim Nanu ve tutkum olan marka yaratma ve geliştirme böylece iç içe girdi.


Nanu’nun anlamı nedir?
Eski Mısır dilinde "Güzel", Hindu dilinde ise "Minik", "En tatlı" anlamına geliyor. Amerikan yerlileri de cesur ve yüce ruhlar için "Nanu" ismini kullanıyorlardı. Nanû Osmanlıca da ise Ninni anlamına geliyormuş. Aslında tüm lisanlardaki anlamını yansıtıyor Nanu markası… Güzel, minik, en tatlı, cesur ve yüce . Uyku için birebir bir Ninni…

Hayatınızı yeniden kurmuşsunuz. Bunu herkes yapabilir mi?
Evet tam anlamıyla yeniden kurdum. Sanmayın ki çok cesur ve güçlüyüm. Hatta ben kendimi 40 yaşıma kadar korkak sanırdım .. Ama tutkuluyum ve büyük hayallerim var, hayallerimi takip etmemi söyleyen iç sesimi duymam beni bu yolculuğa yöneltti. İşte içindeki sesi duymayı, sadece kalbini dinlemeyi başarabilen ve buna biraz cesaret gösteren herkes yapabilir, neden yapamasın? Hayat herkes için sadece bir kere verilen bir şans, istemediği şekilde yaşamayı kimse istemez. Sadece görmek, hissetmek ve istemek lazım !

Bu yeni yolculuğunuz hayatınızda neleri değiştirdi?
Hayatımda, çok fazla şeyi değiştirdi. Bu soru bence çok önemli, yapılan her yolculuk, alınan her karar herkesin hayatında bir şeyler değiştiriyor, eksiltip, artırıyor.  Önemli olan ne kattığı, neyi attığı yaşamınızdan. Nanu yolculuğu öncelikle beni bana kazandırdı. Artık kim olduğumu, içimdeki gücü, potansiyelimi ve yaratıcılığımın nerelere kadar uzayabildiğini farkettim. Bu hayata sadece çalışıp para kazanmak için değil, üretmek, ürettiği ile bir sürü insanın hayatına dokunmak ve dokunduğu kişilerin hayatlarını güzelleştirmek için geldiğime inanıyorum. Nanu yolculuğu sürecinde ve akabinde de bu amacımı gerçekleştireceğim.

NanuBedtime sadece satış yapan bir site değil gibi..
Evet NanuBedtime bir satış sitesi olarak tasarlanmadı. Nanu markasının vitrini olarak tasarlandı. Dingin, sakin, yumuşak ve rahatlatan... Nanu bir uyku markası. Dolayısıyla bütün odağı uyku. Sitedeki blog bu nedenle bizim çok kıymet verdiğimiz bir alan. Uyku hakkındaki detaylı bilgileri, danışmanlığını aldığımız ve annelere önerdiğimiz 2 uzman pedagog, 1 psikolog , 1 fengshui uzmanından ve annelerin iç görülerinden elde ediyoruz.
Blog’un dışında aktif olarak kullanılan facebook ve instagram sayfalarımızda da uyku ile ilgili düzenli paylaşımlar yapıyoruz. Orta ve uzun vadede ise Nanu uyku hakkında bir kaynakça olacak, masal ve ninni konularına da el atacak. Dolayısıyla Nanu ürün dışında tam bir uyku markası ...

Nasıl bir annesiniz?
Bunu kızıma sormak lazım.. Kızıma sorarsanız “dünyanın en iyi annesi” olarak tarif ediyor beni. Eşime sorarsanız “çocuğunun her detayı ile ilgilenen, son derece toleranslı, hiç kızmayan” bir anneyim. Doğduğundan beri çok ilgili bir anne oldum. Çocukları zaten oldu bitti çok seven bir kadın olarak, anne olduktan sonra çocuk sevgisi ne demek çok daha iyi anladım. Her zaman yoğun çalışan bir kadın olmama rağmen, kızımın her şeyiyle ben ilgilenmeye çalıştım, onun için iyi olabilecek her şeye öncelik vermeye çalıştım, 2 yıl emzirdim . Sevgi odaklı bir anneyim, ödül-ceza kavramlarından çok sevgiye dayalı büyütmeye inanıyorum.

Kızınız projeniz hakkında ne düşünüyor?
Kızım Nanu’nun ilk başından beri doğal olarak işin içinde ... İlk 1 yıl tamamıyla ürün geliştirme ve tasarlama ile yoğun geçti. Özellikle bu süreçte kendi yaşıtlarının pijama ve gecelik tasarımlarına epey fikir kattı. Genel olarak markanın geçtiği tüm süreçlerden haberdar oldu. Reklam çekimlerinde mutlaka yer aldı, bana cast bulma konusunda destek oldu. Başından beri tüm sürecin içinde olduğu için doğal olarak Nanu’ya bayılıyor. Halen de her türlü yeniliği ilk kızımla paylaşıyorum, ilk onun bilmeye hakkı var çünkü. Ve mutlaka yorumunu alıyorum, zaten sormasam da artık fikirlerini mutlaka söylüyor. Ona göre o Nanu’nun tasarımcısı ..

Uyku konusuna nasıl girdiniz?
Tahmin ettiğiniz üzere kızımda oldum olası uyku sorunu yaşıyordum. Bu sorunun tüm annelerdeki zaman zaman veya sürekli yaşadığı bir sorun olma durumunu farketmem ve “Bedtime” yani uyku vakti konusuna hiç bir markanın derinlemesine girmediğini gözlemlemem ile birlikte uyku konusuna girme ve onu sahiplenme noktasına geldim. Bu uyku konusu tabiki eski bir reklamcı olmamın da etkisiyle çok gelişti. Markanın somut bir ihtiyaca dayalı fayda sunması ve tüketicisi ile duygusal bağ inşa edebilmesi, markanın gelişimi için olmazsa olmaz bir gereklilik. Tutarlı ve uzun vadeli sahiplenebilecek, doğurgan bir konu olması da tabiki paha biçilmez ! Sonsuz bir kaynak ve çok güçlü bir içerik uyku, içine girdikçe ve araştırdıkça artıyor. Nanu, marka yolculuğu boyunca uzman olduğu uyku konusunu geliştirip, bilgi ve uzmanlığını anneler ile gerek ürün bazında, gerekse bilgi niteliğinde cömertçe ve keyifle paylaşacak.

Kızımın uyku sorununa gelince Nanu sayesinde çok şükür tamamen çözdük. Bu yolculukta tanıştığım çok değerli insanlar arasında yer alan Sevgili Seride Samurkaş’tan aldığım çok kıymetli danışmanlık sonucunda 2 haftaya kalmadan 8 yıldır çözmediğimiz uyku problemimizi kökten çözdük. Bir sihirli değnek değmiş gibi!!! İşte bu muhteşem bir duygu, bu duyguyu tüm annelere gerek ürün ihtiyacı gerekse bilgi ve deneyim olarak yaşatmak bizim amacımız. Sevgili Seride Samurkaş ile de ortak amacımız uyku paralelinde nasıl bir işbirliği yapabileceğimizi konuşuyoruz bu aralar..

Çocukların fikrini de aldınız mı?
En başından beri, daima... Öncelikle kızlarımın fikrini almakla beraber, onların arkadaşları da dahil olmak üzere, ne isterler, ne beklerler, nasıl rahat ederler, hep sorarak, araştırarak ürün geliştirdim. Bundan sonra da anne beklentisi ve anne içgörüsünün yanı sıra, çocukların sesine de kulak vermeye devam edecek Nanu.

Projenizin uzak hedefleri neler?
Önce yakın hedeflerden başlamak lazım anlatmaya... Nanu internette büyüyecek bir marka olarak tasarlanmasına rağmen, bir yandan mağazalaşması gerekiyor. Lokasyon olarak Göktürk’te açılması planlanan ilk mağazamız, 2015 yılı içinde inşallah açılmış olacak.  Mağaza konsepti ve kurumsalı net olarak oturtulacak ve ilk etapta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere bayilikler verilecek. 5 yıl içerisinde internet aracılığı ile tüm dünyada Nanu ürünleri satılmaya başlanacak.

Bunlar markanın ticari büyüme hedefleri, geleceğe dönük vizyonu. Nanu aynı zamanda misyonel bir marka. Misyonel yönü de her zaman güçlü olacak ve vizyonu ile paralel büyüyüp gelişecek. Sağlıklı ve sevgiyle uyuyan bir nesil için çalışan, bu süreçte annelere sevgi, ilgi ve bilgi ile çocuklarını büyütebilmeleri için her türlü destek ve yönlendirme yapacak. Uzun vadeli misyonu ise anne ve babası olmasına rağmen çeşitli maddi zorluklar, taciz, suça sevk, vb gibi hiç bir çocuğun hayatında hiç bir nedenle olmaması gereken acıları yaşamak zorunda kalan çocuklara ulaşabilmek. Onların sevgiyle büyümelerine aracı olabilmek. Nasıl ve ne zaman henüz bilmiyorum ama şimdiden bu konuda neler yapabileceğim hakkında detaylı çalışmaya ve araştırmaya başladığımı söyleyebilirim.

Müşterilerinizden aldığınız tepkiler nasıl?
Hep çok olumlu tepkiler aldık bugüne kadar. Hemen hemen herkesin beğeniyle bahsettiği ilk şey renklerimiz oldu. Nanu’nun bir duygusu, bir rengi olmasına çok özen gösterdim. Gerek mobilya grubunda gerekse tekstil grubunda aynı renk tonlamalarına ulaşmak için ekstra çaba sarfettim. Tabi sadece ürünler değil, iletişim yaptığımız her mecrada (broşür, ilan, banner, vb) bu renklere yer verdik. Turkuaz, somon, pudra mavi, lila ana dört rengimiz oldu. İşte bu renklerin tonlarındaki farklılığı, anneler hemen farketti. Nanu turkuazı en çok beğeni alan renk oldu.

Renklerden hemen sonra tekstil ürünlerinin kumaş kalitesi çok beğeni gördü. Nevresim grubunda sadece pamuk saten kullandığımız için annelerin kalite arayışlarına ciddi bir çözüm olduk. Çocuklar bile kumaşlarımızın farklılığını hissedip, o yumuşaklığı yüzlerine sürme ihtiyacı duydular ..

Anne içgörüsü ile ürünlerimizin her bir detayının üretildiğinden bahsetmiştim, işte anneler bu detayları hemen yakaladı .. Çocukları rahatsız etmesin diye yaka içine değil, dışına dikilen etiketlere bayıldılar. “Neden şimdiye kadar kimse düşünmemiş bu detayı, hayret” dedi bir anne fuarda. Çok haklı, çocuklarına aldıkları giysilerin etiketlerini tüm anneler keser. Bunu bile bile markaların hala içe etiket dikmesi,üretimin tüketici içgörüsünden ne kadar uzak olduğunun minik bir göstergesi aslında. Yine başka bir anne geçenlerde Nanu’nun yıkama etiketinde yazan pedagojik bilgidenne kadar etkilendiğinden bahsetmişinstagramda.  Yıkama etiketine mesaj yazmak genelde akla gelmeyecek bir detaydır, ama reklamcı olarak tüketiciyi beklenmedik bir anda yakalamak ve hiç kullanılmamış yeni alanları kullanmanınetkisini çok inanırım. O nedenle bu bilgiyi annelere vermek istediğim sevgi mesajı ile birleştirdim, ortaya çıkan sıcacık bir mesajı da yıkama talimatının altına yazdırdım : “Çocuğunuz uyumuş dahi olsa iyi geceler öpücüğü vermeyi unutmayın..”  Ben bile kendi yazdığım bu mesajdan etkilendim. Her gece kızımı öpüp, kendim yatırmama rağmen, ben yatmaya giderken bir kere daha gidip o uyurken öpüyorum. Çocuk uykuda bile bu yoğun sevgiyi çok derin alıyormuş. Herkese şiddetle öneririm...

Bu konuda çalışmaya başlamadan önce internet ile aranız nasıldı?
Ben ‘74 doğumlu bir kadın olarak internete çok yakın değil idim. Ama tabiki işim gereği aramı iyileştirmek durumunda kaldım .. İlk başlarda çok zor geldi, bana kalsa hayat boyu internetsiz bile yaşardım, şimdi ise laptop’ı sadece yatarken kucağımdan bırakabiliyorum. Sürekli internetteyim, interneti olmayan bir cafede yada restorant’ta oturamaz oldum. Hatta evde kocam kendinden çok bilgisayarımla vakit geçiriyorum diye serzenişlerde bulunmaya başladı..

NanuBedtime, “Bir Başka İstanbul” okuyucularına  özel bir olanak sunmak ister mi?
Tabiki, bu kadar keyifli bir bloğun okuyucuları Nanu’dan almak istediği herhangi bir ürün olduğunda,ürünü seçtikten sonra info@nanubedtime.comadresine bilgi maili atması ve “Bir Başka İstanbul” okuyucusu olduğunu belirtmesi yeterli. 

23 Ocak 2015 Cuma

Gül Erali: ".. yaşamın güçlükleri karşısında kayalaşmak zorunda kalarak dişiliklerinin yuvarlak hatlarını yok edip, başları dimdik yukarıda, hayata tutunan kadınlar.."


Kızıltoprak Sanat Galerisi, 17 Ocak- 10 Şubat 2015 tarihleri arasında  seramik sanatçısı Gül Erali’ye ev sahipliği yapıyor. 

Otuz yılı aşkın sanat yolculuğunda soyut figuratif heykel çalışmalarının yanı sıra  sarmal hareketleri ve keskin hatları bulunan geometrik formu eserlerinin merkezinde tutmuş olan sanatçı, bu sergisinde "kadın" kavramını mercek altına alıyor. 




Ana tanrıça motiflerinden  yaşam  mücadelesinde taşlaşmış kadınlara, hayata tutunabilme kavgasından sevgi ve umudun yansımalarına kadar pek çok kurguyu "kadın" süzgecinden geçirerek yapıtlarına yansıtıyor Gül Erali..

Seramik çalışmaya nasıl başladınız?
Avusturya  Lisesini bitirdikten sonra  seramik eğitimime  1976-80 yılları arasında  Viyana Güzel Sanatlar Akademisi ve Linz Güzel Sanatlar Akademisi’nde Avusturya hükümetinden aldığım başarı bursu ile devam ettim. 1981 senesinde İ.D.G.S Akademisi Seramik Bölümü’nden mezun oldum ve bugüne kadar hiç ara vermeden seramik çalışmalarıma atölyemde devam ettim.

Eserlerinizin değişim ve gelişim sürecini kendi gözünüzden değerlendirir misiniz?
Eserlerim iç dünyamı yansıttığı için, duygularımla   orantılı olarak değişim gösterirler.

Sizi tetikleyen unsurlar, ilham kaynaklarınız neler?
İçsel kavgalarım , çevremde gözlemlediklerim, kızgınlıklarım, çaresizliğim,  hayallerim, özlemlerim, sevinçlerim, hepsini beni tetikleyen unsurlar ve ilham kaynaklarım olarak  olarak sayabilirim..

Güncel serginizin öyküsünü aktarabilir misiniz?
Bu sergide  yaşamın güçlükleri karşısında kayalaşmak zorunda kalarak dişiliklerinin yuvarlak hatlarını yok edip, başları dimdik yukarıda, hayata tutunan kadınlarım var.

Özgürlükleri kısıtlanmış kadınlar, bu dünyadan kaçmaya çalışırken girdapa kapılan insancıklar ve tabii ki tüm bunların yanısıra umut dolu ilişkiler..



Sanatın insan yaşamındaki yeri ne olmalı?
Hayal dünyamızın genişlemesi, dünyaya ve olaylara farklı açılardan  bakabilmemiz  için yaşamda sanata mutlaka yer  verilmesi  gerektiğine inanıyorum

Sanat ve Sanatçı tarifiniz nedir?
Sanatçı herkesin gördüğünü, duyduğunu, hissettiğini  daha derin ve farklı boyutlarda algılayarak bunu eserlerine yansıtabilen kişidir diye düşünüyorum..

Sanat  ise yaratıcılığın, hayal gücünün ve duyguların dışa vurumudur..

Mutluluk ve sanat arasındaki ilişki nedir sizce?

Kendi adıma, sanat eşittir mutluluk diyebilirim. 30 seneden beri, hastalığımı, sıkıntılarımı, problemlerimi unuttuğum tek mekan atölyem oldu.

21 Ocak 2015 Çarşamba

Doç. Dr. Sinan Çomu: "Hiperaktif çocuklara eskiden yaramaz ya da tembel çocuk der geçerlerdi..."


Çocuklarda dikkat eksikliği ve hiperaktivite o kadar sık karşıma çıkmaya başladı ki bu konuyu uzmanıyla konuşup bilgilenmeye karar verdim. Dr. Sinan Çomu bu konuda ilk akla gelen isimlerden biri.. Çok güvendiğim bir yakın dostum olduğu için ona ulaşmam zor olmadı. Bütün sorularımı peşpeşe sıraladım:


“Çocuğum hiperaktif!” cümlesini çok anneden  duyuyorum.. Bunun bilimsel açıklaması nedir?
Hiperaktivite ve dikkat eksikliği bozukluğu çağımızın sık karşılaşılan nöropsikiyatrik hastalıklarındandır.. Eskiden de vardı, “yaramaz çocuk, “tembel çocuk” denir geçiştirilirdi... Şimdi bünyeden, biraz da çevreden kaynaklanan bir şikayet grubu (sendrom) olduğunu öğrendik. Bu çocuklardaki ana sorun dikkat eksikliği ve dağınıklığıdır. Kolaylıkla daldan dala geçip peşpeşe farklı aktivitelere girebiliyorlar. Bu rahatsızlığın dürtüselllik özelliği bu çocukların kontrolsüz hareketlerine de yol açıyor. Kazalar, kavgalar daha sık görülüyor..

Dikkat eksikliğinin ana sonucu akademik başarısızlık ve sosyal sorunlar yaşanmasıdır. Dikkatini toplayamayıp yazısını tamamlayamayan, ödevlerini tahtadan geçiremeyen, sınavda bildiği halde hatalar yapan çocuklar akademik olarak geri kalmaya çanak tutmaktalar.. Dürtüsellikleri ve dikkatsizlikleri sınıf düzenini bozabiliyor. Sınıf içinde dolaşma, arkadaşlarıyla didişme şeklinde sosyal sıkıntılar ortaya çıkıyor..

Birçok insan kendinde veya çocuklarında dikkat eksikliği ve dürtüsellik gözleyebilir. Akademik ve sosyal anlamda geri kalmalarına yol açmıyorsa buna “hastalık” gibi yaklaşmak yerine, bir bünye özelliği olarak görmek daha doğru olur. Aslında bu bünye özelliği çağımızın çok uyaranlı ortamları için doğal bir adaptasyon sayılır. Ama bunun günlük yaşantıda aksamalara yol açmaması gerekir.

Derslerdeki başarısını etkiliyor ve çevresiyle ilişkilerinde sorun yaşanıyorsa bir doktora görünmekte yarar var galiba..
Bu çocukları altta yatan bir nörolojik sorunu yoksa bir psikiyatristin değerlendirmesinde yarar var. Değerlendirme sonunda birçok çocukta dikkati uyaran bir ilaç kullanmak ve çocuğun  davranışlarını yönlendirici bir tedavi programı uygulamak gerekir. İlaç kullanmak aileleri tedirgin etse de davranışlarını yönlendirme çalışmalarına göre daha çabuk sonuç alındığından bu çocukların “yaramaz” veya “tembel etiketini sürekli taşımaması için önemli bir müdaheledir. İlacın uyarıcı etkisi yetişkinlerin çay-kahve tüketmesine benzer bir etkidir..

Dikkat eksikliğinin altında yatan nörolojik sorun demekle ne kastettiniz?
Beynin değişik fonksiyonlarında problemler yaşayan (hareket bozukluğu olan, serebral palsili, zihinsel yetersizliği olan, epilepsi hastası) çocuklarda dikkat eksikliği de olabilir. Bu şikayetler için kullanılan ilaçlar da dikkat sorunlarına yol açabilir. Dolayısıyla bu grup çocuklarda ilk değerlendirmeyi nöroloğun yapması doğru olur. Daha sonraki takiplerinde psikiyatristlerin kontrolünde olmaları gerekecektir.

Çocukları iki branş doktoru arasında alıkoymak çok yorucu olmayacak mı? Sadece nörolog yetersiz mi kalır?
Aslında nörolojik kökenli sorunlara bağlı dikkat eksikliği yaşayan çocukların sadece nörologlar tarafından izlenmesi yeterli olurdu. Fakat günümüz sağlık politikası belirleyicileri dikkat uyarıcı ilaçların yazma yetkisini kısıtladığından bu hastaları psikiyatriye de göndermemiz gerekmektedir. Bu çarpık durumu haklı gösterecek bir husus psikiyatristlerin bu tip ilaçlar konusunda daha deneyimli olmasıdır.

Dikkat eksikliğinin eşlik ettiği nöropsikiyatrik hastalıklar hangileridir?
Burada iki hastalık öne çıkar: Otistik şikayetlerin görüldüğü Yaygın Gelişimsel Bozukluk (YGB) tabloları ve Tourette Sendromu.

Tourette Sendromu sesli ve hareket tikleriyle karakterizedir. Dikkat eksikliği ve öğrenme sorunları da bu çocuklarda sıktır. Yaygın Gelişimsel Bozukluk ise değişik düzeylerde sosyalleşme ve iletişim aksamaları ile kendini belli eder. Bu çocuklarda dikkat dağınıklığı sık görülür.

Otistik şikayetleri aileler nasıl tanıyacaklar? Hangi belirtilere dikkat etmeliler?
Yaygın Gelişimsel Bozukluk tablolarının belirtilerine otistik şikayetler denir. Bunlar temelde iletişimin, dolayısıyla sosyalleşmenin aksadığı durumlardır. Geniş bir yelpazede olabilecek bu aksamalar göz teması azlığı, ismi ile çağrıldığında bakmama, kendi halinde olmayı tercih etme, komut takip etmeme, işaret dili ve kelimeleri kullanmama gibi sıralanabilir. Özellikle bir dönem yapabildikleri iletişim becerilerinde gerileme gösteren çocuklar yakın takip edilmelidir.

Konuşma zorluğu çeken çocukların eğitimini anne babaları verebilir mi?
Anne baba eğitimci değildir. Ve anne babanın eğitimciliğe soyunması çok sevdikleri çocuklarının öğrenme kusurları karşısında çatışmalar yaşatır. Anne babasına güven ve koşulsuz destek (sevgi) ile bağlanması gereken çocuklar bu durumdan olumsuz etkilenir. Mutlaka ki anne babalar eğitim faaliyetlerini takip edeceklerdir. Ama özellikle bir rahatsızlık düzeyinde öğrenme sorunu olan çocukların bir uzman tarafından eğitime alınması doğrudur. 

Ailelerin çocuklarındaki zihinsel, konuşmaya ve öğrenmeye ait sorunları kabullenmeleri nasıl sağlanır?
Kimse çocuğunda bir sağlık sorunu olsun istemez. Ama bir sorun var ve biz kafamızı kuma gömüyorsak, öncelikle çocuğumuza zarar verdiğimizi anlamamız gerek. Elbette önce kabullenememek ve üzülmek gibi tepkiler olacak. Ama doğru gözlemler ve yerinde müdahelede bulunan uzmanlarla sorunların aşılması ailelerin kendi başına başarabileceklerinden daha kolay olacaktır.

Hamilelik sırasında ya da doğduğu andan itibaren çocuklar  nasıl bir gözleme tabi tutulmalıdır?
Bazı gebelikler anne babanın yaşına bağlı veya akraba evliliğine bağlı riskler taşır. Bu risklere yönelik yapılacak işler kadın doğum doktorlarının kontrolünde yönlendirilir. Doğum sonrası ise çocuk doktorları çocuğunuzun gelişme aşamalarını yakın takip edebilen bir uzman olarak gelişebilecek aksamalarda ve müdahelelerde yol göstericidir.


Doç. Dr. Sinan ÇOMU - Pediatrik Nöroloji Uzmanı
1982 - 1989 İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'nde Tıp Doktorluğu eğitimini tamamladı.

1989 - 1993 ABD Case Western Reserve Universitesi Rainbow Bebek ve Çocuk Hastanesi’nde Pediatri Uzmanlık Eğitimi aldı.

1993 - 1995 ABD Pittsburgh Üniversitesi Çocuk Hastanesi'nde Çocuk Nörolojisi Uzmanı olarak çalıştı.

1995 - 1996 ABD Pittsburgh Üniversitesi Çocuk Hastanesi'nde Araştırma Görevlisi olarak çalıştı.

Doç. Dr. Sinan Çomu 1996'dan beri İstanbul Levent'teki muayenehanesinde çalışmaktadır. Aynı zamanda Memorial Hastanesi, Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi ve Anadolu Sağlık Merkezi'nde de pediyatrik nöroloji uzmanı olarak hizmet vermektedir.

Dr. Çomu, ABD Child Neurology Society, International Child Neurology Society, Türkiye Çocuk Nörolojisi Derneği, Epilepsi ile Savaş Derneği üyesidir.

8 Ocak 2015 Perşembe

“Şiddet uygulamadan pişirilmiş haysiyetli bir mercimek çorbası” içmek için Fauna’ya gidin. Şef İbrahim Tuna “lezzet için uğraşmıyor, doğru pişirmeye çalışıyor..”

Kendine has, küçük, çok kaliteli bir restoran Fauna.. Ataşehir’de, Şifa Hastanesi’nin yanında.. Bilen bilir, daha önce Moda’daydı. Şef aşçısı ve sahibi olan İbrahim Tuna titiz, kibar ve entellektüel bir kişilik..

Her gün farklı bir mönü sunuyor. 22 kişilik bu özel mekanda pazartesiden perşembeye öğle yemeği servisi 12:00'de başlıyor. Son müşteri kabul saati 15:30. Öğle yemeği için rezervasyon yapmıyor. Bu günlerde akşam servisi yok. Cuma ve Cumartesi yemek servisi yine 12:00'de başlıyor. Son müşteri kabul saati 20:30. Cuma ve Cumartesi akşam yemeği için rezervasyon yaptırabilirsiniz. Pazar günleri kapalı.

İbrahim Bey, uzun bankonun ardındaki mutfağında yemekleri kendi elleriyle pişiriyor.. Çorba, salata çeşitleri, mevsim sebzeleriyle hazırlanmış özel tabaklar, taze hamurdan makarna ve ravioliler, dönüşümlü olarak sunulan balık ve kuzu yemekleri, tatlılar ve kahve..

İbrahim Tuna, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Önce Eczacılık Fakültesi’ne girmiş ama -kendi deyişiyle- diploma yerine eşini almış oradan.. Karısına duyduğu muhabbet çok belli. Okuyorum satır aralarını, hoşuma gidiyor.. Yuvarlak gözlükleri, kır saçı ve sakalıyla sempatik bir portre çizen İbrahim Bey, aşçılığa 10 yıl önce başlamış. Sıkı bir entellektüel olduğunu farkediyorsunuz hemen. Sohbet imkanı yakalayabilirseniz kitaplardan, müzikten veya filmlerden konuşun.. “Dalgaları Aşmak” filmini ve Bill Evans pianosunu hatırlıyorum sohbetimizden..



Günün mönüsü girişin solundaki karatahtada yazıyor. Ne yerseniz yeyin.. Hepsi leziz… Ama üstüne mutlaka Maylobi yiyin. Beyaz çikolata ve tane vanilya ile yapılan tatlının hikayesi çok tatlı. “Maylobi”, İbrahim Bey’in minik yeğeninin bebekçe diliyle muhallebi aslında..

Büyük salonlu restoranları seviyorsanız Fauna size göre değil. Daha çok, lezzet peşindeki yüksek kalite tutkunlarının yeri burası. Her müşteri şefin konuğu gibi ağırlanıyor. Verilen siparişler aynı anda pişirilmeye başlıyor. Piano ağırlıklı caz dinleyerek bekliyorsunuz yemeğinizi.

Taze beyaz çiçek yerleştirilmiş vazoları, beyaz keten peçete ve masa örtüleri, büyük bembeyaz porselen servis takımlarıyla hijyen ve sağlık hissettiren mekanın masalarında zeytinyağı, karabiber ve deniz tuzu katkısız bir mutfağı işaret ediyor doğal olarak. 


Soldaki yüksekçe bankonun arkası mutfak. Dört büyük buzdolabı, tezgahı, ocağı, duvarında asılı sıra sıra modern çelik mutfak malzemeleri ile çok profesyonel görünen böyle bir mutfağı bu kadar küçük bir restoran içinde beklemiyorsunuz.. Çelik tavalar, karıştırıcılar, kaşıklar, kepçeler.. hepsi pırıl pırıl.. Demir döküm tencereler koridorun bitimindeki raflarda dizili..

Konserve ürün ve hazır sos girmeyen bu mutfakta organik pazarlardan tek tek satın alınmış malzemeler, hepsi bir tabak doğru yemeğin yaratılması için.. Lezzeti bundan!

Sebzeli mercimek çorbasını anlatmak için İbrahim Bey’in kullandığı kelimeleri başlıkta yazdım... Çorba tabağının yan yüzeylerine dokundurulmuş maydanoz püresi iyi fikir..


Kiraz domatesli makarna

Servis büyük ve çok kaliteli tabaklar içinde yapılıyor. Ben kiraz domatesli makarna yedim. Hamurunun taze hazırlanıp kesildiği her halinden belli İtalyanların 'al dente' dediği kıvamda hafif dişe gelir pişirilmiş makarnanın zeytinyağında hazırlanmış kiraz domatesli sosu ile dengesi çok iyiydi. Kocaman tabağın etrafına bolca serpilmiş taze rende İtalyan parmesan peyniri ise hem göze hem damağa hitap ediyordu..

Sebze çorbası (tadımlık almıştım..)

Sade ve yalın yemeklerin ardındaki özeni, sıcak tutkuyu hissediyorsunuz. Fiyatları ve esirgenmemiş malzemelerini düşündükçe “dürüstlüğü” de fark etmemeniz mümkün değil. Lüks bir yer değil, düzeyli müşterilerin kendilerini rahat hissedip tekrar ziyaret etmek isteyeceği bir yer Fauna..

Fauna’yı bana tavsiye eden Ömer Olcay’a da buradan teşekkür ediyorum. Lezzetli bir mutfak ve ince bir insanla tanıştım sayesinde.