23 Mayıs 2014 Cuma

Selin Melek Aktan'ın "Açıl Susam Açıl" resim sergisinin geliri Soma felaketi mağdurlarına aktarılacak..

Selin Melek Aktan'ın, Apeiron Art Plus/Nişantaşı'nda 20 Mayıs'ta açılan Türkiye’deki 12.kişisel sergisi "Açıl Susam Açıl", 31 Mart'a kadar gezilebilir. Sanatçının çok sevdiğim hayat dolu, yapıcı ve olumlu kişiliği masalsı tablolarının figürlerine de yansıyor. Dans eden, sevgi'li figürler, mutlu ve yaşanası bir dünyanın  habercisi gibiler..

Sanat ve sanatçı tarifiniz nedir?
Tanrının kendisinde var olup da bizlerle paylaştığı en güzel yeteneklerden biri yaratıcılık… Bu her insanda var olan bir özellik, ama çoğu kez bunu keşfetmekte geç kalıyoruz veya nasıl kullanacağımızı bilemiyoruz. Tabii yaratma gücümüzü kullanarak  hayatımızda iyi şeyler de yaratabiliriz, kötü şeyler de… Bence  yaratıcılığın başkaları ile paylastığımız, dışa en güzel yansıyan yönü sanat… Dünyada var olmayan birşeyi kendi dünyasına göre şekillendirip estetik bir biçimde  ortaya koyan insanlara da sanatçı diyoruz.

İlham aldığınız, sevdiğiniz sanatçılar hangileri?
Hundertwasser’i  ve resimlerini çok severim. Felsefesi olan, dünyanın tüm ülkelerinde yaşamış, hepsinde iz bırakan projelere imza atmış, çevre konusunda son derece güzel çalışmaları olan özgün bir sanatçı.. Viyana’daki Hundertwasser köyünde bizim Kapadokya’daki mağara evlere benzer yapılardan oluşmuş çevre ile uyumlu bir köy  projesi var. İnsanın hem kendisinin hem de yaşadığı yerin doğa ile uyumu üzerine kafa yormuş bir sanatçı.. Santa Barbara’da yaptığı bir kilise var, rengarenk, aynı şekerlerden yapılmış bir ev gibi.. İnsanların korkmadan çekinmeden ve eğlence parkına girer gibi zevkle kiliseye girmelerini hedeflemiş.. Halen eserlerinin afişleri  okyanuslardaki balinaların hayatını korumak için satılıyor. 1998’de ölmüş sanırım, hayattayken tanışamadığım için hep çok üzülmüşümdür…

Çalışmalarınızda beslendiğiniz kaynaklar neler?
Farklı ülkelere seyahat etmenin,  yeni kültürlerle tanışmanın beni en çok besleyen unsur olduğunu söyleyebilirim. Uzak Doğu Afrika, Güney Amerika  gibi bizden çok farklı kültürlere sahip ülkelerden her zaman yeni fikirlerle dönüyorum. Bazen izlediğim  bir film, okuduğum bir roman, hatta  bir dükkanda gördüğüm bir kumaş parçası  bile bana ilham verebiliyor.. Doğayla bütünleşmenin insan ruhunu arındırdığına ve yaratıcılığı beslediğine inanıyorum.. Son müzik albümümdeki üç parçamı sabahın 06.30’unda gün ağarırken  etrafta an be an değişen renklere bakarak Maçka Parkı’nda yürürken yapmıştım. Sürekli aynı şeyi yapmaktan sıkılan bir yapım var.. Şiir, müzik, resim, heykel gibi disiplinler arası gezinerek  kendimi yeniliyorum. İnsanoğlunun her hali bizlerin duygu dünyasına etki edip eserlerimize yansıyor..

Sanat çalışmalarınızın yıllar içindeki değişim ve gelişimini kendi gözünüzden aktarır mısınız?
Sanatçının arayışı hiç bitmez… Bende de  sürekli daha iyiyi arama ve yaratma mücadelesi var.. Kendimle  acımasız bir yarış içindeyim. Kendimi tekrarlamayı sevmediğim için hep bir öncekinden farklı şeyler yapma telaşındayım. 100 tane aynı resimden üretebilecek  bir yapım yok. Yaptığım şeylerin yalnız beni değil, başka insanları da mutlu etmesini  diliyorum. Dünyada yeteri kadar mutsuzluk ve sıkıntı var.. En azından benim eserlerim öyle olmasın istiyorum. Yıllar içinde sanat adına yaptığım şeylerin topluma artı bir değer katmasını arzu ediyorum. Sosyal sorumluluk projelerine sanatımla katkı sağlamaya çalışıyorum. İki müzik albümüm ve bir şiir kitabım eğitim projelerine destek amacıyla satılıyor. Çevre ve geri dönüşüm konusunda daha duyarlı oldum. Buna katkı sağlamak amacıyla 2-3 yıl önce eski çantalardan yeni bir tasarımla bir  “art bag” koleksiyonu yapmıştım. “Sonsuzluğun mesajı” isimli abstrak koleksiyonum doğaya verdiğimiz zarara dikkat çekmeye çalışıyordu. Son senelerde sokaklarda bulduğum atıkları değerlendirmeye çalışıyorum. Çöp diye atılan bir şeyin bir sanat eserine dönüşmesi bana inanılmaz keyif veriyor.

"Renk" kavramı için sanatınız dışında neler anlatmak istersiniz?
Canlı  renklerin insana enerji verdiğine inanıyorum. Bu yüzden keyifsiz olduğum günler elim otomatik olarak  siyaha gitse bile, eğer o an aklıma gelirse bana enerji verecek  bir renk seçip giymeye çalışıyorum.. Beyaz bana sükuneti ifade ediyor... Belki de bu  yüzden karı çok severim... Doğaya baktığımızda aslında denizlerin  dibinden dağların tepesine kadar her yerde renk var. Anadolu’ya köylere bakın, basmaları yazmaları hep allı güllü renkli.. Çünkü çiçeklere, kuşlara, kelebeklere,  kısacası doğaya yakın yaşıyorlar. Şehir hayatının temposu  insanları renkten uzaklaştırıyor diye düşünüyorum. Betonların  grisiyle çevriliyiz ve gitgide doğadan uzaklaşıyoruz.. Renklerimiz de gitgide grileşiyor.. Renklerimiz mi önce grileşti  yoksa hayatlarımız mı? diye sorsak sanırım burada  tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan? hali söz konusu ..

Ve siyah... Bugün hepimize aynı şeyleri düşündürüyor.. Söylemek istedikleriniz var mı? 
Siyah içinde hüzünü, sıkıntıyı, aynı zamanda gizemi, yok oluşu barındıran bir renk.. Bir  nevi kalabalıklar içinde kaybolma hali.. Ben genelde canlı ve kontrast renklerle çalışmayı sevsem de, arada bir  gönlümde barındırdığım hüzün ölçüsünde siyaha boyadığım birkaç tuvalim var. Sonradan karşılarına geçip baktığımda geri planda çok flu meydana çıkmayı bekleyen renk fısıltıları fark ediyorum. O tablolarıma bakmak beni hüzünlendiriyor. Biliyorum ki o aralar pek mutlu değilmişim ve  herşeye rağmen iyi olmak için çabalıyormuşum..

Son sergi çalışmalarınızın hikayesini anlatmanızı rica etsem?
“Açıl Susam Açıl” sergimin ana materyali  eski  Nişantaşı apartmanlarının gözden çıkarılmış eski kapıları.. Oturduğum ve çalıştığım bina 1935 yılında yapılmış.. Nişantaşı’nın eski apartmanlarındaki  dairelerde genellikle bir ana kapı, bir de servis kapısı varmış. Büyük şehir hayatı bizleri zaman içerisinde  malum nedenlerle zevksiz çelik kapılara mahkum etti.. Üç yıl önce Apeiron Artplus Galery’i açarken  iki adet eski daire kapısını değiştirmemiz gerekti. Masif ağaç, güzel işçilikli kapılardı.. Atmaya kıyamadım. Zamanla kapı merakımı görenler bana başka kapılar getirdi. Bir kısmı eskiden salon salamanje tabir edilen odaların dar uzun camlı kapıları. Onları unutuldukları köşelerden çıkarıp alt yapı olarak kullanmaya karar verdim.. Böylece semtin yeni hayatına katılarak  bir şekilde yaşamlarına devam etsinler istedim.

Açıl Susam Açıl Sergisinin açılış  tarihinde Soma felaketini yaşadık. Kuşkusuz yaşananlar çok acı.. Serginin tüm gelirini felaketzedelerin çocuklarının  eğitim giderlerine   aktarmaya karar verdik. Umarım ‘’Açıl Susam Açıl’’ kapıları  mağdurların hayatlarındaki acılara bir nebze olsun merhem olur..

Sanat - mutluluk ilişkisi nedir size göre? 
Yaratım süreci bir nevi meditasyon gibi.. Ürettiğim zamanlar hayatta en mutlu olduğum  zamanlar… Negatifi pozitife çevirmeyi  arzu eden bir yapım olduğu için,  mutsuz olduğum zamanlarda da sanatı çıkış aracı olarak kullandığım oluyor. İki yıl önce duygusal anlamda beni zorlayan  bir yaz geçirmiştim.. O süreçte tüm  duygularımı müziğe aktardım ve sözü besteleri bana ait 7 şarkıdan oluşan ‘’Şaka Gibi Herşey” isimli ikinci müzik albümümü çıkardım. Bu dönüştürmeden çok keyif aldığımı söyleyebilirim.

"Ben sanattan anlamıyorum" lafı hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Bu sözü en çok sergilerde  duyuyorum ve  böyle söyleyenlere, “anlamanız şart değil, sevmeniz kafi” diyorum... Bence bir resme baktığınızda veya bir müziği dinlediğinizde  onu anlamaya çalışmak çok gerekli değil.. Sizde yarattığı duygulanım önemli.. Eseri  kendinize göre yorumlama hakkınız var  ki, bu belki de onu yaratanın süreçteki düşünceleri ile aynı olmayabilir. Sanatçı yarattığında nasıl istediği gibi özgür olma hakkına sahipse , izleyen de izlediğinden keyif alıp almama, beğenip beğenmeme hakkına sahip  olmalı.. Sanatçılar yapar, diğerleri izler ve herkes kendine göre yorumlar. Hayat çok kısa.. Teoriler üretip çok da fazla kasmaya gerek yok..

Sanat - toplum arasındaki mesafeyi daraltmak adına neler önerebilirsiniz?
Sanatın sokağa inmesini isterim ve tabii bir de insanların çocuklarını küçük yaşta sergilere, müzelere, konserlere götürmeye başlamalarını.. Bizde hala  galerideki sergiye giriş paralı mı? Ne kadar para ödememiz gerekir? diye soranlar var mesela..
Geçen gün Maçka Parkı’nda çimlerin arasında yürürken, küçük beton basamaklara yazılmış bir şiir dizesi gördüm. Altında “şiir sokakta” yazıyordu. Beklenmedik tatlı bir sürprizle karşılaşmıştım.. Öyle hoşuma gitti ki, anlatamam… Diğer sanat kolları da ufak ufak sokağa taşınsa ve gündelik hayatın içinde insanlarla kaynaşsa ne iyi olur değil mi?

Sizin İstanbul nasıl bir İstanbul? İstanbul'u beş duyunuzla tarif edin desem..
İstanbul tutkuyla bağlı olduğunuz kaprisli bir sevgili gibi.. Üzüyor, kırıyor, acıtıyor ama olmadık bir anda öyle güzel birşey yaşatıyor ki  şikayet etseniz bile ondan vazgeçemiyorsunuz ve bu aşk yıllarca devam edip gidiyor. Dünyanın neresine gidersem gideyim özlediğim şehir. Eskiyle yeninin karışımı bir şehir, her yerinde ayrı bir enerji.. Kilo aldıracağını midenizi yoracağını bilseniz bile yemekten kendinizi alıkoyamadığınız  bol baharatlı leziz bir yemek gibi.. Darbuka ve kanun sesiyle, çello, piyano bir arada. Dünyanın tüm renklerini bünyesinde barındıran  baş döndürücü hızda bir şehir..

İstanbul için bir hayal projeniz var mı?
İstanbul’un kültür başkenti olduğu yıl  önerdiğim bir projem vardı, hala olmasını çok isterim. Atatürk  ve Sabiha Gökçen havaalanları  uluslararası uçuşlar için çok özel ve güzel bir konumda.. Bazen insanlar bağlantılı uçuşlar için  3-4 saat dışarı çıkmadan  havaalanında geçiriyorlar. Orada küçük de olsa bir güzel sanatlar müzesi olmasını, içinde sanatçıların eserlerinin afiş baskılarının veya günlük hayatta kullanılacak tasarım ürünlerinin olduğu  art shopların olmasını çok isterim. Ayrıca havaalanında kapılara giden yollar üzerinde o kadar çok boş duvar var ki.. Oralara sanatçıların tablolarının büyük boy afişleri asılabilir. Cam fanuslar içinde son derece büyük ve etkileyici heykeller olsa o da çok hoşuma giderdi. Sanat havaalanından başlasa, ülkemize ayak basan  turistleri önce ülkemizin sanatçılarının eserleri karşılasa muhteşem olmaz mıydı? O seneler bu konuda bir iki yazı yazmıştım, sonradan bir iki ufak deneme oldu ama hepsi güdük ve son derece amatörce kotarılmış şeylerdi, kimse farkında bile olmadı tabi ki.. Dünyadaki bir iki tanınmış romancıya içinde Istanbul’da geçen hikayeler olan romanlar yazdırmak isterdim. 


14 Mayıs 2014 Çarşamba

Soma Katliamı

İki gündür Soma'da yaşanan acı olayla boğazım düğümlendi. Bu yeryüzünde neredeyse 35 yıldır yaşıyorum. Kişisel tarihim bir yana, bu ülkede yaşadığımdan beri türlü türlü olaylardan birçoğumuz gibi acı çekiyorum. Resmen kötülükle imtihan edilmekten içimiz çıktı! Vicdan... O da ne?
Zorbalık, kalleşlik, vicdansızlık her an hayatımızdayken isyan etmeyenlere de hala hayret ediyorum.

Tuzla tersane kazaları, hızlandırılmış tren kazaları, maden ocakları kazaları... Hepsi ne uğruna?

Paraya peşkeş çekilen topraklarda, paraya peşkeş çekilen canların ülkesinde yüreğim yanıyor.

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Alptekin Baloğlu'nun başlattığı “Denizin Sırları” kampanyası deniz olmayan bölgelerdeki çocuklarımızla buluşuyor..

Denizleri çok severim ben. Ve üzülürüm Karadeniz, Akdeniz, Marmara neden hayatımızda daha çok yer kaplamıyor diye.. Ülkemizde kimbilir kaç çocuk var denizi görmeyen..
Fotoğraf: Alptekin Baloğlu

"Denizlerimizi korumanın, onu çok iyi tanımaktan geçtiğine inanıyorum. İnsanlar bildikleri şeyi sever ve sevdiğine saygı duyarak elinden kaybolmaması için gayret gösterir. Denizlerimizi korumanın ilk basamağı da onu çok iyi tanımaktan geçer." diyor fotoğraf sanatçısı, dalgıç, matbaacı dostum Alptekin Baloğlu. “50 Soruda Denizin Sırları” adlı kitabıyla çocuklara ulaşmayı hedefliyor. Özellikle de doğu illerinde denizle henüz tanışmamış çocuklara.. Onlara bu kitabı bedelsiz olarak ulaştırabilmeyi arzuluyor.

Bu hedef için tek bir kurumsal sponsorları yok.. Hepimizin bireysel ve kurumsal destekleri ile bu hedefe birlikte ulaşabilmeyi hayal ediyor. Ben de!!

Proje için hazırlanan sitenin "Destekçilerimize Çağrı" bölümünde detayları inceleyebilirsiniz..

Nasıl Destek olabilirsiniz?
Kendiniz ya da çocuğunuz için satın alacağınız her bir kitap, denizi tanımak isteyen çocuklarımıza iki kitap hediye ediyor..

1 adet “50 Soruda Denizin Sırları” kitabını 15 TL ye satın aldığınızda, size 1 kitap yollanıyor. 2 adet kitap da doğu illerimizdeki denizle tanışmamış çocuklarımıza gidiyor.

1 adet kitabın bedeli 5 TL ( KDV Dahil). İsterseniz bu sembolik fiyata daha fazla kitap da alabilir, kampanyaya katılabilirsiniz. Örneğin 50 Tl karşılığında 1 adet kitabı kendinize alıp, 9 tane kitabı çocuklarımıza hediye edebilirsiniz. Veya elbette daha fazlasını... Projenin web sitesinden, ister Garanti Bankasının güvenli sistemi ile kredi kartınızla veya havale yaparak destekçi olabilirsiniz: http://denizinsirlari.org/destekcilerimize-cagri.asp

Web sitelerinden sürekli güncelenen yapıda destekçileri yayınlıyorlar. Bugüne kadar projenin tanıtımını yapmadan yakın çevrelerindeki dostlarıyla paylaşarak 6185 adet kitabın hediye edilebilmesine destek sağlamışlar. Kampanyaya şu ana kadar destek olan kurumsal ve bireysel destekçileri görmek için aşağıdaki linki tıklayabilirsiniz:
http://denizinsirlari.org/destek-olun.asp
Fotoğraf: Alptekin Baloğlu
Kitaplar çocuklara nasıl yollanıyor?
Bu projeye gönüllü destek veren öğretmenlerin bildirdikleri sayı kadar kitap, destekçiler adına bedelsiz olarak yollanıyor. Onlar da kitapları öğrencilerine dağıtarak ve kitaptaki bilgileri paylaşarak çocuklarımızın denizlerimizi tanımalarını sağlıyorlar. Hedef öncelikle doğu illerimiz ve sonrasında da tüm ülkemizi kaplayan bir yaygınlığa ulaşabilmek. Denizi daha iyi tanıyan, seven ve korumak isteyen bir toplum yaratabilmek.

Projenin web sitesinde öğretmenlerimize çağrı bölümündeki bilgileri dolduran ve talepte bulunan tüm öğretmenlerimize istedikleri adette kitap bedelsiz olarak yollanıyor:
http://denizinsirlari.org/ogretmenlere-cagri.asp

Bugüne kadar nerelere kitap yollandı?
Henüz projenin tanıtımı yapılmadan oluşan destekler sayesinde; Şanlıurfa, Erzurum, Mardin, Artvin, Van, Şırnak, Diyarbakır ve Iğdır illerimizdeki okullara toplam 3585 adet kitap yollanmış. Öğretmenlerimizin yolladığı fotoğraflar da web sitesinde paylaşılmış:
http://denizinsirlari.org/dagitilan-kitaplar.asp?sayfa=4
Fotoğraf: Alptekin Baloğlu
Öğrencilerden gelen mektuplar:
Kitapları alan öğrenciler mutluluklarını ve tanımadıkları yepyeni bir dünyayla tanışmalarının heyecanını yazdıkları yüzlerce mektupla dile getiriyorlar. Onlardan gelen bu samimi mektuplar, projenin hedefine ulaşacağına ve yüzbinlerce çocuğumuza denizi tanıtılabileceğinin kanıtı:
http://denizinsirlari.org/ogrencilerimizden-mektuplar.asp

Sualtı camiasının çok büyük bir camia olduğunu ve bu kapsamda genele yayılan ilk destek kampanyası olan bu proje sizler sayesinde hayata geçecek.. Bu yüzden lütfen:
1- Siz de bireysel veya kurumsal olarak kampanyaya destek olun ve kitap hediye edin,
2- Doğu illerimizde yaşayan öğretmen arkadaşlarınız var ise onları da bu kampanyadan haberdar ederek bizden talepte bulunmalarını sağlayın.
3- Çevrenizdeki tüm dostlarınızla bu kampanyayı paylaşarak herkesin haberdar olmasını ve büyümesini sağlayın.
Desteklerinizi esirgemeyeceğinizi biliyoruz ve bu sayede ortak hedefimiz olan çevreye duyarlı bir toplum olma hayalimizin tohumlarını birlikte atmış olacağız..

Bilgi için: Alptekin Baloğlu
www.denizinsirlari.org
e-mail: info@denizinsirlari.org



5 Mayıs 2014 Pazartesi

Ege Soley: "Çiçekçi olana kadar çiçeklerle hiçbir ilişkim yoktu! Her zaman söylediğim gibi, ben sadece tasarım yapmayı sevdim. Çiçekleri de kendime zevkli, zorlayıcı ve yaratıcı enstrümanlar olarak aldım."


Düşünen, tasarlayan, üreten insana saygım sonsuz.. Bu blogu da onca işimin arasında bu yüzden açmadım mı zaten? Yaptığım röportajlar ruhumu besliyor.. 

"calla lilies", Tamara de Lempicka
Ege Soley'in Beşiktaş Akaretler yokuşundaki çiçekçi dükkanının önünden geçerken önce vitrinini ve imzasını sevdim sonra facebook'daki çiçek düzenlemelerinin fotoğraflarını.. Ve bu başarılı genç insanı da blogumda yayınlamak için sorularımı sıraladım.

Tamara Lempicka resimlerine benzetmişsiniz çiçeklerinizi…  Çiçek düzenlemeleriniz için ilham aldığınız başka sanatçılar var mı?
Lempicka’nın renklerini ve çizgisinin hareketlerini, hem yumuşak hem maskülen hallerini çok seviyorum evet.. İlham anlamında özellikle bir sanatçı veya akım söyleyemem,  ama yalın tasarımlar, mimariden ürün tasarımına kadar, beni çok etkiliyor. Belle époque veya romantizm’den ziyade minimalizm sanırım tasarımlarımın çok daha içinde ve kişiliğini belirliyor..

Çiçek ile yakın ilişkisi olan insanların yaşam kültürlerinin gelişmiş olduğunu söyleyebilir miyiz?
Sanırım -ve ülke şartlarında maalesef- evet. Çünkü bu aslında kişinin gustosu, hayat tarzı ve hayata bakış açısı hakkında çok ciddi ipuçları veriyor. Avrupa’da çiçeğin gerçek bir kültür olması, kişilerin bunun için zaman ve mesai harcaması bana göre hem kendilerine hem çevrelerine gösterdikleri özen ve saygı ile birebir orantılı. Ama henüz bize çok uzak bir durum maalesef..

Çiçek seçimleri kişilikleri ele veriyor mu sizce?
Bu konuda çok kesin konuşamayacağım.. Kişilik cok ciddi ve anlaşılması cok zor bir konu. Benim fikrim aslında insanların belirli dönemleri olduğu.. Bir dönem daha romantik, daha sıcak çiçekler görmek isterken insan, bir başka dönem çok daha yalın, hatta geometrik şekilli çiçeklerden veya tasarımlardan hoşlanabiliyor. Bunun da, giyim zevki gibi, zamanla ve ruh haliyle değişen bir durum olduğunu düşünüyorum..

Çiçeklerle ilişkiniz ne zaman başladı?
Çiçekçi olana kadar çiçeklerle hiçbir ilişkim yoktu! Her zaman söylediğim gibi, ben sadece tasarım yapmayı sevdim. Çiçekleri de kendime zevkli, zorlayıcı ve yaratıcı enstrümanlar olarak aldım. Bu işe başlamadan önce hiç çicek bilgim veya özel bir zevkim yoktu. Herşeyi tamamen çalışarak ve önce fransızca olarak öğrendim!

Çiçek düzenleme eğitimini nerede aldınız?
Çalışırken bir yandan da Ecole des Fleuristes de Paris’de üç sene eğitim aldım.

İşinizi nasıl kurdunuz? Hikayesini bizimle paylaşabilir misiniz?
2007 yılında Paris’e yerleşmiştim Fransızca eğitimi almak için.. Oradaki çiçekçileri gördüğümde de İstanbul’da hiç böyle güzel mağazalar olmadığını farkedip bunu kendime iş edindim. Paris’in ve Fransa’nın en tanınmış çiçekçilerinden Pascal Mutel’e başvurdum. 2007-2011  yılları arasında kendisinin yanında çalışma şansına sahip oldum. Hem ondan öğrendiklerim, hem de okulda aldığım teori bilgisiyle 2011 Nisanı’nda İstanbul’da kendi dükkanımı açtım.



Gelin buketleri için mevsimlere göre çiçek önerileriniz olabilir mi?
Gelin buketlerini cok şahsi buluyorum. Gelinlere buket hazırlayabilmek için genellikle sadece dinlemeye daha sonra gerekli degişiklikleri yapmaya çalışıyorum. 

Artık tüm çiçekleri ithal edebildiğimiz için de gelinler ne isterse tamamen onu yapmaya çalışıyorum. Mevsimden ziyade ortama göre de değişebiliyor çiçekler.. 

Açık havada, kırda yapılan düğünler daha hafif ve renkli buketleri kaldırabilirken, otel düğünleri için daha klasik, daha sakin buketler tercih ediliyor..

Ülkemizde yetişen nadide çiçekler hangileri? İhraç ettiklerimiz var mı?
Maalesef dükkanlarımızda kullandığımız çoğu çiçek yurtdışından geliyor. Türkiye gibi bereketli bir ülke için oldukça acı verici bir durum bu.. Çiçekçiliğe ve tarıma verilen -olmayan- önemi de gözler önüne seriyor... 

Oysa Türkiye onbinlerce endemik çiçeğin ana vatanı. Örneğin Türkiye’de sadece Hakkari’de yetişen ve oradan doğuya dağılmış olan frittillaria (Ters Lale), çok bilinmeyen ama çok güzel bir çiçektir.. 
Yine bunun gibi birçok orkide cinsi de kimsenin dikkatini çekemeden yine bu topraklarda ayakta kalmaya çalıyor.
frittillaria (Ters Lale)

İstanbul’a dair bir hayal projeniz var mı?
Özellikle İstanbul değil ama, şimdilik yaşadığım şehir olduğu için, gerçek bir çiçekçilik okulu kurmak, öğrendiğim ve bildiğim her şeyi bu işi seven ve layığıyla yapabilecek insanlara öğretmek istiyorum.

Sizce İstanbul’un çiçeği hangisi?
Elbette erguvanlar.

Sizin çiçeğiniz hangisi?
Formları, sadelikleri ve bana Lempicka’yı hatırlatan renkleriyle kesinlikle gala’lar.





1 Mayıs 2014 Perşembe

Baharda Como Gölü...


Galleria Vittoria Emenuelle/Milano
Son yıllarda seyahat bloglarına gözatmadan seyahata çıkmıyorum. Gezi bloglarında okuduğum birçok doğru değerlendirmeden yararlandığım için ben de aynı şeyi yapmaya karar verdim.

Burada, Ayşe Gülay Hakyemez dostumun blogunda, sizlerle sık sık gezi izlenimlerimi paylaşacağım.. İlk yazımı geçen ay yaptığım son seyahatime ayırdım. Como Gölü'ne..

İtalya anlamadığım bir şekilde beni çeken bir ülke.. Gezilesi her köşesiyle.. gittiğimde hiç yabancılık çekmediğim bir ülke.

Seyahatlerimi genelde çok önceden organize eder, aylar öncesinden araştırmaya başlayıp en özel bölgelere gitmeyi planlarım. Amacım sadece görmek değil oraları yaşamak da.. Como’da da öyle oldu.

Milano seyahatlerine sıkıştırılmış günübirlik turlar yerine hedefim doğrudan Como Gölü’ydü.. Sindire sindire..

Paris’te okuyan kızımın Paskalya tatilini (14-18 Nisan 2014) fırsat bilerek, ilk olarak deneyimlediğim Easy Jet ile Paris’te buluşup Milano’ya uçtuk.

Milano, İtalya'nın en modern şehri. İki havaalanı var. Malpensa Havaalanından Milano'ya 20 dakikada bir shuttle kalkıyor. Görmeden olmazdı. Duomo katedrali'nin bulunduğu meydanda dinlendiken sonra Galleria Vittoria Emanuelle’de spagettilerimizi yedik. Milano’nun en büyük tren istasyonu Centrale’den Varenna’ya hareket ettik.

Milano’dan Coma’ya gelip tekne turu yapsanız bile Como Gölü’nün bu eşsiz güzelliğini ruhunuza sindirmeden geri dönmüş olmamak için tavsiyem, herkes gibi Como’ya değil, o hızlı turlarda önünden geçip, ya da sadece inip bir yürüyüş yapıp yemek yiyebildiğiniz Bellagio’ya gitmeniz.. Ben öyle yaptım..

Dört günlük otel rezervasyonumuz Como’nun merkezinde değil, gölün tam ortasında, iki bacağının birleştiği yerde “Como Gölü’nün incisi” olarak adlandırılan Bellagio’da idi. Öncesinde “2 gece Como, 2 gece Milano mu yapsam?” diye düşünürken son dakikada 4 günü de  Como’da geçirmeye karar verdim ve ne denli doğru yaptığımı oraya gidince anladım.

Como Gölü’nde vapurla seyahat 2 saatinizi, kapalı hızlı küçük katamaranlarla 1 saatinizi alıyor. Como, Cernobbio, Argegno, gölün tek adası Comacina, Lenno, Tremezzo, Cade nabbla, Bellagio, Mennagio, Varenna  iskelelerinde duruyorlar.

Bellagio’da konaklayacağımız için biz Milano’dan Como’ya değil, Varenna’ya tren bileti aldık.  Como’dan tekne ile Bellagio en az bir saat sürüyor. Varenna’dan ise 15 dakika..

Paris’ten Bellagio’ya gelene kadar tüm ulaşım araçlarını kullanıyoruz... Taxi, uçak, otobüs, metro, tren, vapur...

Varenna’da trenden indikten sonra sahile doğru valizimizi çekmeye başlıyoruz. Karşımıza çıkan turist information’dan Como Gölü haritası ve vapur saatlerini belirten broşürü alıp, 10 dakika sonraki vapura yetişmek için hızla ilerliyoruz. Varenna’yı gezmeyi dönüşümüze bırakıyoruz.

Vapurdan gördüğümüz o eşsiz manzara karşısında büyüleniyoruz. Varenna’nın güzelliğini mi, tepeleri karlı Alp dağlarını mı, önümüzde beliren Bellagio’yu mu, hangisini söylesem...


Bellagio iskelesinde bizi mor salkımlarla süslü kafeler karşılıyor, fotoğraf çekmeyi bırakıp alelacele inmeye çalışıyorum.. İskeledeki denizciler gülümsüyor, gerçi acele etmeye gerek yok,  gemi kaptanı bu güzelliği fotoğrafladıktan sonra inebilmeniz için hiç acele etmiyor.
Gemiyi uğurluyor, sanki otelimizi biliyor gibi sağa doğru yürümeye başlıyoruz. Neyse ki beklemekte olan taxi şöförü yolu doğruluyor ve emin adımlarla otelimiz Excelsior Splendid’e doğru ilerliyoruz..

1907 yılından kalma Art Nouveau binada kendimizi evimizde gibi hissediyoruz... ufak bir farkla.. seçtiğimiz oda göl manzaralı... İçeri girdiğimizde Como Gölü bizi kucaklıyor. Üstümüzü değiştikten sonra daracık merdivenli sokaklarda yürür buluyoruz kendimizi...

Geçmişi 1873’e kadar dayanan Grand Hotel Villa Serbelloni’de önce limonlu bir yorgunluk çayı, gün batımına doğru da şaraplarımızı ve brusettalarımızı ısmarlıyoruz. Güneş dağların arkasında kaybolduğunda hava soğuyor..

Birbirinden güzel butikleri geze geze otelimize dönüyoruz. Sıcak bir duş.. ardından yatak.. Sabah 5’ten beri ayakta olduğumuz için uyuyuveriyoruz.

Ertesi sabah yeni doğan güne eşlik eden dolunay manzarasına uyanıyorum.. Muhteşem Como Gölü’ne açıyorum camları; tekrar yatağa yatıp bu eşsiz manzarayı yattığım yerden seyretmeye devam ediyorum.. Tekrar uyumuşum.. 

Sabah 8’de kalkıyoruz. Yıllar boyu tarihe eşlik etmiş merdivenlerden kahvaltı salonuna iniyoruz. Rüzgar dinmiş, Como gölü sakin. Önümüzde boylu boyunca uzanıyor..

Kahvaltıdan sonra kısa bir sahil yürüyüşü bizi erken saatlerde kurulmuş pazara getiriyor. Dik merdivenleri tırmanıp, çalan çanlar eşliğinde kiliseyi ziyaret eyoruz. Ve Como’ya gitmek üzere iskeleye iniyoruz.


Bir saatte hızlı gidişi seçtiğimiz için kapalı katamaranda yolculuk yapmak fikri önce keyfimi kaçırsa da doğanın güzelliği bunu çabuk unutturuyor.. Como’ya varıyoruz.

Meydanda “pilin mucidi” Alles Sandro Volta’nın heykeli, kafelere dağılmış turistler, limanda demirli yelkenliler.. Seyrede seyrede ilerliyoruz Küçük Milano bizi karşılıyor, Duoma kilisesi ve meydanıyla, daracık sokaklarda elimizde dondurma birbirinden güzel, şık marka butiklere baka baka ilerliyoruz.


Acıktığımızda tekrar Duoma Meydanı’ndayız.. Yer bulabildiğimiz ilk kafeye oturuyor, hayatımızın en güzel pizzasını yiyoruz. Şarap eşliğinde tabii..
17.00 vapuruyla Como’dan dönmeyi planladığımız halde, finükülere binmekten vazgeçip bizi geri çağıran Bellagio için 15.00’teki vapura biniyoruz. İki saatlik vapur yolculuğundan sonra Cafe Rossi’de gün batımına karşı şaraplarımızı yudumluyoruz. Dağların arkası hâlâ aydınlık.. batan güneş, bulutları pembeye boyarken otelimize doğru yürüyoruz..

Ertesi gün Bellagio’nun ünlü Villa Serbelloni Parkı’nı gezmek için saat 11.00’de rehberimizle turist enformasyon bürosunun önünde buluşuyoruz. İki saat süren bir tırmanışla villanın bahçesi olan parkı adım adım geziyor, fotoğraflar çekiyor, molalarda doğayı ve havayı keyifle içimize çekiyoruz.

Tekrar göl kenarına indiğimizde Caffe Rossi’de dinlenip, ardından otelimizin arkasındaki  tepeyi tırmanıyoruz. Gölün diğer yakasındayız şimdi. Cennetteymişiz gibi.. Keyifle sessizliğin ve dinginliğin içinde yemeğimizi yedikten sonra otelimize dönüyoruz.
Bir sonraki gün bindiğimiz deniz taksi, masmavi gölde bizi Lenno’da, gölün en ünlü villasına götürüyor. Villa del Balbianello...

Bütün bir kış boyunca bilgisayarımda wall paper olak beni bekleyen yere doğru rüzgarla yaklaşıyorum..  Villa del Balbianello, 18. yüzyılda, Kardinal Angelo Maria Durini için yapılmış, daha sonra birçok kez el değiştirmiş. Son sahibi İtalyan kâşif ve işadamı Guido Monzino olmuş. Hiçbir mirasçısı olmadığı için devlete kalan bu ilginç villa, Yıldız Savaşları, Casino Royal, Ocean’s Twelve gibi filmlere ev sahipliği yapmış bir mekân..

Yine şarap, yine keyif.. Günü batırıp Tremezze villalarının muhteşem bahçelerini seyrede seyrede Bellagio’ya dönüyoruz. Son tatil akşamı yemeği için seçimimiz Bellagio’nun en güzel restoranı Suisse Restaurant..
Ertesi sabah, Como’da uyanmanın keyfini çıkaran ahestelikte kahvaltımızı ediyor,  bizi Varenna’ya götürecek vapura biniyoruz. Arkamızda Bellagio, Alp dağlarının gölgesinde Menaggio’ya uğrayarak Varenna kıyısına yanaşıyoruz. 

Trenimize henüz 2 saat olduğundan bu sakin kıyı köyünde kısa bir yürüyüş yapıp, öğlen yemeğimizi yiyoruz. Varenna, evleri arasında merdivenli dar sokaklar tek bir caddeye açılan küçük bir ortaçağ limanı... Huzur veriyor..


Büyüleyici güzellikte bir tatili bitirmiş olmanın hüznüyle Milano Centrale tren garına, oradan da shuttle ile Milano Malpensa Havaalanı’na geçiyoruz.


Hep güzel tatilleriniz olsun!









****
Çiğdem Erkoç'un Gezi Yazıları'nın gelecek konusu:  Amalfi