21 Aralık 2013 Cumartesi

Müzikolog İlke Boran: “Her şeye müzik yazılabilir.. Bir tiyatro eserine de, bir heykele de…”

Müzikolog İlke Boran, "Köprüden Köprüye" Fotoğraf Sergisi’nin ses tasarımını gerçekleştirmiş.21 Kasım Perşembe günü Od’A - Ouvroir d’Art Sanat Galerisi’nde açılan serginin ses tasarım çalışmasını izlediğim Boran ile Kızıltoprak'taki stüdyosunda röportaj için biraraya geldik…

Köprüden Köprüye Sergi fotoğraflarından nasıl bir müzik yarattınız?
Birbirinden çok farklı fotoğraflar. Tristan hayatın içinden karelere odaklanmış. Özellikle insan faktörüne, köprü inşa sürecine yoğunlaşmış. Emine daha soyut yönüyle yaklaşmış köprü fikrine. Ben de aynı onlar gibi, konuya hem soyut hem somut yanlarıyla yaklaşmaya çalıştım.. Köprü fikrinin barındırdığı birçok simgesel ögeyi de dikkate alarak  köprü kurma ve o köprüden geçme düşüncesine odaklanan bir karma oluşturdum.

Yazdığınız diğer müziklerinizden bahseder misiniz?  
2001 yılı idi. Okulda Tiyatro Bölümü’nden arkadaşım Didem (Alpaylı) Erdoğan, “Nazım Hikmet yılı için Sevdalı Bulut’a müzik yazmamı istedi.  Masalın atmosferine uygun olarak, hem elektronik teknolojisini hem gelenekseli kullanarak bir müzik yazdım. Ney sesi kullandım örneğin. Bilgisayarda hafif değiştirerek daha soyut hale getirdim. Bendir kullandım. Masalın tam ortasındaki uzun seyahat sahnesi için bendirin ritmiyle at yürüyüşünün çıkarttığı sesi birleştirdim. Güzel ve enteresan bir müzik ortaya çıktı. Masalın atmosferine de çok iyi uyuyordu. Böyle başladı tiyatro müziği yazma maceram. Herkes bana müzik sormaya başladı oyunları için. Eskiden bu kadar popüler değildi tiyatroya müzik yazmak. Sonrasında Zeliha Berksoy'la çalışmaya başladık. Ayrıca Didem Erdoğan’la yine Nazım Hikmet’in “Yaşamak” adlı derleme oyununda birlikte çalıştık. Onun da özgün müziklerini yazdım. 2008’de Zeliha Berksoy ile yine Nazım Hikmet’in Jokond İle Si-Ya-U adlı oyunu için birlikte çalıştık. Jokond için müzik yazmak yerine oyunun atmosferini tamamlayacak tarihsel müzikleri bir araya getirdim. Müziklerle efektleri birleştirerek bir oyun müziği derlemesi yaptım. Sonucundan çok memnun olduğum işlerimdendir o da.

2003 yılında heykeltıraş Seçkin Pirim ile bir çalışmamız oldu. Yaptığım en ilginç işlerden biridir. Seçkin bir gün “Sence bir heykele müzik yazılır mı?” diye sordu. Ben de “Her şeye müzik yazılabilir bence” dedim.  Seçkin silika malzemeler ve ışıkla çalışır. 2003’de açtığı “Öldüğüm Anlar” adlı sergisinin ana heykeli için müzik yazdım. Mavi-beyaz renklerde silika çubuklardan oluşan bir yapıttı. Bir köşeden diğer köşeye çubukların arasından yürüyen minyatür bir insan hayal ettim. Her çubuğu bir ses öğesi olarak belirledim. Uzun, kısa, tiz, pes, uzak, yakın sesler, beyazlar, maviler. 4-5 dakikalık bir müzik çıktı ortaya.

2010’da Tiyatro Festivali için yine Zeliha Berksoy ile Yannis Rixos’un “İsmene” oyununda birlikte çalıştık. Oyunun özgün müziklerini yazdım. 2012’de Mimar Sinan Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü projesi Nazım Hikmet’in ferhat ile Şirin oyununa müzik yazdım.

Sesiniz Açık Radyo programlarınızdan çok tanınıyor...
Evet..1995 yılında kuruluşundan itibaren dokuz yıl boyunca her Cuma klasik müzik program hazırladım ve sundum. Ayrıca Açık Radyo’nun o dönemlerdeki birçok sinyal müziğini yazdım. Haber program jingle’I hala kullanılıyor yanılmıyorsam.. Açık Radyo için yazdığım jingle’lar benim ilk profesyonel müzik yapım işini almamı sağladı.  Petrol-iş Sendikası’nın tanıtım filmi müziği idi… Sonrası geldi…

Şiir yazmayı anlarım da.. Müzik yazmak nasıl oluyor?
Özel bir tema için müzik yazmak senfoni bestelemek gibi değil tabii.. Elinizde malzeme oluyor genelde. Ya bir tiyatro eseridir. Konusu, duygusu vardır.. Ya bir sergidir. Bir heykel, bir enstallasyon söz konusudur. Ortada bir sanat eseri vardır, bir teması, rengi, vurgusu vardır. Bir kampanya olabilir, iletmek istediği mesajı, etkilemek isteği hedef kitlesi ile… Bu tür malzemelerle çalışmayı seviyorum. Bana çok hitab ediyor.

Yani bir tasarım yapıyorsunuz.. Malzeme size ilham veriyor.. Notalar nasıl çıkıyor ortaya? Bir heykel, mi minör müdür? Sol minör mü?
Aslında hepsi mümkün (gülüyor..) Sübjektif olarak yaklaşacağım yine.. Ben daha çok soyut anlatım üzerine yoğunlaşıyorum. Genellikle elektronik ortamda çalıştığımdan elektronik müzik ağırlıklı ses tasarımları ortaya çıkıyor. Tabii duruma göre değişebiliyor. Örneğin bir tiyatro oyunu için çalgı sesleri kullanmakla birlikte aralarına mutlaka kendi ürettiğim elektronik sesleri de katmayı seviyorum. Çalıştığım bağlam üzerinden yapılanıyor durum aslında. Aldığım kayıtlardan sesleri deforme ederek yeni sesler üretiyorum.

Doç. Dr. Kıvılcım Yıldız Şenürkmez ile Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Kültürel Tarih Işığında Çok Sesli Batı Müziği kitabınızı ve diğer kitaplarınızdan da bahsetsek…  
2007’nin Ocak ayında basıldı. Çok ilgi gördü. Konservatuarlarda ders kitabı olarak okutulmaya başlandı. Ders kitabı olarak hazırlamamış olmamıza rağmen bu alanda kullanılabiliyor olması çok güzel. Birçok konservatuvardan hocalar kitapla ilgili bizimle bağlantıya geçti. Bu da beni çok mutlu ediyor doğrusu. 2010 yılında ikinci baskısı yapıldı. Üçüncü baskısı da yolda…

Genel Sekreterliğini yaptığınız AIMA’nın kuruluş öyküsü ve destekçilerini anlatır mısınız?   
AIMA, 1998 yılında Prof. Filiz Ali tarafından kuruldu. Kuruluşundan beri genç müzisyenlerin ufuklarını ve müzik kariyerlerini genişleterek eğitimlerini teşvik etmek için öncülük görevi üstlenmektedir. Her yıl yaz ve sonbahar dönemlerinde ağırlıklı olarak yaylı çalgılara odaklanan müzik ustalık kursları (masterclass) düzenlemektedir. Türkiye’den, Avrupa’dan, Yeni Zelanda’dan öğrenciler gelir akademimize. Uluslararası saygınlığı olan öğretmenlerle 8-10 gün boyunca çalışırlar. Ustalık kursları sonunda da konserler verirler. 

Kuruluşundan beri gelişerek ustalık kurslarını bestecilik atölyesi, yaratıcı yazarlık, piyano ve gitar ustalık kurslarıyla çeşitlendirmiştir.  Aynı zamanda bütün yıl boyunca halka açık konserleriyle Ayvalık’ın kültür hayatını zenginleştirmeyi de hedeflemektedir.

Kuruluş öyküsü Prof.Filiz Ali’nin 1995’te Ayvalık’ta ev almasıyla başlar. 1998’de benimle beraber yaz aylarında masterclass düzenlemeye başladı. İlk on yıl Ümit ve Cem Boyner’in Cunda Adası'ndaki evlerini Masterclass ustalık sınıfı yapıyorduk. 2005 yılında, Haluk ve Tınçay Barutçuoğlu evlerini bağışladı bize.  Ev, Eczacıbaşı Vakfı’na Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin kullanım şartıyla bağışlandıktan sonra, restore edildi ve 2005 yılından itibaren daha geniş çaplı masterclass’lar düzenleme fırsatı bulduk. Sonra piyanolar bağışlandı bize. Haluk Barutçuoğlu evi bağışlandıktan sonra, Haluk Bey’in eşi, halen bize büyük desteği olan Tınçay Barutçuoğlu bir kuyruklu Yamaha piyano bağışladı. İlk kuyruklu piyanomuz odur. Sonra Muazzez İpar’ın piyanosu, Cahit Kayra’nın eşi Gönül Kayra’nın piyanosu vasiyeti üzerine, AIMA’ya bağışlandı. Böylece 3 kuyruklu piyanomuz oldu.   2007’den itibaren tamamen bağışlanan evi merkez olarak kullanmaya başladık. 2009’da AIMA Derneği’ni kurduk. 2011 yılında Ayvalık Kültür ve Sanat Vakfı’nı kurduk.

Bu yıl 16.sı gerçekleşen Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin değerlendirmesini yapabilir misiniz?
Koro, keman, piano, gitar, viyolonsel, flüt ve yazı atölyesi olmak üzere toplam 7 masterclass düzenledik. Türkiye, Almanya, Sırbistan’dan 60 katılımcı vardı.

Bu katılımcılara AIMA’nın katkısı neydi?
Oratama 15-25 yaşında yetenekli gençler, İdil Biret, Andrej Bielow, Peter Bruns gibi değerli hocalarla biraraya gelip çalışma fırsatı buldular, deneyimlerinden faydalandılar.

AIMA Retreat Nedir?
AIMA Retreat, deniz kıyısındaki konumuyla, sanatçılara, yazarlara ve bütün yaratıcı bireylere sevdikleri işe başlayabilecekleri, sürdürebilecekleri ya da sonuçlandırabilecekleri huzurlu, ilham dolu bir atmosfer sunmayı ve sanatçılar ile misafirler arasında iletişimi kuvvetlendirmeyi amaçlamış bir mekandır. Her yaştan ve her ülkeden, profesyonel gelişimin bütün aşamalarındaki insanlara kapıları açıktır.

Müzik Akademisi’nin ilham olduğu ve öncülük ettiği diğer oluşumlar hakkında da bilgi verebilir misiniz?
Ayvalık halkı müzik akademisini biliyor.  Konserleri takip ediyorlar. Sanatsever bir çevre oluştu. Bu çevre katlanarak büyüdü. Türkiye’de düzenli olarak ve ciddi olarak yapılan ilk masterclass diyebilirim AIMA için. Bizden sonra birçok beldede benzer masterclass’lar yapılmaya başlandı. Bizi model alanlar oldu.

Sürdürebilirlik son derece önemli. Biz “İkinci on yıl”dayız. AIMA’nın ilk on yılını anlatan bir kitap hazırladık. İsim babası da Enis Batur’dur, sağ olsun: “Mitos diyarında çağdaş bir kültür odağı” Enis Batur’un, Filiz Hocayla yaptığı bir röportajdır kitabın içindeki ana malzeme. Başından beri akademiye destek olan Ayvalıklılar, Ümit Boyner, Ahmet Yorulmaz, İlhan Usmanbaş yazılar yazdılar. Benim de bir yazım var bütün on yılı özetleyen. 

İstanbul’u beş duyunuzla tanımlayabilir misiniz? 
İstanbul’un tarihsel dokusu, daha doğrusu tarihi bir şehir olması beni her zaman cezbetti. Müzikoloji okuduğum için tarih çok önemli bir yer kaplıyor hayatımda. İstanbul’un kent olarak tarihsel boyutu da birçok duyuma hitab ediyor. Görsel olarak muhteşem bir manzarası var. İnsanın sevdiğiyle birlikte Moda’dan Boğaz’a bakması, Aya Sofya’nın üzerinden güneşi batırması başka hiçbir şehirde olmayan bir güzellik. Yine aynı tarihin taşlarına ve duvarlarına hatta ağaçlarına dokunmak ve o taşların ağaçların yüzyıllardır orada olduğunu bilmek müthiş heyecan veriyor bana. Şehrin sesi günlük hayatta insanın dikkat etmediği bir şeydir ama biraz kulak kabarttığımızda çok ilginç sessel örgüler oluşuyor. Vapurlar martılar insanlar ve her türlü ses.. Süskind’in Koku romanını okuduktan sonra ben de yürüdüğüm İstanbul sokaklarında havayı koklamaya başladığımı hatırlıyorum. Özellikle uzak bir yerden istanbul’a geldiğimde şehre özgü kokuyu duyuyorum. İstanbul’daki tatların zenginliği de eşi benzeri az bulunur bence. Yemeyi çok seven biri olarak hepsinden çok büyük keyif alıyorum.

İstanbul için bir hayal projeniz var mı? 
Daha fazla doğal alan olmasını hayal ediyor insan. Büyük şehirlerde yaşayanların nefes alabilecekleri alanların olması çok önemli. Doktora tezimi elektronik müzik üzerine yazdığım yıllarda İstanbul’un ses tasarımını yapmayı hayal etmiştim. Belki bir gün yaparım kim bilir..

İlke Boran, 1972 yılında İtalya’nın Roma kentinde doğdu. 1978 yılında Ailesinin diplomatik görevle gittiği Paris’te ilkokul eğitimine başladı. 1981 yılında Türkiye’ye dönerek Ankara’da Fransız ve Türk ilkokullarında eş zamanlı olarak ilkokul eğitimini tamamladı. Ardından, Ankara’da, Grenoble Akademisi’ne bağlı Lycée Charles de Gaulle’da eğitim gördü ve 1991 yılında Bacalaureat diplomasını alarak liseden mezun oldu. 1992 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Müzikoloji Bölümü Lisans eğitimine başladı ve Prof. Filiz Ali, Prof Ahmet Yürür, Prof. İlhan Usmanbaş ile çalışarak 1996 yılında mezun oldu. Aynı yıl Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Genel Müzikoloji Programı Yüksek Lisans Programına başladı ve 1999 yılında “İlhan Usmanbaş ve Cengiz Tanç’ın Orkestra Yapıtlarında Tını ve Doku Özellikleri” başlıklı teziyle Prof. Filiz Ali danışmanlığında mezun oldu. 2000 yılında aynı kurumda Müzikoloji doktorasına kabul edilen Boran, 2007 yılında “Elektronik Müzikte Analog Dönem ve Bülent Arel’in Stereo Electronic Music No. 1 Adlı Yapıtı” başlıklı teziyle Prof. Dr. Özkan Manav danışmanlığında Doktor unvanını aldı. 2011 yılında Yardımcı Doçent kadrosuna atandı.

1998 yılının 18-26 Haziran tarihleri arasında Paris’te IRCAM’da (Institut de Recherche et Coordination Acoustique/Musique) düzenlenen yaz Akademisi’ne katıldı ve Gérard Grisey, Johnathan Harvey’in spektral müzik derslerine katıldı. Aynı yıl MSÜ Devlet Konservatuvarı’nda müzik tarihi dersleri vermek üzere ücretli öğretim elemanı olarak görevlerndirildi ve 1999 yılında Araştırma Görevlisi olarak kadroya kabul edildi. 1998 ve 2002 yıllarında Müzikoloji bölümü olarak “Müzikoloji Dergisi” başlıklı yayın çıkarttı. Derginin editörlük ve koordinasyonunu yaptı yazılarla katkıda bulundu.

İlke Boran 1995-2004 yılları arasında İstanbul 94.9 Açık Radyo’da 9 yıl ve 18 yayın dönemi boyunca haftalık klasik müzik programları hazırladı ve canlı olarak sundu. Bu süreç içerisinde Ömer Madra ile birlikte üç adet Elvis Presley Özel Programı hazırladı ve sundu. 1997-98 yılları arasında Üç Aylık “Liderler” Dergisinde “Türk Müziğinin Beşleri” (Haziran 1997) ve “İkinci Kuşak Türk Bestecileri, Soyut Müzik’ten Elektronik Müziğe” (Kış 1998) başlıklı iki makale yazdı. 


1998’den bu yana, Filiz Ali ile birlikte Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi masterclass ve konser organizasyonlarını yürütmektedir. Prof. Filiz Ali ile birlikte 2009 yılında Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’ni Geliştirme ve Destekleme Derneğinin, 2011 yılında da Ayvalık Kültür ve Sanat Vakfı’nın kurulmasına katkıda bulundu. 1998 yılından bu yana, Radikal Gazetesi, Andante Müzik Dergisi, Milliyet Sanat Dergisi gibi ülkenin önde gelen süreli yayınlarında ve gazetelerinde müzik yazıları yazmakta; TRT2 ve Ulusal Kanal gibi kanallarda çeşitli kültür programlarına konuk olarak davet edilmektedir.

2004-2007 yılları arasında Osmanlı Bankası Müzesi’nin düzenlediği “Voyvoda Caddesi Toplantıları” kapsamında “Müzik Söyleşileri” düzenleme görevini üstlendi ve bu seminerlerde sunumlar yaptı. 2005-2008 yılları arasında Prof. Zeliha Berksoy’un Sanat Yönetmenliğini yaptığı Beşiktaş Belediyesi Kültür Sanat Platformu’nda Müzik Danışmanlığı yaptı ve bu süre içerisinde Akatlar Kültür Merkezi ve Mustafa Kemal Merkezi konser salonlarında çok sayıda ulusal ve uluslararası konser organizasyonları gerçekleştirdi.

Makaleleri arasında “Popüler Müzikte Simgeleştirme: Elvis Presley” başlıklı Sepozyum Bildiri Metni (Popüler Müzik Yazıları Cilt 1- Sayı 1 Bahar/Yaz 2003), “Türkiye’de 12 Ton” (Yapı Kredi Yayınları Sanat Dünyamız Dergisi, Sayı 93, Güz 2004), “Contemporary Music in Turkey” (Art Music in the Balkans, Edited by Prof. Sokol Shupo, ASMUS 2004), “Turkish Composers” (Biographical Dictionary of Balkan Composers, Edited by Prof. Sokol Shupo, ASMUS 2004) bulunmaktadır.

2005 yılından bu yana International Music Council (Uluslararası Müzik Konseyi) şemsiyesi altındaki European Music Council’in (Avrupa Müzik Konseyi) Türkiye temsilciliğini yürütmekte, halen Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda müzikoloji, çağdaş müzik ve müzik tarihi dersleri vermektedir. 

Kuruluşundan bu yana Uluslararası Ayvalık Müzik Akademisi’nde ve 5 yıldır Akademi’nin Genel Sekreteri. Radikal, Andante ve Milliyet Sanat’ta müzik yazıları yazdı. Prof. Zeliha Berksoy’un Sanat Yönetmenliğini yaptığı Beşiktaş Belediyesi Kültür Sanat Platformu’nda Müzik Danışmanlığı yaptı ve bu süre içerisinde Akatlar Kültür Merkezi ve Mustafa Kemal Merkezi konser salonlarında çok sayıda ulusal ve Uluslararası konser organizasyonları gerçekleştirdi.

10 Aralık 2013 Salı

Münteha Adalı: "Her evde her gün bir iş yaşamı var.." diyor ve vasıflı ev yardımcısı yetiştiriyor...

İşe giderken gözümüzün arkada, aklımızın evde kalmaması ne kadar önemli biz kadınlar için... Evde çalışan yardımcısından şikayet eden ya da yeni yardımcı arayan bir dolu hanım var etrafımda.. Münteha Adalı ile tanıştığıma ben çok memnun oldum. Sizlerle de tanıştırmak istedim. Burası İstanbul, blogumun adı "Bir Başka İstanbul".. layık olmaya çalışıyorum.. Buyrun okuyun.. İlginç bir çalışma yapıyor Münteha Hanım...

Ortaklarından olduğunuz Güvensan bugün Türkiye’nin en iyi temizlik şirketlerinden biri..  Kusursuz Ev işleri Eğitimi nereden aklınıza geldi?
Sektörün ilklerindeniz ve hizmet kalitesi anlamında  en iyi temizlik şirketlerinden biriyiz..  21 yıldır kurumsal müşterilerimizden, çalışanlarından, çevremizden ev hizmetlerine destek talepleri geliyor. Bu bizi bu konuya yöneltti. Müşteri ve ev hizmetlerinde çalışanlar arasındaki ilişkide iyi “aracı” olacağımız inancıyla yola çıktık. Amacımız bu projeyle ev hizmetlerine kurumsallık getirmek..

Bu kadar yoğun mu eğitimli ev yardımcısı arayan?
Her gün her evde bir iş yaşamı var.. Bu iş yaşamına dikkat çekerek tarafların talepleri ve haklarını korumada aracılık ediyoruz. Eğitim vererek vasıfsız çalışanların sertifika almalarını sağlıyoruz.

Eğitimlerde üç ayrı  grubu hedefledik. Eğitim öncesinde çalışandan ve müşteriden detaylı  eğitim talep formu alınıyor, ihtiyaçlar belirleniyor  ve eğitim konuları seçiliyor.

Ev hizmetlerinde  yardımcısı olup da eğitim ile desteklemek isteyenlere, sertifika programı ile çalışanını vasıflı hale getirmek isteyen müşterilerimize, sertifika programına katılıp ev hizmetlerinde çalışmak isteyenlere hizmet veren Güvensan, evlerine yardımcı arayanlara eğitimli-sertifikalı personel bulan bir ajans da aynı zamanda.. 

Kadınlarımızın ilgisi nasıl bu girişiminize?
Çalışan da, çalıştıran da memnun. İşveren taraf ihtiyaçlarını kendilerinden daha iyi anlayan eğitim almış sertifikalı personel  ve doğru muhatap buluyor,  çalışan taraf ise bu sektörde çalışanların dilinden anlayan güvenilir bir aracı...

Kadın Girişimciler Derneği  Kagider deneyiminizden de bahseder misiniz?
Kagider  ilk STK deneyimimdi. Benimle aynı tarafta aynı sorunlarla uğraşanlarla birarada olmak iyi geldi. Motivasyonum arttı. Çok şey öğrendim. İlişki yönetimi, hayata yeni bakış açıları, değişik iş yapma şekilleri, karşılıklı öğrenme süreci, kadın yoğun bir nüfusla bir arada olmanın bana öğrettikleri, farklı yönlerimi keşfetme süreci, topluma olan borcum, sorumluluklarım, yapmak istediklerim için fırsat.. Her şekilde, her şeyden bir başka şey öğrenmek... Öğrenme sürecinin sonsuzluğu ve gençler.. Onların ihtiyaç ve taleplerine aracılık etmek, akıl, yenilikçilik, girişimcilik anlamında hep genç kalmak...

Kurduğunuz yeni işkolu ve şirketle temizlik sektörüne vasıflı işçi kazandırıyorsunuz. ..
Bilinçli ve özgüvenli çalışanlar, doğru hizmet alan müşteriler, asgari kaynak ve enerji kaybı, hakları korunan taraflar... olarak özetleyebiliriz..

Kurumsallaşan ev hizmetlerinin fiyatları yükseltiyor olması yolunda eleştiri alıyor musunuz?
Evet hem de çok… En çok, çalışan tarafı uyandırdığım konusunda eleştiri aldım. “Zaten zor buluyorduk bu farkındalık ile hiç bulamayacağız” diyorlar.. Maliyeterin yüksek olduğundan bu işi bu şekilde yapmanın zorluğundan bahsediyorlar..

Eğitim verdiğiniz kadınlara belki de hayatlarında hiç duymadıkları, görmedikleri şeylerden bahsediyorsunuz... Tepkileri nasıl?
Öğrenmeye çok ihtiyaçları var. Bildiklerini sandıkları işleri daha sistemli yaparak zaman kazanmaları ve müşteri memnuniyetinin  artması onları mutlu ediyor. Onları bu kadar iyi anlayan taraf bulma kısmına seviniyorlar..

Yaşamlarına giren yeni evlerde karşılaştıkları zorlukları aşmalarına nasıl yardımcı oluyorsunuz?
Empati yapmayı anlatıyor ve öğretmeye çalışıyoruz...”Müşteri ne ister?” başlıklı interaktif eğitimimiz ile yaşadıkları zorlukları aşma ve “tercih edilen” olma durumlarını örnekliyoruz. Güçleniyorlar.

Eğitim programınızda sağlıklı beslenme, elektronik aletlerin ve kimyasalların kullanımı, hayvan ve bitki bakımı, ev ekonomisi  gibi konular da var mı?
Hayvan bakımı konusu yoktu ama bu sorunuz ile eklememizin iyi olacağını fark ettim. Bana verdiğiniz  bu fikir için çok teşekkür ederim. Aslında eğitimlerimizi gelecek taleplerle de çeşitlendiriyoruz.

Zorlandığınız konular hangileri?
Müşteri taleplerinin yönetilmesi , çalışanın ilk görüşmede  gelen taleplerden ürkmesi, ilk intiba yönetimi, müşteri talepleri ve karşı tarafın bunu algılaması arasındaki dengenin oluşturulma süreci...

Uyumlu bir çalışma ortamı sağlayabilmek için işverenlere ne gibi tavsiyelerde bulunuyorsunuz?
Ev yaşamına kurumsallığı getirmek şart. İş akdi gerekli. Ancak bu şekilde tarafların hakları korunabilir. Ev hizmetlerindeki iş ortamının  ofis ortamından farkı yok. Bunu taraflara anlatmak gerekiyor.. Günümüzde bilginin bu kadar açık ve ulaşılır olduğu bir çağda karşı olmaması gereken durumlar var.. Ortadan kaldırmak zorundayız. Kadın, kadını eğitim, sertifika ile desteklemeli. Kimse kimsenin engeli olmamalı..

Ev yönetiminde kadın işveren- işçi arasındaki tipik psikolojik  gerginliği yaşamamak için aldığınız önlemler var mı?
Her aşamada bu  ilişkiye  aracılık ediyoruz. 

Temizlik işinde çalışmaya hazırladığınız insanları eğitimden sonra işe de yerleştiriyor musunuz?
Evet.  Temel amacımız istihdam yaratmak..  Kayıt dışındaki kadınların bizim aracılığımız ile kayıtlı hale gelmesini sağlamada rol oynamaya başladık. Müşterilerimize SGK koşullarını anlatan iş akış bilgi seti de hazırladık..

Belediye’lerde verdiğiniz ücretsiz eğitimlerin amacı nedir?
2014 itibariyle Belediyelere bu eğitimleri organize ettiğimizi, kendilerine iş aramak için başvuran kadınların eğitimini ücretsiz yapacağımızı ilettik. Sertifikalı kadın personel,  bu sayede özgüvenli ve ne yapacağını bilerek ev hizmetlerinde çalışacaklar. Müşteri dilinden anlayan, iş planı yapabilen donanıma sahip olacaklar. 

Başarının tarifi nedir size göre?
Yaptığınız her iş arkasından hissettiğiniz gönül rahatlığı ve  mutluluktur başarı..
Mutluluğun tanımı derseniz; sağlıklı ve  özgür olup  istediklerimizi yaptığım andır derim… 

İstanbul’u beş duyunuzla tanımlayabilir misiniz?
Ah İstanbul, İstanbul  olalı böyle kargaşa, böyle derbederlik görmedi…
Güzel ama kirli, karmaşık, hırçın, şaşkın. Geçmişini özleyen  hüzünlü güzel.

İstanbul için bir hayal projeniz var mı?

Eğer bir gün birileri bana sorar ve destek isterse.. Temizlik, çevre düzeni, eski yapıların korunması ve yeni yapılar içinde kaybolmasının engellenmesi, binaların sıralı ve düzen içinde yapılmasında  rol almak isterim…

7 Aralık 2013 Cumartesi

Kemal Aslan: "Elinde sadece gitarıyla korkusuzca ilerleyişi beni çok etkilemişti ve iyi bir fotoğraf çektiğimin farkındaydım..."


Gezi'nin en iyi fotoğraflarından biriydi Kemal Aslan'ın "Love and Revolution"u... Şimdi sergi sergi dolaşıyor. Tanımak istedik sahibini.

Fotoğrafçılığa nasıl başladın?
İzmir’de fotoğraf eğitimimi tamamladıktan sonra İstanbul’da çeşitli fotoğrafçıların yanında staj ve asistanlık yaptım. Fotoğrafa yaklaşımı ile en önemsediğim isimlerden olan Cemil Ağacıkoğlu da bunlardan biridir. 

Geçtiğimiz yıl Camera Work adında kendi stüdyomuzu kurduk. Ticari işlerin yanısıra fotoğraf projeleri ve sanatsal üretimin de gerçekleştiği bir atölye yaratmaya çalışıyoruz. Fotoğraf eğitimi almaya başladıktan bir süre sonra ilk kez 2001 yılı 1 Mayıs’ı ile başlayan ve hala devam ettiğim, toplumsal olayları konu alan fotoğraf projelerimde yıllar geçtikçe fotografik dil anlamında değişimler yaşıyorum.

İzmir, İstanbul, Diyarbakır’da öğrenci eylemleri,1 Mayıslar, işçi eylemleri, nevrozlar, kitlesel basın açıklamaları, Cumartesi Anneleri gibi birçok eylemi fotoğraflamaya çalıştım. Özellikle 2013 Mayıs ayı sonunda başlayan “Gezi Olayları” bu projelerin en önemli yerini oluşturdu. Genel olarak belgesel fotoğraf alanında çalışmalar üretiyor olsam da fotoğrafın farklı dillerini de kullanmaktayım. Belgesel video projeleri de üretmekteyiz.



Bu hafta Fransa Touzac’taki Chabram Modern Sanat Merkezi’nde açılan “Istanbul is Calling” sergisine katılımın nasıl gerçekleşti?
Gezi olayları sırasında  çektiğim "Love and Revolution"  adını taşıyan fotoğrafım dünyanın birçok ülkesinde sosyal medyada takip edildi. Gezi’nin sembolleşen fotoğraflarından biri oldu. İstanbul Bienali sırasında Archive Galata'da temeli atılan, kuratörlüğünü Olivier Cerri'nin yaptığı bu sergiye benimle beraber William Feitosa, Nicolas Maalouly, Yaky Bonacic-Doric, Mert Tugen, Sedat Girgin, Kaptain Bear, Charles Emir Richards, Tunc "Turbo" Dindas, Craoman, Nathalie Shau, Antonio Vasquez, Goddog, Alexandra Breznay da katıldı. "Istanbul is Calling" Touzac'tan sonra Paris'e taşınacak..

Türkiye'de yaşayan Fransız bir arkadaşım aracılığı ile  bana ulaşan kuratör  Olivier Cerri Fransada açılacak sergilerden bahsetti ve fotoğrafımın bu projede yer almasını teklif etti. Mutluluk duyarak kabul ettim. Buradaözellikle sözünü etmek istediğim bir şey var; aynı dönemde Türkiyede açılacak olan Contemporary 2013'te fotoğrafımın sergilenebilmesi için bazı galeriler ile iletişime geçmeye çalıştım fakat olumlu bir sonuç alamadım.

“Love and Revolution” isimli fotoğrafı nasıl çekmiştin? O anları anlatır mısın?
Gezi sürecini fotoğraflamak için başından beri olayların içinde olmaya çabaladım. Direniş ve çatışmaların yoğunlaştığı 31 Mayıs’ı 1 Haziran’a bağlayan gece ve sabahın ilk saatlerine kadar İstiklal Caddesi ve Tarlabaşı’ndaki olayları fotoğraflıyordum. Çatışmalar sürerken gece on iki buçuk civarı direnişçilerin önüne elinde gitarıyla, sonradan tanıştığım ve adının Murat olduğunu öğrendiğim o arkadaş fırladı. Polislerin ve polis araçlarının önünde yoğun gaz bombalarının altında gitarını çalıp polislerin üzerine yürümeye başladı, ben o sırada direnişçilerin önünde bir yerdeydim. Onu görür görmez ortaya doğru koştum ve fotoğraflamaya başladım. Fotoğrafı çekiyor, bir taraftan da hem onun hem de kendim için tedirginlik yaşıyordum. Gaz bombaları sürekli atılıyordu. Bu aşağı yukarı iki dakika kadar sürdü ve Murat’ın çok yakınına bir gaz bombası düşene kadar devam etti. Gaz atıldığında hala kaçmadan gitarını çalmaya devam ediyordu. Ara sokaktan geçen biri onu zorla belinden tutarak ara sokağa götürdü. Elinde sadece gitarıyla korkusuzca ilerleyişi beni çok etkilemişti ve iyi bir fotoğraf çektiğimin farkındaydım.



Sonra nasıl gelişti olaylar bu fotoğraf etrafında?
Fotoğrafı internet üzerinden yayımlamamın ardından kısa sürede birçok yerde kullanılmaya başlandı. Bu süreçte çok güzel geri dönüşler oldu. Kişisel olarak bana ulaşıp fotoğrafımı poster yapıp odasına asmak isteyenler, tişört baskısı yapmak isteyenler..  çok mutlu oldum. Olaylar sürdüğü sırada açılacak olan bazı sergilerden özellikle bu fotoğraf için teklifler geldi. İlk başlarda 13 yıldan bu yana  sürdürdüğüm ve 15. yılında sergisini açmayı düşündüğüm projenin önemli fotoğraflarından biri olan bu fotoğrafın sergilenmesini düşünmedim. Bu nedenle yine gezi sürecinde çektiğim farklı fotoğraflar  ile Galeri Park Art ve Karaburun Bilim Kongresi’nde açılan karma sergilere katıldım. Fotoğraf önümüzdeki nisan ayında yine Fransa’da gerçekleşecek “Le Marathon des Mots” edebiyat festivalinin tanıtım fotoğrafı olarak kullanılacak. Bu süreçte öğrendiğim en önemli şeylerden biri de telif konusuydu. Yurtiçinde fotoğrafım dergi kapaklarında dahi izin alınmadan, telif ödenmeden kullanılırken, yurt dışında internet sitesinde bile kullanılacak olduğunda  benimle mutlaka iletişime geçildi… Bu da ne yazık ki ülkemizde telif konusunda  ve fotoğrafa verilen değer konusunda ne kadar geride olduğumuzu gösterdi.

Ülkemizde ve dünyada hayranı olduğunuz, örnek aldığınız fotoğraf sanatçıları kimler?
Ülkemizde fotoğrafın sanat olarak tanımlanmasına büyük katkısı olduğunu düşündüğüm ve dil olarak döneminin farklı bir sanatçısı olan Şahin Kaygun ile beraber Emine Ceylan, Nuri Bilge Ceylan, Ara Güler, Attila Durak, Cemil Ağacıkoğlu’nu sayabilirim. Stüdyomuzun ismine de ilham kaynağı olan Alfred Stiglitz, Henri Cartier Bresson, Josef Koudelka, Diane Arbus, Tina Modotti, Jan Saudek  ise etkilendiğim ve beslendiğim sanatçıların sadece bir kısmı…



Fotoğraf hedefleriniz neler?
Şu anda iki hedefim var: stüdyomuz Camera Work'u ticari işleriyle büyüterek, bünyesinde fotoğraf sanatçılarının olduğu bir ajansa dönüştürmek. Diğer hedefim  kafamdaki fotoğraf projelerini hayata geçirmek..

Fotoğrafta makine, yaratıcılık, fikir, şans ve an faktörlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tüm bu faktörler sonucunda oluşan birşeydir fotoğraf.. Bazen biri, bazen bir diğeri ağır basıyor.

Sizce mutluluğun sanatla bir ilgisi var mı?
Mutluluğun sanat ile ilgisi tabii ki var. Fakat sadece sanat ile değil, daha çok insan ile olduğunu düşünüyorum..

İstanbul’a dair bir hayal projeniz var mı?
Pek çok sanatçıya ilham veren bu şehir bana da ilham veriyor. İstanbul'a dair net bir projem olmasa da bu şehirde çekmiş olduğum her fotoğrafın içinde İstanbul var zaten.

İstanbul’u beş duyunuzla tarif etmenizi istesem…
Benim için İstanbul bir duyunun hissi ile açıklanamayacak bir şehir. İstanbul'un çok kültürlülüğü ve sokaklarında  yaşattığı sürprizler her an farklı duyulara farklı duygular hissettiriyor. Bunu  seviyorum.


Kemal Aslan

1977 Samsun doğumlu sanatçı, Dokuz Eylül Üniversitesi Fotoğraf Bölümü mezunu. Öğrenci sergilerine katıldığı yıllarda toplumcu belgeci duyarlılıkla fotoğraflar üretti. Eğitimi gereği tanıştığı birçok farklı fotoğraf anlayışı onun ileride üreteceği fotoğrafların şekillenmesinde etkili oldu. Öğrenci iken katıldığı birçok fotoğraf yarışmasında çoğu birincilik olmak üzere farklı dereceler kazandı.

Okulu bitirme projesi Wernicke Korsakoff Sendromu’na yakalan insanlarla fotoğraf çalışmasıydı. 2001 yılında ölüm oruçlarına katılan ve uzun süreli açlık sonrasında hafıza kaybına neden olan Wernicke Korsakoff Sendromlu kişilerin portreleri ve yaşadıkları mekanları görüntülediği fotoğraflarla ilk sergisini İzmir İletişim Kitapevi’nde açtı.
Toplumsal fotoğraflarıyla çıkış yapan sanatçı, İstanbul’da kendi atölyesinde çalışıyor.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Geçen yıl neler oldu?

Uzun süredir yazamadığım bloguma dönüş yazısı için plan yapmaktan ve bu planları hayata geçirememekten ruhen yoruldum. Sonunda çala kalem birşeyler yazmak en iyisi dedim ve işte buradayım! Yayınlanacak gününü bekleyen draft bölümündeki tamamlanmamış onlarca yazıdan huzurlarınızda özür dilerim :)

Son yazımdan bu yana neredeyse 1 yıl oldu, neler oldu bu kadar zamanda? Kişisel tarihimin en hareketli, en büyük kararlar verdiren, pek gezen, pek film izleyen ve pek direnen bu geçen yıldan fotoğraflarla bir potpuri yapmak istedim, buralardan uzak olduğum geçen 1 yıldan kalan kareler...

Sergiler, filmler, tiyatrolar bu şehrin ruhudur dedim gezdim, durdum. Salt Karaköy, Ocak'13


Belçika Ghent sokaklarında böyle manzaralar var ki, bu kadar bira tüketilen bir kentte bu çok normal.
In Bruges filmini sevenler, Bruges'e kesin gitmeli, masal gibi bir kent.
Amsterdam'a gidecekseniz hava durumuna dikkat, bu manzaraya karşı ayazda burnunuz donabilir.
Emek Sineması'nın son eylemlerinden birinde, sinemaya giren arkadaşlar eski biletleri bizlere dağıtmıştı. İçim sızlıyor hala...



Karaköy yolunda eski ofiste baktığımız güzellerden biri, nerelerde uyuyordur kim bilir ;)




Sokakta hasta bulmuştuk, doktor abilere gittik, iyileşti ve palazlandı. Sonra da ağaç tepelerinden inmedi. Adını "Nonnik" koymuştuk.

Mayıs sonu başlayan Gezi Parkı eylemlerinin benim kişisel tarihimde de yeri büyük!
Gezi günlerinden sloganlar...
Temmuz'un son günleri 9,5 yıllık işimden ayrıldım. Asistanım Eric Cartman benden ayrıldığına biraz üzgün, bense biraz buruk ama yeni heyecanlarla, yeni yollarımıza çıktık.

İşten ayrıldıktan sonra hemen gezentiliğe vurdum kendimi, ilk durak Bozburun...
Tatilde herkes uykudayken, sabah yürüyüşü yapmaya bayılırım. Hele de manzara böyleyse:
Ovabükü - Palamutbükü arası, Datça.

Sonraki durak Akyaka, Azmak Deresi'ndeki kuartet de direniyor. #direnakyaka
Yollar Foça'ya götürdü bir ara, bu da oranın gediklisi.
Karaburun! Rüzgarlı güzellik... Gitmeli, görmeli, deniz ürünlerini götürmeli ;)

Başka planlar içindeyken, uzak yerlere gidecekken, kaldım yine bu şehirde. Yalnız eve çıktım, çılgın teneke kutu kolleksiyonum da benimle...
İlk esaslı komşum!
Kamplara, yürüyüşlere devam, geçen haftalarda Çubuk Göl'den sabah manzarası.
Finalde de yine Çubuk Göl'den renkli rüyalar fotoğrafı...
Hülasa, geçen yıl bir çok acı kayıp, bir çok yaralı, bir çok gaz kapsülüyle geçerken ve hala adaletsiz, vicdansız günler yaşamaya mahkumken, içimde olan umudun ölmediğini hatta yeşerdiğini görmek insan yerlerimi yumuşatıyor.

Merak edenler için:
  • Geçen yıl da aşık olmadım!
  • Güney Amerika'ya gidemedim.
  • IMDB Top 250 listesinde hala izlemediğim filmler var.
  • Bu yaşıma geldim hala titiz annenin, çok eşyalı pasaklı kızıyım.
  • Arjantin Tango konusuna eğilemedim. Basic steplerde kaldım.
  • Hala fazlasıyla yufka yürekliyim, her insana değer verilmeyeceğini öğrenemedim.
  • Anneannem: Yemek dualarında bana uygun gördüğü damadın özelliklerini basına açıkladı.
  • Dostlarım, biriciklerime yeterli zamanı ayıramıyorum, 24 saat hala yetmiyor!
  • Ve hala bildiğiniz Polyanna'yım!

30 Kasım 2013 Cumartesi

Gitarlı Kahraman Fransa'da...


"Love and Revolution"
İstanbul'daki Gezi olayları dünyanın birçok ülkesinde sosyal medyada takip edildi. "Love and Revolution" (Gitarlı Kahraman) sembolleşen fotoğraflardan biriydi .. Kemal Aslan'a ait bu fotoğraf 29 Kasım'da Fransa Touzac'ta Chabram Modern Sanat Merkezi'nde açılan "Istanbul is Calling" sergisinde izleyiciyle buluştu.

İstanbul Bienali sırasında Archive Galata'da temeli atılan, kuratörlüğünü Olivier Cerri'nin yaptığı serginin diğer sanatçıları William Feitosa, Nicolas Maalouly, Yaky Bonacic-Doric, Mert Tugen, Sedat Girgin, Kaptain Bear, Charles Emir Richards, Tunc "Turbo" Dindas, Craoman, Nathalie Shau, Antonio Vasquez, Goddog, Alexandra Breznay.

"Istanbul is Calling" Touzac'tan sonra Paris'e taşınacak.. Kemal Aslan ile röportajımız haftaya..

19 Kasım 2013 Salı

”D'un pont à l'autre”, Exposition de Photographies par Emine Akbucak et Tristan Zilberman... Vernissage: Jeudi le 21 Novembre...

Ce texte est en ligne dans lepetitjournal.com d'istanbul

Le vernissage de l'exposition de photographies intitulé ”D'un pont à l'autre” qui aura lieu le 21 novembre dans la galerie Od'A-Ouvroir d'Art du Lycée Sainte Pulchérie réunit deux artistes photographes; l'un français et l'autre turc.

Tristan Zilberman présente un reportage photographique dont le sujet est la réhabilitation d'un vieux pont suspendu et sa transformation en passerelle himalayenne. Il retrace, la renaissance, le changement et la transformation d'un pont avec son environnement.

Emine Akbucak s'est, quant à elle, intéressée au pont comme objet photographique alors qu'elle habitait à quelques mètre du pont Neuf à Paris. Passage obligé entre les deux rives, elle l'a parcouru chaque jour de sa vie parisienne. Le Pont Neuf a été dès lors, pour la photographe, un sujet d'inspiration. L'Ile Saint Louis et les quartiers qui l'entourent sont devenus un terrain d'expérimentation photographique sur le thème de l'eau. Ce travail poursuivi depuis maintenant plus de 10 ans, s'est enrichi avec de nouveaux ponts, et notamment des ponts d'Istanbul présenté lors de cette exposition.

Photo: Tristan Zilberman
Vous avez été réunis entre la France et la Turquie pour présenter le temps d'une exposition des photographies sur le thème du pont. Qu'est ce qui vous a donné envie de vous investir sur ce projet commun?
EA : Jülide Bigat, responsable de la galerie du Lycée Sainte Pulchérie "Od'A-Ouvroir d'Art" connaissait mon travail sur l'eau et les jeux de réflexion que je mène depuis des années. Elle souhaitait me faire collaborer avec un artiste photographe français Tristan Zilberman car elle pensait que nos approches photographiques parlaient comme en écho, qu'elles se répondraient de façon intéressante. Je me suis dit pourquoi pas, tentons l'expérience ! J'aime connaître de nouveaux artistes et tenter de nouvelles expériences. J'ai fait des recherches sur le travail de Tristan qui m'a plu. Je suis francophone, j'ai habité longtemps en France et je ressens toujours du plaisir à travailler avec d’autres artistes.

TZ : Jean-Michel Ducrot coordinateur général pour le français au Lycée Saint-Pulchérie m’a contacté pour venir faire une intervention auprès des élèves. Il souhaitait introduire un travail sur la grammaire de l'image à partir d'une exposition photographique sur un thème que je pourrai exploiter à Istanboul avec les élèves. A cette époque je réalisais un reportage photo sur la restauration d'un pont et sa transformation en passerelle himalayenne. La réhabilitation de ce vieux pont sur le Rhône, situé à Rochemaure dans le sud de la France, devait faire l'objet d'un livre. Il m’a semblé alors évident que le sujet du pont était idéal pour Istanbul, en tant que trait d’union entre deux rives et, dans le cas d'Istanbul, entre deux continents. Ensuite Julide Bigat m’a proposé de faire cette exposition avec Emine Akbucak, qui a, quant elle, photographié depuis les ponts. Le pont s’imposait donc comme un lien entre nos deux travaux.

Pouvez-vous chacun me parler de votre passé de photographe ?
EA- Ma rencontre avec la photographie remonte il y a 10 ans. A l’époque, je faisait du cinéma et j'avais envie de réaliser mes propres films. Pour moi, la photo était le moyen d'approfondir mes connaissances en lumière et en composition. Un jour, une copine est apparue avec un appareil photo à la main et m'a dit “Emine, je l'ai achetée pour toi”. C'était un Pentax analogue. C'est avec lui que j'ai fait mes premiers pas... Au début, afin de m'habituer à la photographie et de comprendre tout ce qu'elle pouvait m'offrir comme médium, j'ai sacrifié beaucoup de pellicules. L'appareil photo et la caméra ont techniquement les mêmes principes. Mais l'appareil photo permet un apprentissage plus direct de la lumière et constitue un chemin plus court pour arriver à des résultats. J'avais l'idée de transférer tout ce que j'avais appris au cinéma. J'avoue que pendant cette période j'ai appris à observer, j’aimais depuis toujours contempler mais à partir de ce moment j'ai mis mes talents de l'observation au service de la photographie. Plus tard, la photographie est devenue une passion pour moi et le cinéma est resté en second plan.

TZ : La photo, c’est pour moi, une passion qui a débuté en 1995. Ce qui a déclenché le déclic ? Les voyages, sans hésitation… La fascination pour des univers inconnus, l’émotion ressentie face à des ambiances, des paysages nouveaux, la magie de certaines rencontres… j’ai eu envie de les partager. Comme je ne suis ni vraiment conteur, ni vraiment écrivain, j’ai choisi la photo. Lors de mes voyages, j’ai pu constater que la photo était un fabuleux moyen de créer les contacts, d’entrer en relation et de voyager autrement. Grâce à mon appareil, j’ai fait quantité de rencontres dans tous les pays que j’ai visités. Pour moi, la photo, c’est aussi la rencontre avec d’autres photographes. Le partage est synonyme d’enrichissement mutuel. C’est ce qui m’a conduit, au départ, à me rapprocher d’un club photo, puis à travailler en collectifs, notamment le collectif "UneParJour" dont je fais partie depuis 2010. Le défi que se sont lancé ses membres est de mettre chaque jour en ligne une photo réalisée le jour même. Toutes ces "photos du jour" étant présentées sur le site internet www.uneparjour.org. En 2011 j'ai crée la Fabrique de l'image, un lieu dédié à la photographie : atelier d'impression numérique et tirages d'art, lieu d'expo et de stages : www.fabrique-image.fr


Lorsqu'on regarde les photographies présentées dans cette exposition, on sent une force esthétique, un vrai travail graphique, et de l'amour dans l'approche du sujet. Avez-vous une histoire particulière avec ces ponts ? Que représentent-ils pour vous ?
EA : J'ai habité pendant 6 ans aux pieds du Pont Neuf à Paris. Je l'ai parcouru tous les jours, été comme hiver pour me rendre d'une rive à l'autre. J'ai été très influencée par les paysages liés à ce pont, les changements de couleurs, par l'eau autour.  Je sentais l'eau couler en silence, parfois en courant... je regardais la lumière... Le tout par le filtre de mes humeurs du moment... Je me demandais par exemple quel était le sens du courant. C'était magique. Alors oui, je peux dire que j'ai un lien fort depuis avec les paysages liés aux ponts et à l'eau plus particulièrement.

TZ : Le vieux pont de Rochemaure est connu par tous les photographes de la région car il est très “photogénique”. Cela faisait nombreuses années que l'on parlait de sa rénovation.  Le projet de Via Rhôna (piste cycliste reliant le lac Leman à la Méditérannée en suivant le Rhône) lui a permis de se concrétiser. Quand j’ai su que j’allais faire le reportage de ce chantier, j’ai eu envie d’exploiter sa dimension humaine, car moi-même, j'ai travaillé sur des chantiers pendant plusieurs années. J'ai donc voulu montrer le défi humain et le côté acrobatique de leur mission. J’ai pris énormément de plaisir à suivre ce projet et j’ai vécu des moments très forts, comme par exemple, l’instant du sectionnement des anciens câbles, ou la connexion des nouveaux. Ce sont des opérations délicates pour lesquelles les hommes ont dû faire appel à leur inventivité, en utilisant des astuces...et dans ces moment-là, on prend vraiment conscience des enjeux de l'ouvrage.

L'un d'entre vous propose des photos en noir et blanc et l'autre en couleurs. Qu'est ce qui a motivé ce choix ?
EA : Depuis que je m'intéresse à la photo, je me sers de pellicules colorées. Je crée à travers mes  photos des compositions de couleurs. Mon style est plutôt abstrait, et à cet égard, il me semble plus intéressant d'utiliser la couleur.
TZ : Je travaille sur ce pont depuis presque 10 mois. Lors de la phase de reportage, j’ai photographié le chantier presque chaque jour. Ensuite j'ai travaillé les photos en vue de la réalisation du livre et de l'exposition. Pour le projet d'Istanbul j’ai eu envie de revisiter ces images et de les aborder d’une autre manière. J’ai voulu exploiter le côté graphique d'une part, tout en mettant en avant la partie extraordinaire de ce chantier, avec ces hommes suspendus dans leurs câbles.  J'ai trouvé que le noir et blanc sous une forme assez contrastée donnait une dimension plus dramatique, mais intemporelle à la fois. J'ai voulu aussi faire du noir et blanc car j'ai commencé la photo à l'époque de l'argentique  et je faisais uniquement du noir et blanc. Depuis quelques temps des nouveaux logiciels sont apparu pour convertir les images couleurs vers un noir et blanc argentique, où on y retrouve les contraste et le grain de ces époques. J'aime bien expérimenter de nouvelle façon de faire. Au-delà de ce travail en noir et blanc, j'ai souhaité inclure quelques planches constituées de photos en couleur qui évoquent l'évolution du chantier. Chaque planche représente des photos prises d'un point fixe à différentes phases d'avancement.

Le sujet du pont a été déjà été très exploité par les artistes à Istanbul, ville qui partage ses rives entre plusieurs ponts. En quoi apportez-vous un regard nouveau ?
EA : Oui c'est vrai. Le pont a une symbolique forte, il est symbole de passage, de rencontre. Et encore plus pour Istanbul cette ville monde située à la croisée de l'orient et de l'occident. Le thème n'est pas nouveau bien sûr mais il continue à nous inspirer en tant qu'artistes. Avec Tristan je crois qu'on propose une approche esthétique et aussi une rencontre entre deux cultures. Moi avec mes souvenirs de Seine, mes souvenirs parisiens qui m'ont imprégnée en tant qu'artiste et mon ancre actuelle : Istanbul. Lui avec un regard très personnel, il présente les photographies d'un pont d'une petite ville de France. Une imagerie puissante et touchante. Ce sont comme deux albums qui se répondent mais avec des focalisations différentes : moi je suis sur le pont et je regarde autour. Lui est aux pieds du pont et l'observe. Nous n'avons pas cherché à présenter les choses ainsi. C'est intéressant d'ailleurs que cela se fasse de cette façon.

TZ : Chaque photographe apporte son propre regard en fonction de sa sensibilité. Il n'y a pas d'intention de faire “mieux”, simplement autrement.
Photo: Emine Akbucak

Entre vous deux : quel pont vous relie ?
EA : D’après moi, le pont qui est entre nous est encore un pont...  Nos origines, notre style sont différents mais nous sommes indépendamment intéressés au même sujet... Nos approches sont différentes l'une de l'autre mais c'est cette différence qui nous a permis de développer un dialogue autour duquel nous avons eu la chance de nous connaître.

TZ : J’ajouterai simplement que la photographie a été un pont entre nous. J’ai pour habitude de dire que mon appareil photo me sert de passeport pour aller à la rencontre des autres. Ce projet le confirme.

Au niveau du style de vos photographies, quelles sont les choses qui vous rapprochent et vous séparent ?
EA : Avant tout, le sujet commun nous unit. Nous travaillons un même sujet avec différents points de vue. Nos approches mettent en place cette différence. Tristan réalise plutôt des photos-reportages et présente ici son travail en noir et blanc. Quand vous regardez les photographies, vous vous rendez compte du temps qu'il met pour les réaliser. Alors que les miennes reposent sur les couleurs, le jeu d'ombre et de lumière et des approches graphiques. Un autre point commun entre Tristan et moi est la démonstration de l'effet graphique. En dehors de cela, les abstractions ont une influence forte dans mon travail.

TZ : Il me semble que Emine a une démarche plus artistique que moi, personnellement je me considère comme un photographe faisant du reportage au sens strict du terme tout en y apportant une construction équilibrée et graphique.

Quelle est votre relation avec Istanbul ?
EA : Istanbul est une ville qui inspire mais difficile à photographier. C'est la deuxième ville à laquelle je regarde en tant que photographe après Paris. Le fait que la ville soit fondée sur sept collines donne un certain nombre de défis. Istanbul demande à être observée sur le long terme. Quand vous faites des photos, vous devez calculer la position du soleil, les rayons de lumières qui arrivent. C'est très important d’être du bon côté de la colline à l'heure approprié du soleil !

TZ : J’ai visité Istanbul en 1996. A l’époque  je commençais juste la photo. Je suis très heureux de redécouvrir cette ville presque 18 ans après.

Istanbul, c'est quel type de pont ?
EA : Istanbul est une ville cosmopolite, importante à cause de sa position géo-politique, elle sert de pont entre les pays et les continents dans plusieurs contextes. Sa position lui confère de nombreux avantages. Istanbul, a une place importe parmi les capitales patrimoine culturel du monde. Par exemple, elle pourrait du jour au lendemain devenir une ville comparable à Paris ou New York. Je pense que les villes connues en tant que centre d'art jusqu'à présent seront remplacées par d'autres villes et Istanbul deviendra à son tour un centre d'art. Tout ce que nous avons vu ou vécu ces dernières années soutient cette idée. Il suffirait de donner l'exemple d'Istanbul qui accueille non seulement une mais plusieurs foires d'art internationales et des événements culturels d'envergure.

TZ : Istanbul est pour moi, vue depuis la France, un pont entre Orient et Occident. Au-delà de cet aspect symbolique, les ponts d’Istanbul et leur diversité architecturale, racontent son histoire.

La ville d'Istanbul qu'est-ce qu'elle éveille en vous en tant que photographe ?
EA : C'est sûr et certain que dans cette ville mégapole qui est un brassage de cultures, nous ne manquons pas de sujets !

TZ : Pour un occidental, la ville aux 1000 mosquées évoque la magie de l’Orient et je suis curieux de revisiter cette ville.

Au moment où tous les regards à Istanbul sont tournés vers la construction d'un troisième pont sur le Bosphore : que pensez-de ce projet d'urbanisation ? En avez-vous entendu parlé ?
EA : Je pense que ce projet de construire un 3ème pont et même la plupart des projets de rénovation urbaine mis en place par le gouvernement vont endommager gravement l’équilibre écologique et je n' approuve pas ces projets. Les forêts du nord de la ville situées sur la zone de construction du 3ème pont, sont les seules sources d’oxygène d’Istanbul et elles vont disparaître. La réalisation de tels projets au nom de la progression, sans prendre en compte les facteurs environnementaux sont dangereux. A mon avis, sur le long terme, ce type de destruction non seulement n'apporte rien à la vie humaine mais la détériore en éloignant l'homme de son habitat naturel. C'est pour cette raison que il y a de nombreuses voix qui s'élèvent aujourd'hui contre ces projets dont la mienne.

TZ : Je n’étais pas au courant de la construction d’un troisième pont sur le Bosphore. Si cette exposition permet d'aborder ce projet et d’en débattre, ça lui donne encore davantage de pertinence ! Finalement, on aurait pu appeler cette exposition « d’un chantier à l'autre ».


17 Kasım 2013 Pazar

Emine Akbucak ve Tristan Zilberman'ın "Köprüden Köprüye" Fotoğraf Sergisi Od'A Sanat Galerisi'nde 21 Kasım'da açılıyor.

Emine Akbucak, köprüden sarkarak, suyu ve etrafını seyre dalarak, düşsel bir vizyon ile..
Tristan Zilberman, eski bir köprünün yeniden hayat bulmasını, değişimi ve dönüşümünü çevresiyle birlikte..

Sergi için İstanbul Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvarı öğretim üyesi müzikolog Dr. İlke Boran, “köprü” temalı bir ses tasarımı gerçekleştiriyor.

Tristan Zilberman fotoğrafı

Tristan Zilberman bir kaç aydır bir köprü hikayesi üzerine çalışıyordu: Eski bir asma köprünün rehabilitasyonu ve bu köprünün Himalaya yaya köprüsüne dönüştürülmesiyle ilgili bir foto röportaj...
Bu çalışma ile Boğaz ve Haliç yakalarına kurulmuş, iki kıtayı birbirine bağlayan köprülerin İstanbul arasında bir bağ kurmamak mümkün mü? Doğu ile Batı arasında, iki halk ile iki kültür arasında, modern köprülerle eski ve efsanevi köprüler arasında...
 
Emine Akbucak fotoğrafı
Emine Akbucak’ın ilham kaynağı ise, Pont Neuf.  Paris'te yaşadığı her gün Seine Nehri üzerindeki bu köprüyü kullanmış sanatçı. Köprünün altına yansıyan mevsim renkleriyle, kıyılarındaki değişken renkleriyle, suyun hareketleri, kabarma ve çekilmesiyle ilgilendi. 10 yılı aşkın süredir devam etmekte olan bu çalışma, yeni köprülerle, özellikle de İstanbul'un köprüleriyle zenginleşti.

İlham kaynağı olarak köprüler sanatın her alanında tükenmeyen bir konu. İki yaka, iki coğrafi bölge arasındaki bir yapının ötesinde köprü, bağı da temsil eder. İki yakayı birleştirerek sınırları ortadan kaldırır, rastlantılara ve aktarıma olanak sağlar.  Sembolik olarak geçişi temsil eder.

Köprüden Köprüye, bir zorlukla yüzleşmek, bilinmeyeni, ötekini ve ötesini tanımaya yönelmektir. Bir geçiş ritüeli olarak, değişim ve dönüşümü simgeler. Bir durumla, bir diğeri  arasındaki kırılmaya işaret eder.



KÖPRÜDEN KÖPRÜYE
Emine Akbucak /Tristan Zilberman
Fotoğraf Sergisi
21 Kasım – 12 Aralık 2013
Galeri Od’A-Ouvroir D’Art/ Sainte Pulchérie Fransız Lisesi

Çukurluçeşme sok. No 7 - Küçükparmakkapı Beyoğlu-İstanbul
Ziyaret Saatleri: 09.00-18.00 (Çarşamba – Pazar hariç)




5 Kasım 2013 Salı

Nurdan Likos: "Dünyaya kadın eli değse daha güzel olacak, bir sonraki nesillere "bayandan az kullanılmış dünya" diye bırakırız... "

"Yapabilirim", 170 x 140 cm., tuval üzeri akrilik
Nurdan Likos'un resimlerinde dönüşen, dönüştürülen dünyada kadının gücünü de, güçsüzlüğünü de gördüm... İzlediğinizde bazen kendinizi, bazen başkasını, bazen de başkası olmaya ya da olmamaya çalışan kendinizi göreceksiniz...  Contemporary öncesi konuştuk sanatçıyla..

Resimlerinizden yola çıkarak soruyorum. Kadını özgürleştiren faktörler nelerdir?
Kadın ilk çağlarda daha özgürdü; avcılıkla, toplayıcılıkla yaşamını idame ettiriyor, kimden çocuk doğuracağına da kendisi karar veriyordu. Kendi hayatını idame ettirebilen kadının yaşamak için kimseye bağımlılığı yoktu. Bunu takip eden süreçte kadınlar, erkekler tarafından sahiplenme içgüdüsüyle mağaralara kapatılarak (dış mekandan koparılıp iç mekanlarda yaşatılarak) kendi malları haline getirildi. Bu durumda da erkekler doğacak çocuklarının ve kadının ihtiyaçlarını gidermekle yükümlü hale geldiler. Böylelikle kadının özgür olduğu dış dünyadan kopuşunun temelleri atıldı; erkeklerde de mülk edinme kavramı ihtiyaçtan ötürü oluşmaya başladı.

Tüm bunları günümüzle ilişkilendirmek istediğimde, ilkel toplumlarda mağaraya kapatılan ve avcılık yeteneği elinden alınan kadınla, günümüzde ayakları üzerinde duran kadınların engellenmesi arasında hiç bir fark yok. İlkel çağdaki durumun modern çağda evrimleşmiş halini yaşıyoruz. Bu evrimin en önemli etkeni de ekonomik özgürlüğünün (avcılığın/dış dünya ile bağının) kadının elinden alınmış olmasıdır.

İlkel dönemlerdeki ataerkil yapının, dinler üzerindeki etkisinin kadın üzerinde devam eden; kadını daha saklayan, sosyal yaşamdan koparan, dış dünyadan uzaklaştıran yapısı kadın özgürlüğünde büyük engeldi. Eğitim seviyesinin yükselmesi, okuma-yazma oranının artması, bilimin hizla ilerlemesi ve gelişmesi sonucunda dinlerin dogmadan çıkıp sosyolojik ve felsefik bir boyuta ulaşıyor olması kadın özgürlüğünün geri kazanılmasında önemli faktörlerdendir.

Kadının özgürlüğü neden engellenmek isteniyor?
Erkek dünyasının kadının gücünü keşfetmiş olması ve bu gücü elinde tutmak için kadını pasifize etmek istemesi yüzünden..
 
"Toplan Gidelim", 170x140 cm., tuval üzeri akrilik

Sizi kadını resmetmeye iten nedenler nelerdir?
Kendim! İstanbul’a gelirken aldığım kararlar hayatımı değiştirdi. Kararlarımın sonuçlarını sorguladığımda, seçimlerimin yaşam şeklimi nasıl değiştirdiğini farkettim. İki farklı hayatı düşünüp kendime “acaba mutluluğum değişecek miydi?” diye sorduğumda verdiğim cevap "hayır"dı. Çünkü seçimlerim doğrultusunda evrimleşecek ve yaşadığım şartlarda mutlu olacaktım.

Bir şeyler iyi gidiyor sonra kötü bir şeyler oluyorken anlayamadığım bir düzen oluşturuyor ve beni bazen öngöremediğim yerlere götürüyordu. Dünyada acayip bir kaosun olması ama bu kaosun içinde muhteşem bir düzenin varlığı; açlık ve tokluğun, savaşın ve barışın birbiriyle var olmasını kendi yaşam öykümle özdeşleştirdim… Bu da bende kadın ile dünya arasında düşünsel bir süreç başlattı. Dünya bizim ona verdiğimiz zararları nasıl tolere ediyor, yeni düzene nasıl uyum sağlıyorsa; kadın da aynı dünya gibi yaşam sürecine uyum sağlıyordu. 

Dünyanın sürekli insan yaşamına uyum sağlar olanakları sunmasını kadının çocuk doğurabilmesi ile eşit görüyorum. Resimlerimdeki kadınların aslında dünyanın ta kendisi olduğunu düşünmek beni hep kadın figürü resmetmeye itti.

Dünyaya kadın eli değse hayat daha güzel olacak, onu bir sonraki nesillere "bayandan az kullanılmış dünya" diye bırakırız... bence hoş olur..

Bence de.. Çalışmalarınızı besleyen unsurlar, olaylar ve düşünceler hakkında başka neler söyleyebilirsiniz?
Çalışmalarımı besleyen unsurlar, yaşamın ta kendisi ve yaşarken bana hissettirdikleri.. Kadın bedenini referans alarak yaşadığım evreni tanımaya çalışıyorum aslında.

Resimdeki gelişmenizi anlatmak istermisiniz? Ne zaman ve nasıl başladınız? Nasıl ilerlediniz?
Okul dönemimde resim öğretmenlerim tarafindan özellikle ilkokul öğretmenim Yeşim Salihoğlu ve lise öğretmenim Halide Duman tarafından teşvik edildim. Marmara Üniversitesi’nden 2011 yılında mezun oldum ve gelişim sürecim devam ediyor…

Genç sanatçılar nasıl desteklenebilir?
Öncelikle, sanat öğrencilerinin özgürce üretebilecekleri bir ortam yaratılıp sanat yaşantısına girildiğinde de galerici ve koleksiyonerler tarafından desteklenmesi ilk adım olacaktır.
Genç sanatçıların dünya sanatını görmesine olanak yaratmak ve dünya sanatını-tarihini tanıyabilmesi için devlet ve sanatseverler tarafından destek sağlanması ise bir diğer önemli faktör.

Sizce sanatın ve sanatçının tarifi nedir?
Sanatçının tarifi ile başlamak gerektiğini düşünüyorum çünkü; sanatın oluşabilmesi için sanatçının olması gerekiyor. Varolan sanatçı; üretim yapacak, üretimi sanatı ve tarihi oluşturacak.. Sanatçı için “herkesin baktığını ama göremediğini görebilen” diyebilirim. Sanatçının tarihe düştüğü notların bütününe de sanat.. 

Sanatı mutlulukla nasil ilişkilendirirsiniz?
Sanatı mutlulukla ilişkilendirdiğim tek yer üretim ve süreç aşaması. Bunun resmini yapmalıyım dediğim anların hemen hepsi maalesef acı hikayeler oldu. Resim bittiği andan itibaren de izleyicinin resmimde yaşamdan kötü bir anı yakalayıp onu resmettiğimi ya da resmetmediğimi düşünmesi gibi bir kaygım olmadı. Jean Paul Sartre, Giacometti’nin heykelleri için yazdığı bir metinde “ne yapmak istediğini sadece o bilir, biz bilmeyiz; ama öte yandan, ne ortaya koyduğunu biz biliriz o bilmez” der..  İzleyiciyle buluştuğu anda, insanlar kendilerinden bir şey buluyor ve beğeni alıyorsa, bu da başka bir mutluluk sebebi oluyor tabii ki..
 
"Akışına Bırak", 170x140 cm., tuval üzeri akrilik

Hayranlık duyduğunuz sanatçılar var mı?
Sanat üreten herkese hayranlık duyuyorum. Çünkü onların farkettiği şeyleri görmek hoşuma gidiyor. Bazen de kıskanıyorum itiraf edebilirim. Özellikle Tracey Emin’i beğeniyorum çünkü karşımda özgür ve cesur bir kadın sanatçı görüyorum. Tracey Emin dışında performans sanatçısı Maria Abramovic’in videolarına hayranlık duyuyorum.

Sanata yakın durmak, izlemek insana neler katabilir?
Sanata yakın olan insan kötü insan olamaz bence, istisnalar hariç. Uzun zamandır çocuklarla atölye çalışmaları yapıyorum ve onlardan gözlemlediğim kadarı ile söylüyorum bunu. Sanatın her dalının onların hayal dünyalarını ve benliklerini nasıl beslediğini gördükçe bunun aksini düşünmek benim için zor. Bu sebeple özellikle çocukların mümkün olan en erken yaşlarda sanatla buluşturulmaları gerektiğine inanıyorum. Erken yaşta sanatla buluşan insanlar profesyonel yaşamlarında ne yaparlarsa yapsınlar iyi bir doktor, iyi bir mühendis, iyi bir sanatçı ve iyi anne-baba olacaklardır. Çünkü sanat onlara ilk önce kendisi gibi olmayanı, onun gibi düşünmeyeni de anlamayı, en azından anlamaya çalışıp saygı duymayı öğretecektir. Çağımızın en büyük hastalığının kendin gibi olmayanı yok saymak olduğu düşünürsek, uzun vadede daha güzel bir dünya için yatırım gibi bakıyorum buna..

Sanatçının ve sanat izleyicinin birbirine etkileri nelerdir?
Sanatçının sanat üretiminde ve sonrasında alımlayıcıyla (izleyici) gözgöze geldiği andaki duygu yogunluğu.. Hem sanatçıya hem de alımlayıcıya varolma-var etme çabasının karşılıklı verdiği hazzın bir sonraki eser üretimine katkıları.. Devamlılığını devam ettirme çabası birbirlerinin varolması etkenlerini doğurur.


İstanbul’un hangi mekanları daha çok ilginizi çekiyor?
Kadıköy, İstiklal Caddesi, Galata Kulesi... Semtler ve sokakları, mekanlardan daha çok ilgimi çekiyor.

İstanbul için bir hayal projeniz var mi?
Şu an için bir hayal projem yok ama bir gün olursa ben de ‘hayaldi gerçek oldu’ demek isterim!

İstanbul’u beş duyunuzla tanımlamanızı rica etsem?
Vapurdan Boğaz’ı seyretmek, denizin kokusunu almak, kalabalığın sesini duymak, kokoreç ve midyenin tadı ve kedilerimi okşamak benim için İstanbul’un vazgeçilmezleri…

7-10 Kasım 2013 tarihleri arasında Lütfi Kırdar'da açılan Contemporary İstanbul'da, Galeri İlayda'nın standında (Rumeli salonu 406) izlenebilecek Nurdan Likos eserleri, kendi kişisel hikâyesinden yola çıkarak kadınlara ait bir dünyanın mahremiyetini/ günahlarını konu almaktadır. 

Hayatı her kadınınki gibidir. Likos, diğer kadınlardan farklı olarak kendi gerçeklerini resimleriyle görünür kılar. Resimdeki kadın, resmi yaparken kendisidir, galeriye asıldığında izleyen herhangi bir kadın olur. Yatakta, sokakta, bazen de tanımlanmaz bir mekânda kendisiyle hesaplaşma anını izleyenle paylaşır. Ancak sanatçı bunları anlatmak için resimlerinde soğuk bir atmosfer ya da dramatik bir dil kullanmaz. Günahlarını sempatik bir şekilde sunar ve yaşamla dalgasını geçmeye çalışır. O nedenle renkli ve eğlenceli bir kompozisyon kurgusu benimsemiştir.