27 Mart 2015 Cuma

Dozens of Foreigners's headliner, Romanian theater actress Dorina Harangus: Artist is the person who has home sickness and cannot reach her place.

Dorina Harangus, photo: Julia Cookie

The play "Onlarca Yabancı" (Dozens of Foreigners), features the life of Sorina, a woman who encounters the social, political, religious and cultural barriers of Turkey - a country completely foreign to her.

Romanian theater actress Dorina Maria Harangus depicts the stories of women who have settled in Turkey from Germany, Romania, Holland, Colombia, Russia, Africa, England, America, Czech Republic and Argentina.

Prior to her performance, Harangus met with other foreign women, listened to their stories and had new experiences on her tour around Istanbul. The women posed for her camera and talked about their life. Set on one of Istanbul's streets, Sorina tells the stories of 10 women accompanied by cellist Damla Aydın and songs by Işıl Kandolu. 

Sorina explores whether her soul is adapted to each story as if she was trying on a dress each time.



The photos of the 10 women are shown to viewers in the background, enhancing the performance. Harangus used women's stories, news and information from her friends and Facebook in her performance.

Here is an interview to introduce you Dorina Maria Harangus..

Would you tell us about your education and artistic life?
I have a bachelor degree in theater, art of the actor. I studied in a university in Romania. For 10 years i performed in state theater in Romania and in the same time i was doing some other projects. In total i played in 35 performances and I directed 9. I wrote theater and poetry and tried lots of hand crafts. I am that kind of artist with one leg in each art.

What is about your last theater work in Istanbul? 
My last work in Istanbul "Onlarca Yabancı" (Dozens of Foreigners) is a play which i wrote, i directed and i play it. Near me i have a cello player, Damla Aydin and a singer , Isil Kandolu. Together we tell the real stories of 10 foreign women who lived or passed through Turkey, most of them through marvelous city of Istanbul to take some photos and get involve in other women's stories till she decides to tranform it into a project of photography. Imagine that we are on the street and there is a bilboard where the photographs Sorina took appears in the place of commercials.

Photographs were taken by two great foreign women professional photographers from Journey Collective, Julia Cookie and Martina Korkmaz. These photos have great impact in the stories.

Our next performance will be on 19 April at 19:00 at Nazım Hikmet Kültür Merkezi - Kadıköy.

What is your definition of art and artists ?
I will make a brain storming..
Art is another look to the world..
I think art is the best demonstration of Einstein theory of relativity because it shows that world is exactly how we perceive it, depending of the viewer.
Artists are all revolutionaries, they want to exchange the world the people see with the world they see.
Art is a way of self expression and the artist in the one who undress in public.
Artist is the person who has home sickness and cannot reach her place.
The art is the replacement of scream..
Artists are people who cannot stay in their skin.
Art is the other side of all things.
Artists are some nice crazy people who cannot live without their work.

You made me think about art and artists.. Thank you.

..and your feelings about the theater? Why do you do theater ? 
I do theater because i have some things to say, to share. I do theater because my body, my mind and my soul needs to get out and walk on unstepped paths. Because i am curious. Because sometimes i need to tranform my scream in something bearable. Because telling a flower is beautiful became an ordinary thing, people are passing by beauties every day without seeing them. I need to tell that the flower is beautiful and i have to find another way, the unstepped way which may take the others attention and make a flower to be beautiful. Is it a flower beautiful if we don't see it ? The flower is just an element i used as an example. It can be anything.

Photo: Martina Korkmaz

Since when do you live in Istanbul?
I have been leaving here for almost 9 years. I married with a turkish guy, that's how i came here.

Where are your favorite places in Istanbul?
My favorite place is in the ship. I love the sea and i love to move from one continent to another.

Can you describe Istanbul with your 5 senses?
Walking through this city you get into the noisy crowd, you let yourself packet into a sweet spicy smell mixed with the smell of the sea, you feel attracted by the smell of turkish coffee, you sit on a table and drink it while you have a friendly chat with the totally unknown person near your table. If it's a man you may find yourself in an misunderstood situation. After a while you are tired of colors and hungry and you may gain some kilos after you eat a big buttered “pide”. It is so good that you don't even feel guilty..

Do you have a dream project about Istanbul?
No, i don't. I am acting according to my inspiration. Little projects seems more suitable for me.
I don't want to wrestle with the giants

24 Mart 2015 Salı

Eda Aksan: "Büyü, bahar, cesaret ve çılgınlık benim için aşk. Âşık olursam gözüm hiçbir şeyi görmez!"

"Bu gece bu evdeki son gecem...
Ve hiçbir koliye sığmadı izlerin. Kutulardan taştı, kaçıp gitti sesler. Hele verilmiş sözleri görseydin, pıtı pıtı kayboldular çatı katının karanlığında, seslendim birkaç kez, dönün,affederim yine sizi diye, dönmediler. Benim de kalmadı peşlerinden gitmeye gücüm.
Gitmek de istemedim zaten!"


Yukarıdaki satırlar Eda Aksan'ın "Hiç Çalınamamış Bir Aşk" kitabından. Pek tanıdık geldi değil mi? Hangimiz yaşamadık ki aşk acısını? Sinema gişesindeki saçları ağarmış kadın da, otobüs durağında aceleyle sigarasını söndüren adam da.. Hepimiz nasibimizi aldık bu acısı bile lezzetli duygudan...

Kitabın ismi nasıl çıktı?
Aslında yıllardır kafamda dolaşan başka birkaç isim vardı. Sonra yayımcımla birlikte aşk üzerine bir kitap için en güzeli “Hiç Çalınamamış Bir Aşk” olur diye karar verdik. Yoksa kitabın içindeki yazıların her biri benim bebeğim ve hepsinin adına kendimce hayranım diyebilirim.

Nasıl doğdu bu kitap? 
Neredeyse daha 15 yaşındayken desem… Daha o zamanlar yazmaya, gözlemlemeye ve mutlu ya da mutsuz tüm yaşanmışlıklarımı kâğıda dökmeye başlamıştım. O kadar güzeldi ki yazmak ve son noktayı mutlu, hafiflemiş bir şekilde koymak. Yazılar birikti, birikti, çok dostum “fırından yeni çıktı” başlığıyla okudu yazılarımı.  Onların cesaretiyle birkaç kez yayınevleriyle görüştüm. Denemelerin Türkiye’de tutmadığını ve bana “Denememem gerektiğini” söylediler. Biraz cesaretim kırılsa da vazgeçmedim. Neyse ki sonunda benim için zaten aile gibi olan Lal Kitap’la bu güzel adımı attık. 15 yılın hikâyeleri onlar, kitabın sonunda da dediğim gibi bitmek üzere olan romanlarım da var. Yani büyüyünce yazar olacağım, inatçıyım bu konuda!

Nasıl birikti bunca veciz cümle?
Bazen zor, bazen kolay birikti. Ben çok duygusal bir insanım, kendi yaşamımın dışında sevdiklerimin yaşamlarından da çok etkileniyorum. Sevdiğim bir dostum üzgünse ben onu güldürmeye çalışırım ama eve adım attığım an üzüntüsü de benimle birlikte gelir. Tanımadığım insanların bile mutluluğunu ya da yorgunluğunu hissedebiliyorum. Hastanelere bile zor giderim, sanırım bu kadar açık olunca da kalp kalemle birleşince durmuyor ilham… Ve yazmayı seviyorum, hayatta beni bu kadar özgür kılan başka bir şey daha yok diyebilirim. Uzun, virgülsüz cümlelerle yazmaya hele, bayılıyorum diyebilirim. Siz bir de anneme sorun nasıl biriktiğini, az duvar silmedi kadın benim yüzümden. Gece uyanıp kâğıt bulamazsam duvara yazardım ilk şiirlerimi.

Aşk deyince herkeste bir burukluk son zamanlarda… Kalpler neden kırılıyor sizce?
Biz önce kendimize gerçekten değer vermeyi unuttuk… Çok savrularak yaşıyoruz hayatlarımızı belki de. Böyle olunca karşı tarafa değer vermek de farkında olmadan gündeminden çıkıyor insanların. Aşk büyü gibi, kafanız eğik, ruhunuz kapalı dolaşırsanız üzerinizden geçip gider! Bir de çok hızlı yaşanıyor ya hayatlar, yoruluyoruz yalan yanlış duyguların peşinde koşmaktan! Kadınlar adam gibi adam istiyor, adamlar kadın gibi kadın; tanıdığım bir sürü insan var bu şartlara uyan ama bir bakıyorsunuz ayrılmışlar, boşanmışlar… Sabrımız tükendi galiba! Kırıklarımıza fazla alıştık ya da… Öyle ya da böyle, kendimizi sevmeliyiz önce ki karşımızdaki kalbin ne kadar değerli olduğunu görebilelim.

Aşkı nasıl tanımlıyorsunuz? 
Büyü, bahar, cesaret ve çılgınlık benim için aşk. Âşık olursam gözüm hiçbir şeyi görmez! Ve ister hormonların oyunu olsun ister gerçek; her insanın başına gelmesi gereken bir deneyim bence. Dünya üzerinde insana böylesine enerji veren çok az şey var. 

15 - 20 - 30’lu yaşların herbirinde aşklar aynı yaşanmıyor gibi… Ne dersiniz?
Mümkün de değil ki zaten. 15 en çocuk, 20 en toy, 30’lu yaşlar ise artık kendimizi ve hayatla ilgili acı tatlı birçok gerçeği özümsediğimiz yaşlarımız… Böylesi de en güzeli bence. Geçmişe dönüp baktığımız zaman hepsinin ayrı bir tadı tuzu var. Dizimizi kanattığımız ilk aşkımızla 30-35’e gelip yolu yarıladığımız bilgeliğimizden bakmak çok farklı aşka. Ama keşke hep "o küçük yaşların saflığı kalsa!" da demiyor değilim bir yandan. Gözümüz hiç açılmamış, hiç kandırılmamış zamanlarımız belki de en güzelleri.

Kadınlar değişti.. Erkekler kadınlardan çekinir mi oldular artık?
Biraz öyle sanırım. İlişkilerin yürümemesinin nedeni belki de dengelerin biraz karışmış olması. Biz “çocuk da yaparım kariyer de” diye büyüdük ve başardık da. Diğer yandan hala kadın cinayetleri, hala şiddet. Bir yanda kadın daha baskın bir karakter olup ilişkide erkeğin Türk geleneklerindeki yerini az da olsa sarsarken, başka evlere baktığınızda tam tersi hikâyeler yaşanıyor. Sadece kendi penceremizden bakmamalıyız asla… Türkiye için konuşmak gerekirse kadın-erkek ilişkisindeki baskın olma ihtiyacı ve ego her iki tarafa da çok zarar veriyor artık.

Mutlu bir beraberliğin sırları neler olabilir?
Öncelikle kendine saygı ve sevgi. Kendine saygısı olmayan, kendini tabii ki aşırıya kaçmadan sevmeyen bir insan karşısındakine de bir süre sonra eksik davranacaktır. Dürüstlük ise o evin temel taşı… Hepimiz bir şekilde yaralıyız, hiç kimse mükemmel değil. Ama bana göre zaten güzeli mükemmel olmadan bunları birlikte başarıp o yapıyı sağlam kurmak. Sen eğer kendi içinde mutlu olmayı başarabiliyorsan ilişkinde, işinde ve adım attığın her alanda öyle ya da böyle mutlu olabilirsin. Kulağa komik geliyor artık Cem Yılmaz esprilerinden sonra ama gerçeklik payı var; “Mutluluk içimizde!”  

İstanbul'u neden terk ediyorsunuz?
İstanbul’u terk etmiyorum aslında… Yani “terk” büyük bir kelime olur bizim ayrılma kararımız için. Bence insanların ve mekânların hayatlarımızda belirli rol süreleri var. Bittiği zaman o insanın gitmesine izin vermez ya da o yerde kalmaya devam ederseniz bir şeyler ters gitmeye başlar. Sahne zamanı geldi mi değişmeli. Yoksa akmaz hayat… En azından benim yaşamımda böyle oldu. İstanbul’u çok seviyorum, yani küs değiliz onunla. Ama denize bu kadar âşık bir insan olarak hayatımın burada (Bodrum) daha güzel akacağına, İstanbul’da bir şeylerin tıkandığına inandım. En değerlilerim; ailem, dostlarım onun içinde... Nasıl terk edebilirim ki ben İstanbul’u? Bazen yeni ve temiz bir sayfa açmak en güzelidir, bende de o cesaret vardı, yaptım bakalım bir delilik.

İstanbul'u 5 duyunuzla tanımlayabilir misiniz?
Vapurla nereye geçerseniz geçin Boğaz’ın kendine has bir kokusu var ya, onu değişmem işte hiçbir şeye. Boğaz, Kuzguncuk, Sarıyer en sevdiğimdir.  Sabah çok erken saatte uyanırsam şehrin uyanma sesini bir de. Gitgide artan trafik, işe giden insanlar, bir de martı sesi tabii. İş tat almaya gelince liste çok uzun; deniz ürünleri âşığı biri olarak midyesi, istavriti, bozası, kokoreci… Dedim ya bu liste uzar gider!  Yıldız Parkı’ndaki ağaçları çok severim bir de, hele kar yağdı mı gidiponlara dokunmak, karları bozan ilk kişi olmak en sevdiğim şeydir. Ve tabii ki Eminönü; her duyuya hitap eden en kalabalık, en renkli dünyam benim. Orayı keşfetmeye bayılıyorum!

İstanbul'a dair bir hayal projeniz var mı?
İstanbul’la ilgili hayalleri bir süreliğine askıya almış olsak da, hayal kurmak her zaman güzeldir, değil mi? Aklımda belirli bir hayalim yok, ama gelecek sene kar yağar yağmaz kendimi Yıldız Parkı’na atacağım, onu biliyorum!

17 Mart 2015 Salı

Arif Turan: "Einstein'ın ünlü sözü aklımda.. "Arılar yokolunca hayat biter"..

Bir "arı" resmi takıldı gözüme ve peşine düştüm.. Ressam Arif Turan, İstanbul Kuzguncuk'ta yaşıyor..

Resim yapmaya nasıl başladınız?
İlk resimlerimi herkes gibi çocukken yaptım. Ben ilkokulda iken ortaokulda olan ablam 1974 yılında bölgesel bir resim yarışmasında ödül almıştı. Armağan olarak, Botticelli resimleri kitabı verildi.

Bu kitaptaki resimlerden çok etkiledim. Özellikle “İlkbahar” ve “Venüs'un Doğuşu”ndan.. Resime ilgim artarak sürdü. O dönemler TRT’de çok nitelikli belgelseller vardı. Rönesans ustalarının yaşamlarını, yapıtlarını yarı belgesel filmlerde izlemiş, çok etkilenmiştim.



Malzeme ve önbilgim olmasa da abim ve özelikle ablamın resim çalışmalarından dolayı resimle ilgilenmeye başladım. O zamanlar kılavuz olmadan el yordamı ile resim yapma çabalarıydı.. Kalitesiz yerli yapım dışında yağlıboya da yoktu. Çin malı bir boya vardı. Resime dair ön bilgiler veren, desen ve benzeri bilinçli bir yol gösterenim de yoktu.

Ortaokulda ilk kez bir yağlıboya kopya yapmıştım. Van Gogh’un “Saintes-Maries’te Balıkçı Tekneleri” resmi idi. Ardından da Leonardo’nun kendi portresinin karakalem kopyasını yapmıştım. Sonrasında son derece iyi resim öğretmenlerim oldu. Özellikle lisede, Güzel Sanatlar Akademisi mezunu hocamın özel ilgisi ufak tefek ödüllerle hem resime hem de sanat tarihine ilgimi artırdı. Üstelik 12 Eylül öncesi dönemiydi. Lise son sınıfta özelikle ikinci dönem onlarca resmimin olduğu bir okul sergisi yapıldı. İçlerinde grafik kitap kapağı denemelerinden tutun da resimlediğim mini öykü ve yağlıboya resim dahil çok çalışma vardı.

Resimlerinizin değişim ve gelişim sürecini kendi gözünüzden değerlendirir misiniz? Sizi tetikleyen unsurlar, ilham kaynaklarınız neler?Denizlerden arılara nerelerden geçtiniz?
Her insanın bir içyolculuğu vardır. Kanaatimce bu süreç çok da kesin çizgilerle ifade edilemez. Ayrıca yaratıcılık sadece sanatsal alana ait değildir.. Bu yüzden hiç kimsenin bu geçiş evrelerini netlikle ifade edebileceğini sanmıyorum. Sanat hayatında yaratıcı süreç, sanatçının poetikası, karmaşık geçişler, tarifsiz durumlar, hepsi birbirinin içinde harman olarak ilerler. Kendime ait bir dil arayışı sancıları Resim Bölümü üç ve dördüncü sınıfında okurken ilk belirtilerini göstermeye başlamıştı..

Arkeoloji ve sanat tarihi gibi bir bölümden sonra resim okuduğum için belli bir bilgi birikimim vardı. Günlük hayatta sergileri takip ettiğimden ve tabii yaşça büyüdüğümden dolayı bir öğrenci için nispeten fazla farkındalıklı ve kişisel resimlerdi. Bu yılları arayışların başlangıcı olarak ifade ediyorum. Bunda erken yaşlardan itibaren başka sanat ve yaşam alanlarına olan ilgilerimin payı olduğunu düşünüyorum.

Edebiyat, özellikle şiir, müzik ve sosyal bilimlere olan ilgim bakışıma yansıyordu. En büyük sorunum resim eğitiminden sonra birikimlerim ve kafamla, beceri ve çizimlerim arasındaki mesafe idi. Beceri ve yaratıcılık ilişkisinde denge kurmam lazımdı. Bu süreçle gelen mesleki kaygı ve korkular. Bu ancak cesaret ile çalışarak, suyu akıtarak çözülebilecek bir durumdu.

Üçüncü sınıfta okul çalışmaları dışında kendime ait konulara el attım. Atölyemde ne istiyorsam onlara çalıştım. Kendimi üslupta sınırlamadım. Denemeler yaptım. Kötü resimler yapmak pahasına.. Üçüncü sınıfı bitirdiğim yaz Galeri Selvin iki resmimi satın aldı. Bu bana moral oldu. Çabalarım son sınıfta gelişerek sürdü ve mezuniyetten bir yıl sonra ilk sergimi 1991’de açtım. Bu sergide daha çok pentürel, lekeci, yarı soyut ama figürün belirgin olduğu resimler yaptım. Temaları ortak da olsa, konularda farklılıklar olan bir sergi idi. Büyük kopukluklar yoktu ama arayışlar, uslüp farklılıkları vardı. Bu son derece de bilinçli bir durumdu. Daha yolun başında olanaklarımı daraltmak istemiyordum. Bir yandan da güncel olarak dünyada neler olduğunu takip etmeye çalışıyordum. 

Alman, Amerikan, Fransız kütüphanelerindeki yayınlar -ne varsa- aylık sanat dergileri dahil, hepsini didik didik ediyordum. Birine benzemesinden korktuğum gibi, ortak üsluplardan da beslenmek, cesaret almak istiyordum. Benzerlikler gördüğümde ya da yapmak istediğim uygulamalara yakınlıklarla karşılaştığımda imtina ediyordum. Kendi iç dinamiğimden gelen akışa korku ve benzeşmek kaygısı yüklemedim. Benim için Batı ya da Doğu, bir yerlerden "kopyala yapıştır" resim yapmak değil, kendi iç yolculuğumun resimsel ifadesinin peşinde koşmak, onu örmek, inşa etmek önemliydi. Bu her zaman değişmeyen bir ilke olarak kalacak.

Resimlerim bittikten, hele de sergilendikten sonra ben de bir “izleyici/alıcı”  gözüyle bakarım. İlk sergiden sonra arayışlarımdaki sancılar, yönelişler, konu seçimine dair fikirlerim biraz daha yol aldı. İmgesel, dolaylı olarak sembolik, yarı soyut bir dile yönelmekteydim o dönem. Figür ağırlıklı çalışıyordum. Bazen insan, bazen hayvan figürleri.. Amacım her zaman yüzeyde en soyut olan ile figürün de yer alabileceği geniş olanaklı bir dil idi.

Üsluptaki bu sancıları konu seçiminde belli bir yöne taşıdım. İnsan figürü, balıklar ve denize, "su"ya dair resimler.. Bunda 1991’de denizci olarak askerlik yaptığım dönem de etkendir. Deniz, çocukluğumdan beri çok önemli idi. Denizcilik kitaplarını tutkuyla okur, denizci olmayı hayal ederdim. Çocukluğumun roman kahramanlarından biri “Deniz Kurdu” idi. Bir büyük ırmağın kıyısında büyüdüğüm, bitmek bilmeyen balık avı tutkusu, elbet başka birikimler, deneyimler, okumalar, her şey ile harman oldu ve “tutku” ya dair olanın içinde ifade buldu.

Yanıma bazı şiir kitapları, küçük kağıtlar, boyalar, notlar alıyordum. Melih Cevdet'in "Teknenin Ölümü" kitabını da.. "Su" konusuna yönelmemde özellikle Bilge Karasu’nun bir tutku metinleri kitabı diyebileceğimiz “Göçmüş Kediler Bahçesi”nin ilk metni “Avından El Alan” su ve başlangıçla ilgili başka metinleri beni çok etkilemiştir. Elbette birebir metnin resmini yapmak değil, çıkış noktası ve çeşitlemeler o metinle başladı.. bambaşka yerlere doğru sürdü.

Bazı olgular farklı zamanlarda farklı biçimlerde birbirinin içinden ya da birlikte akar, yürür. Ama bir yandan da suyüzüne çıkmayıp ifade edilmese de etkileşirler. Birbirini ne zaman, ne biçimde tetikleyip nasıl bir etkileşime gireceğini bilemeyiz. Sanatsal yaratıcılığı resim yapmaktan öteye taşıyan en önemli durum bence bu yaratıcı tekamüle dair tarifsiz sezgisel alandır. Bütün birikimlerin bağlayıcısı, harmanlayanı..

Bu süreçte en önemli olgunun adeta kişinin feneri olan sezgisel alan olduğu kanaatindeyim. Yaşadıklarım, insan-bitki-hayvan bütünüyle tabiat içinde ve içimde hareket eden, oluşan ne varsa okunan-hissedilen-denenen, o sırada yapılanlarla birbirini etkiler.

Deniz, daha doğrusu “Su”konusu, değişik etkileşimlerle sürdü. Farklı konseptlerle çeşitlendi. 90'ların ortalarında “Parçalanmış Vakitler” serisi vardı. 2001'de “K(g)ördüğüm” serisi ile "Su" serisi, sembollerden oluşan insan figürlerinin olmadığı bir seriye dönüştü. 2008 de ise “Kıyısız” isimli sergi ile o soyutlanan dile dalgalar girmeye başladı.. Hemen akabinde, "Suyun Ayak Sesleri" serisi tamemen dalgalarla ilintili idi.. 

Geçirdiğim rahatsızlıktan dolayı istediğim kadar sürdüremedim. Sonraki yıllarda da ayrı yaşamsal sebeplerden bu seri bir süreliğine demlenmeye bırakıldı.  Bir başka başlanmış “Su ve Zaman” kavramı ile içiçe balıkçı tablaları, yuvarlak tuvallerle üzerine kolaj ve akrilik karışık tekniklerle bir tür düşüncenin simyası ile malzemenin harmanı denebilecek bir seriydi. Bu seri, geçmiş yıllarda sekteye uğradı. 

Bir anlamda kaotik yıllardı. Hastalıklar, ölümler sonrası 2014 yazı başında Cihangir’deki atölyeden Kuzguncuk’taki atölyeme geçeli bir yıl olmuştu. Bir yıl ara ile babamı ve abimi kaybetmiştim. Yeniden boyalarımı, malzemelerimi açtığımda "Su"serisini "Süreç" gibi demlenmeye bırakmaya karar verdim. 

Eski notlarımın arasında 1991'de karalama olarak çalıştığım bir çiçek resmi vadı. Genellikle küçümsenen konuları, meseleleri -atipik olan ne varsa- bu tür şeyleri çok önemserim. O minicik, oldukça soyut ve suluboya menekşe resmi, yeni atolyenin bahçesindeki çiçekler kendi çiçeklerimle içiçe olunca biraz karalama el açma yapmak istedim. Doğrusu onca yıl önce yaptığım o lezzeti bulabileceğimden şüpheli idim. 


Çiçekleri çalıştıkça eskizler, karalamalar çok eski bir imge aklıma geldi. Çocukluktaki o uçsuz bucaksız doğa-insan deneyimlemelerimdeki bir imgedir “Arı”. Bir yaşam kaynağı.. Doğanın devamını sağlayan varlıklar.. Kovan, ayrı bir dünya.. ölümün yaşamın umursamazlığında bir bütün.. Binlerce arı bir yandan ölüyor, bir yandan o hızla yenileri doğuyor ve kovan tek bir canlı gibi yaşamına devam ediyor.. Bu konuda uzun yıllar hep bir şeyler birikmişti. Mimarlıktan şiire görsel olana değin ne varsa.. 

Son yıllarda sosyal paylaşımda birkaç kez yayınladığım eski kuşaklardan en sevdiğim Türk ressam Orhan Peker’in bir şiirini tekrar yayınlamak istedim. Bana her zaman yaşam ve ölüm demek olan çok, ama çok sevdiğim bir şiir. Melankolisindeki hüzün de, içindeki yaşamak tutkusu da.

Bu da ilginç! Onun bir resmi değil, elbet resimleri beni her daim çok etkiler, düşündürür. Ama bu kez bir şiiri, bildiğim tek şiiri. Bu şiiri -Beyaz dergisi galiba- 1985’te bir sayısında yayınlamıştı. Çok sevmiş, çok etkilenmiştim. 1987'de bir poetika okumasında “arı balı yapar fakat izah edemez” cümlesine takılmıştım. O da öyle yürüdü, içeride -rafta- bekledi.

Çok uzun yıllar sonrasında hep üzerine düşündüğüm, okuduğum, izlediğim arı ve arıya dair her şey hayatın akışında eklendi.. arı-bal-kovan hakkındaki her şeyi raflara ekledim.. Peteklerin inşaası ve mimarlık ilişkisine dair yazılar, arıların bitkileri döllemesi ve Einstein'ın ünlü sözü.. "Arılar yokolunca hayat biter".. Bu büyülü bir şeydi.. ama bir yanda da belirsiz sebeplerle arılar ölüyor ya da yokoluyordu belli coğrafyalarda. Son yıllardaki bu durum, onca yıl birikenleri tetikledi.Yakın yıllarda izlediğim bir belgeselde doğanın devamlılığını, yaşamı sağlayan, sürdürülür kılan arılar bir “Aşk Elçisi” olarak ifade ediliyordu.

Hemen hemen her yıl, bazen daha sık aklıma geldikçe okuduğum arı şiirini tekrar okudum. Sosyal medyada bir kez daha paylaştım. Bir minik arı eskizi ile.. Üretmeye başlayınca bu konuya kavramlar üst başlık olarak “Sır” ismi uygun düştü kendiliğinden.Sonrası çalışmanın akışı.

Benim için resim eğitimimden sonra profesyonel olarak çalıştığım dönemin başından beri iki ana kanal var. Birincisi insanlık tarihine dair.. başlangıçtan bugüne değin insanlığın evrimi, akışı içinde insanın yolculuğu.. bu en genel söylemle antropolojik olan. 

İkincisi de ona koşut, paralel bireyin, insanın anne karnındaki başlangıcı ve yolculuğu.. İkisi de suda başlar.. Benim başlangıcım ve konu seçimlerim ve geçişlerimde bu çok etken oldu. Su meslesi ile uzun bir giriş yapmamın sebebi bu idi.. Şimdi çalıştığım konu da bundan sonrakiler de mutlaka insan-doğa ilişkisinde kilit durumlar olacağı muhakkak. Zira her şeyin kaynağı insanın doğa ile diğer canlılarla ilişkisinde saklı.

Hala sergilemesem de farklı konuları her zaman didikler araştırır bir anlamda rafta, yedekte tutar demlerim. Hatta aynı konuyu çalışırken yeni yönelişleri kendi içindeki üslup örgüsündeki belirgin geçişleri düşünmek üzere defter-kitap arası gibi bi köşeye saklarım. Orada olgunlaşır, aklıma getirmediğim zamanlarda da yol alır..

Sanatçının kendi birey olarak yolculuğu ile sanatsal yolculuğu bütündeki tekamülünde birbiri ile nasıl etkileşir bunu sözcüklerde yeterince ifade etmek ne kadar mümkün bilemiyorum..

Sanat ve sanatçı tarifiniz nedir?
Yaratıcılığın sadece sanatta değil, hayatın her alanında olduğunu düşünenlerdenim. Sanatsal yaratıcılık için bir sınır koyulabilir mi? O çok zor. Ama bir sanat eserinin ne olduğunu söyleyemediğiniz zamanlarda ne olmadığına dair bir şeyler söylemek mümkün. Ayrıca her sanat alanında, bütün sanatlarda yaratıcı tekamülün ana damarlarları, kabul görmüş ilkeleri, yasaları az çok bellidir. O alana dair teknik veya düşünsel yasalar. Sanatçı, hem onları sindirip içine alan, hem kendisini ekleyip kişiselleştirip üsluba dönüştürendir. Bildiğimiz seslerden, değerlerden ve yasalardan bilmediğimiz ama onlarla uyumlu yeni tınılar, duyumsamalar yansıtılan üretimler sanattır, onu yansıtabilen de sanatçı.


Vasatlar, ortalama üretimler üzerine konuşulan çok şey olabilir ama bence iyi ve sanat olan eserlerin üzerine iyi yada kötü türünden çok ta konuşulacak bi şey yoktur. Çok iyi veya şahane dediğimizin üzerine pek söz söylenemez. Bütün duyuları etkileyen algıdan deneyimlemeden başka bir şeye yer kalmaz. O eser sezilecek, deneyimlenecek bundan sonra olsa olsa bu deneyimlemelere dair konuşulabilir. Ya da sanatçısının bütünden yaratma sürecine, poetikasına dair paylaştıkları varsa o süreçlerden izdüşümler yansımalar hakkında söylenenler olabilir. İyi bir sanat eserinin katmanları, kapıları sonsuza dek açıktır. Ama o kapılardan en az yaratıcısına yakın çabalar ve kademelerden geçen izleyici, okur, dinleyiciler sanat alıcıları geçebilir. Neticede “şeylere onların oldukları gibi değil kendi olduğumuz gibi bakarız”..

Sanatsal yaratıcılıkta üzerine pek konuşulamayan resmin (sanatın) sanatçıya yaptırdığı yerler, hani kendisine bile süpriz olabilecek, sözcüklerde karşılığı olmayan durumlar farklılıkları oluşturur. Bir tür o üretim anına kadar bütün eğitim, okuma, çaba ve deneyimlerinden o çalışmanın kaynama noktasına geldiğinde ortaya çıkan esere ruhunu veren ve onu tarifisiz kılan durumlar..

Sanatçı için özel bir konum, durum olduğuna inanmıyorum. Yoğunlaştığı sanatında diğer insanlardan daha fazla zaman, enerji emek ve çaba sarfettiği için orada olduğunu düşünürüm.. bence her insanda yaratıcı potansiyel şu ya da bu kadar/bu biçimde vardır ve ifade bulabilir. Kişilerin iç yolculuğunda bunu tercih etmesine, ödediği bedellere bağlı.. Elbette her ruh, tin her çaba aynı nitelikleri getirmeyebilir. Sanat ve yaratıcılık için söylenenlerin bir aracısıdır sanatçı, onları en yüksek yoğunlukta en etkileyici kılabilendir. Yine de özel bir konum biçmek, farklı görmek bana doğru gelmiyor.


Mutluluk ve sanat arasındaki ilişki nedir sizce?
Sözcüklerin hayata ne kattığı hususu malum bir muammadır ve mutluluk kelimesinin hayatta karşılığı olduğuna pek inanmıyorum olsa olsa an ya da anlardır. Mutluluk kelimesi kederin tersyüz edilmiş halidir, benim için huzur önemlidir. Ölümün olduğu bir dünya trajiktir ve ölüm duygusundan bağımsız hiç bir şey olmaz. Her şey ölüme rağmen ölüme karşıdır. Bu düşünce ve duygudan bizi en uzağa taşıyan zaman aralıklarına belki teselli olarak mutluluk demek güzel bir oyun, bir kandırmaca olabilir.

Sadece sanatın değil hayatı sürdürmemizin temel itici gücü bence her şeyin hep ve değişen miktarlarda daima eksik olması ve bundan kaynaklı tutku, arzu etme ve istek duygusu. Bu sanatsal yaratıcılığı da tetikler.. ama sanatın kaynağının acı ya da mutluluk olduğunu sanmıyorum. Her şey bir bütünle ifade buluyor, eksik de kalsa.

Mutsuzluk dediklerimiz çok zaman varoluşun parçası.. onlardan bir yaşam kültürü çıkarmak gerekir. Zaten acı, bir yaşam boyudur ama acıdan beslenmekle bütünü kaçırabiliriz. Bir yemekte acı diğer bütün lezzetleri bastırmadığı sürece güzeldir. Belki bir hüzün tadı diğer duyguların hissiyatını güçlendirip bağlayıcısı olabilir. İnsanın doğuşunda varoluşunda bir trajik zaten var ama hayatın renklerini güçlendirmek, çoğaltmak ve soldurmama çabası lazım.. zira bu durumda bile varlığını koruyan bir trajik var. Sanat uzun hayat kısadır. İlhan Berk’in şiirindeki gibi, suyduk ve geçiyorduk.

Sanatın insan yaşamındaki yeri ne olmalı?
Herkesin kurduğu yaşam ilişkisine göre değişir. Bazı insanlar için hiç bir yeri olmayabilir ya da onun etkilerine bir isim vermezler yahut bilgileri, farkındalıkları yoktur ya da önemsemezler.. Bazıları içinse varoluşlarını onsuz düşünmedikleri şeydir. 

Üniversiteye ilk girdiğim yıl Thomas Mann'ın “Venedik’te Ölüm” kitabını okurken "Gençlerin eğitimlerinde sanatın bir yeri, olumlu katkısı olacağına inanmıyorum" anlamına gelen bir cümlesine rastlamıştım. Her zaman beni düşündürmüştür. Sanatsal yaratıcılığın insanın algılarını geliştirdiğine, derinleşip çoğalttığına inanmıyorum. Bunun hayatın diğer alanlardan bağımsız olduğuna inanmıyorum.

Günümüz sanatı hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Bugünün sanatını değerlendirirken medeniyet tarihi ve sanat tarihi ilişkisi bağlamında ontolojik bütünden değerlendirmek gerektiği kanatindeyim. Sanat eserlerini ele alırken ikonografi (analiz) ve (ikonoloji) sentez yapılırken eserlerin içerik, biçim açısından dönemsel özelliklerinden yola çıkılır.

Medeniyet tarihinde olduğu gibi sanat tarihinde de doğrusal ve ileriye doğru bir çizgi olduğunu düşünmüyorum. İnsanlığın gelişimi ile paralel, örneğin en dar anlamda nesneleri giderek daha doğru resmetmek oranlamak ve bir zaman sonra ideal ölçülerin,  mükemmel pespektifin ortaya çıkması ve bunun bir aşama olduğu türünden yorumları, yaklaşımları kastediyorum. Bence bütün zamanların kendine ait bir ontolojik alanı ve o dönemin özeliklerinin yansımaları vardır. Kimse tutup bir erken Rönesans Giotto ya da sonrasının M.Ö. 4. Yüzyıl Roma mozaiği ya da 15 yy. bir minyatürden örneğin “Siyah Kalem” daha ileri ya da gelişmiş olduğunu söyleyemez. Hele de bir Uzakdoğu resmi ya da kaligrafisinden…

Bu nedenle günümüz sanatına bakarken de antropolojik, sosyolojik, siyasal olarak insanlığın içinde bulunduğu duruma göre bakmalı. Modernizmin etkileri bilimin ve sanatın üretim ve sermaye ile ilişkilerini başka bir boyuta taşımıştır. Sanat giderek küresel düzenin, iktidarların, üretimden tüketime hizmetine daha fazla giriyor. Bankaların ve büyük sermayenin, sanatın dönüşümdeki etkisine, galericiliğin, müzayedelerin sanat ortamının içeriğine izlerine bakınca görmek mümkün. Buna bu ağ içinde, bağıntılarda aktif rol izleyen yeni tip sanat tarihçiliğini, yeni kavramları, terminolojileri eklersek değerlendirmemiz daha rahat olur. Örneğin küratörlük dendiğinde, birisi bunun başka biçimde geçmişte olmadığını söyleyebilir mi? Örneğin, Picasso ile Braque’ın galericisi Kahnweiller’in bu iki sanatçının sanatlarında ve onlarla ilişkisinde kübizmin oluşumundaki etkilerini de düşünürsek ona bir “curator” dememiz mümkün mü? Bence alasından hem de! Elbette yeni çağın sanatsal olguları akışına göre yeni olgular, terminoloji oluşur ama bu oluşan dokuları doğru irdelemek lazım.

Günümüzde küresel dünyanın sanatı ve bilimi taşıdığı özden kopartıp kendi iktidar anlayışına, amaçlarına göre biçimlendirmek çabasında olduğunu düşünüyorum. Özündeki yaratıcılık nedeniyle bilim ve sanat toplumları geliştiren, ileriye taşıyan dolayısı ile iktidarları da tehdit eden iki dinamiktir. Küresel dünyanın modernite sonrasında, bu geç modern (postmodern) dönemde iktidarlarını tehdit eden olguları hem kendi hizmetine sunmak kitleleri ihtiyaçtan tüketenden öte “tüketme ihtiyacından tüketen” hale getirirken buna sanatı katmaktır. Sanat geçmiş çağlardan bu yana üsluplar içerik biçim bütün dönüşümlerde yerleşik algıları yıkan yeniden inşa eden yartıcı bir olgu var. Bunda en büyük etken özünde taşıdığı trajik olgusu. 

Tragedya ve komedyanın kurucusu "Dionisos Kültü"dür, hayatın her alanında her türden iktidarları bu nedenle tehdit eder. Tragedyanın özündeki bu olgular ‘kült’ün sembol tanrısının önemli bir özelliği ile güçlü bir bağ taşır. Yarı insan olan bu tanrı insan olduğu için acı çeker, bir başka insanın ona yaptığı bir şeyden dolayı değil, insan olduğu, ölümlü olduğu için.“Tr” keçi demektir “aigeida”da ağıt, ezgi, türkü manasına gelir. Tragedyalarda erken dönem korolar yarı keçi, yarı erkek figürlerdir. Nietzsche‘in bütün felsefesini Dionisos kültü üzerine kurmasının sebebinin kaynağının burada olduğunu düşünüyorum.bireyselleşmenin kentleşmenin doğduğu dönemde doğadan kopan insanlığın kilise ve dinin karşısında duruşunda bu kültürlenmemiş dönemlerden ve doğanın parçası ruhu olmaktan kopmamış bir insan algısına göndermedir.

Günümüz sanatında örneğin "güncel sanat" terimi var. Bundan önceki ve bundan sonraki dönemler de bir vakitler günceldi. Terminolojilerinden bile sorgulanmaya başlandığında birçok şey daha iyi anlaşılır. Ama sanatçılar her dönemin olanaklarını katkılarını kendi ifadelerine katar değerlendirir. Günümüzde sanatın katkılarını, avantaj ve dezavantajlarını değerlendirip kendine katmak, reddetmek her sanatçıda başka türlü tezahür edebilir. Sanatın dalları arasındaki geçişler yeni anlatım yolları farklı malzeme ve ifade yollarının elbette bir kazanç ve her sanatçı kendince bu oluşumlardan yararlanmalı yeni oluşumlar yaratmalı. Bu oluşumlardaki diğer tehlikelere dikkat etmek gerekli. Özündeki iktidar algısı etkisi.

Kendi adıma küresel dünyanın sanatın özündeki trajik olanı (ki buna vaktinde Picasso da işaret etmişti) yokedip sanatı bir eğlence ve tasarım dünyasının bir parçası haline getirmesi içini boşaltmasına kökten karşıyım.İnsan doğa ilişkisinde deneyimlenmemiş, kültürlenmemiş ve iktidarları yerleşik beğenileri, algıları tehdit etmeyen bir yeni sanat algısına, ortamına tümüyle uzak duruyorum. Uygarlık tarihi boyunca geçmişten taşınanlar bir yandan reddedilirken bir yandan yeni gelenlerin katıldığı bir devamlılık, bir dönüşüm başkalaşım olmuştur. Modernizm ve modernizm sonrası özellikle 1980 ve 90'lardan itibaren bu kültürlenmenin kesilmesi, köprünün kesilişi insan doğa ilişkisinde kültürde parçalanma insanın kendinden doğadan kopuşuna hızlı bir gidişe dönüşmüştür.

Elbette bu moda olan revaçta (trend) yaklaşımlar egemen dil için geçerli.En güzel çiçekler bataklıklarda açar. İnsan nefes aldıkça bu doku tükenmez. Tabi bu oluşumların süreçlerin dünyadaki durumu ile bizdeki yansımaları, etkileri, oluşumları ve kimlik sorunlarını, devşirme kendi iç dinamiğinden çıkmayan daha çok başka ülkelerden "kopyala yapıştır" örneklerini ayrıca tartışmakta yarar var. İtalyan yazar Pavese’nin günlüklerinde şöyle bir not var “ne zaman bir eşek anırsa, geleceğin borazancıları sanırız”. Ama tabii nefesi kuvvetli olan borazancıbaşı olur.

İstanbul'u 5 duyunuzla tanımlamanızı istesem.. İstanbul için bir hayal projeniz var mı?
Uzun Ankara yıllarımda su serisine başlayışımda vemdevamında sürekli gelip gidip, özlem duyduğum İstanbul’un zaten çok büyük bir payı, etkisi var. İstanbul benim için tutku, istek ve arzudur, yaşamdır.“Su” ve “iki yaka”ya dair bir tek sergi fikrim hep vardır.


Arif Turan

1982-86 yıllarında Hacettepe Üniversitesi, Arkeoloji Sanat Tarihi bölümünde okudu. 1986 yılında aynı Üniversitenin Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümüne girdi, 1990 yılında mezun oldu. Aynı yılın sonunda başladığı master programını tamamlamadan profesyonel resim hayatına devam etti. Bu uzun akademik süreçte faklı disiplinlerden (Psikoloji, felsefe, kültür antropolojisi) dersler aldı. Sinema, tarih ve edebiyatla özellikle de Modern Türk şiiri ve edebiyatı ile yakından ilgilenmektedir. Değişik yıllarda çeşitli dergilerde (Morköpük, Yapı Kredi Kitaplık) şiirler yayınlamıştır. Çeşitli yayın evlerinde (gece, öteki) yayın yönetmenliği ve görsel yönetmen olarak çok sayıda kitap kapağı tasarlamıştır.
Avrupa’da çok sayıda müze ve galeride inceleme araştırma gezisi yapmıştır.
Profesyonel süreçte yarışmalara karşı olan ve katılmayan sanatçı on iki kişisel sergi bir enstalasyon gerçekleştirmiş, az sayıda karma sergiye katılmıştır.

1 Mart 2015 Pazar

Seçil Erel: "Doğanın ve aklın gerçeklik algısı arasındaki ilişkide zaman, mekan ve varlık kavramları üzerinden deneyimlerimi detaylandırdığımı farkediyorum"..

"Alan/Territory", 197 x 196cm, Tuval üzeri yağlıboya 

Seçil Erel'in bütüne ait temel bazı şeylerin bir sisteme dayanması gerektiği fikri üzerine kurgulayarak gerçekleştirdiği “Bazı Şeyler” isimli sergi, 18 Şubat - 10 Mart 2015 tarihleri arasında Summart’ta.. Serginin küratörü Denizhan Özer.



Sanatçı, yaşamın ve insanın kendi kurduğu matematiksel sistemlerin gerçekliği, ruhun ve aklın ritmik ilişkisi, zaman kavramının değişkenliği, sürekli hareket halinde oluşu ve şimdi ile ilişkisinin yanı sıra, bireyin hayattaki varlığına dair üreme ve dönüşüm, canlının varlığı, geçiciliği ve unutulmaması gereken mekanı, aidiyet kavramlarını, evler, bölgeler, şehirler ve planları gibi çeşitli konuları, matematiksel, deneysel ve sezgisel bir tutumla ele alıyor.

Sergi, Erel'in katmanlar ve renk dengeleriyle, düzen algısının sınırlarını zorlayarak ve kendine ait bir görsel yapı kurarak oluşturduğu tuvallerinin yanı sıra tuvallerden doğan "Geri Dönuşüm” serilerine ait kağıt ve ışıkĺı resimlerinden oluşuyor.

Devamı...