28 Şubat 2012 Salı

İstanbul'un Emektar Çınar Ağaçlarına Elveda!

Dolmabahçe'den Beşiktaş'a giderken canım çınar ağaçlarını bilirsiniz.  O yola hayat veren ağaçlar! Bir başka yazıda onlardan böyle bahsetmişim.Ne darbeler, hangi suretler gördüler, hangi çığlıkları duydular kim bilir... Hasta onlar, uzun süredir zaten gözlemliyorum. Bir takım iyileştirme "çabaları" sözüm ona yapılıyor. Ama...
Ağaç bu elbet, geçen arabaların egzozuna can dayanır mı? Onların ciğerleri de böyle ölüyor işte. Hepimiz gibi.


Bu çınar ağaçları, hem büyükbaş araçları  geçerken engelliyorlar, hem reklam panolarını engelliyorlar, hem yeni "Taksim güzellemesi"ni de bir bakımdan engelliyorlar, trafiği engelliyorlar, alanı daraltıyorlar, 28 araçlı kortej geçerken büyük insanları engelliyorlar etc. etc. etc.

Bundan 1-2 yıl önce o yolda yürürken (yanımda kim vardı anımsamıyorum) ona demiştim, "Bu yol var ya bu yol, bu ağaçlar var ya bu ağaçlar (Ortaköy'e kadar uzanan Çırağan yolunu da içine alarak) bir gün yok olursa ciğerim yanar" demiştim. Evet, bu haberi yani çınarlarımın kesileceği haberini öğrendiğim dün geceden beri...

Ciğerim yanıyor, ağaçlar için gözyaşı dökmeyeceksem, ne için dökeceğim?

Elveda çınarlar...


Sonradan edit: İstanbul 2. Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu bu infazını onayladı.

01.03.2012 - Bu sabah yine geçerken selam ettim onlara, bu sefer içimi çeke çeke. Hastaydılar, yaşlıydılar; insanoğlu yine koruyamadı yine yine yine diye. Büyükşehir Belediyesi, hastalık raporlarını vs. dün akşam sundu, ben artık böyle raporlara da inanmıyorum, zamanında tren kazası raporlarının da nasıl kurgulandığını da biliyoruz. Yenileri dikilecekmiş. Yenileri umarım ağaç olarak dikilir, ilerideki yeni yapılan otel inşasına benzer bir durum olmasın da ya da bir sabah kaldırılan ilerideki Beşiktaş - Akaretler otobüs durağı gibi...
Can-ı korumak adına, Tabiat ve Kültür varlıklarını korumak adına bu kaçıncı sınıfta kalışımız, inannın ben sayamıyorum.

Cumartesi umarım geç olmaz da, en son bir kucaklarım onların hasta ve yaşlı bedenlerini. :(

27 Şubat 2012 Pazartesi

Kartepe Semalarındaki Yollar Seni Sorar

Bu sefer, bu yürüyüşün öyküsü fotoğraflarla olsun istedim. Canoncan evde miskinlik yaptığından, iPhone imdada yetişti ve aşağıdaki kareler çıktı. Öykü yok dediysek, fotoğraf altı yazısı da yok demedik, buyrun karlar altına...
Huzur mu dediniz?

Herşeye rağmen, dimdik ayakta olmanın fotoğrafıdır.

Koca bir ağacın küçük bir parçası olmak..

Her tünelden elbette bir çıkış vardır.
Yaprağın düşüşü!
Mutlak yalnızlık bilinci...
Her köy bizimdir: Orada, burada, şurada...


Ve o köylerde muhtarlar vardır. :)

Bir spiraldir yaşam...
Bir fotoğrafım olsun yollarda dedim, kadim bir ağaçla...
Son çırpınış...
Bu ayakların dili olsa, ne öyküler anlatır. :)
Kartepe'ye çıkınca kayan insanlar gördük sanki...
Trekking öncesi şekerli dostlarımın tozluk giyme telaşesinde, günün en komedi 2.fotoğrafı. En birinci fotoğrafı buraya koymam benim için pek iyi olmaz. :)

In a Sentimental Mood

Sabah kalktığımda hepiniz gibiydim: Pazartesi, hava, trafik, kaos, umutsuzluk, özlemler, sağlıksızlık, hayat... Olumsuzlukları olumluya çevirmek konusunu hemen hızlıca düşündüm. Odakule'nin seyyar çiçekçi amcasından, ailemiz kadınlarının bir numaralı çiçeği olan nergislerden bir koca demet şirkete aldım, koydum ortaya. Sonra da bir Coltrane güzelliğiyle ruhumu doyurdum. İran sinemasının medar-ı iftiharlarından biri olan Asghar Farhadi'nin A separation filminin haklı olarak yabancı film Oscar ödülünü alması da sabahımın en umutlu haberiydi diyebilirim.

Bugün ayrıca Serhan Şeşen'in de doğum günü, Yaşama Saygı Günü! Yaşayabilseydi 30. yaşını kutlayacaktı bu güzellik, Devlet Tiyatrosu günlerimden heyecanlı - meraklı çocuksu gözleriyle anımsıyorum hep kendisini, sevgiyle. Sevdiklerine sabırlar dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden ama sözüm söz her 27 Şubat buradan da selam edeceğim Serhan'a... Biriciği Selin ve dostu Tuğba'ya da.

Hepimize sevgi dolu, sanat dolu, adaletli ve sakin bir hafta dilerim...

                                              
                                                         Yaşam ilhamı Coltrane olan müzikdaş Cem'e teşekkürlerimle...

26 Şubat 2012 Pazar

Kerem Ağralı’nın fantastik figüratif gerçeküstü heykel ve resimleri...

"Seçilmiş", 182 x 24 x 6, bronz döküm + ahşap, 2010
Terakki ve Alp Özalp koleksiyonunda
Kerem Ağralı, atölyesinden (mağarasından demek daha doğru sanki!) çok çıkmayan, her daim çalışırken bulacağınız bir sanatçı. Eserlerindeki fantastik yaratıklara bakınca atölyesini de hayalinizde canlandırabilirsiniz aslında. 

Kadıköy Yeldeğirmeni’nde kocaman bir atölye. Etrafta cam elyafları, donmuş alçı parçacıkları, polyester ve bronz dökümler... Alçı tesfiye tozuyla kaplı her şey. Kağıtlar, şişeler, teller, ayakkabılar, boyalar... 

Kendime zorlukla oturacak bir yer buldum. Yılın belki de en karlı ve soğuk gününü seçmişiz buluşmak için. Sohbet ısındığında üşümem de geçti. Keyifli bir röportaj oldu:

Heykel nedir?
Varoluşu canlandıran en etkin sanat dalıdır. Heykel biblo sanatı değildir. 

Ama heykel, sanki üvey evlat bizim ülkemizde...
Sanatçı, resimde de heykelde de aynı kaynaktan beslenir. İçindeki özden, yaradanın  özünden güç alır. Heykeltraş eserin hemen her boyutuna hakimdir. Heykel tüm sanatların anası bir sanat dalıyken maalesef bir koleksiyonerle konuştuğunuzda heykelden hiç bahsetmediğini görüyoruz. En az dört-beş röportaj hatırlıyorum bir galeri sahibi ya da bir koleksiyonerle yapılmış… Hiçbiri heykelden bahsetmiyor. Bu korkunç bir algı yanlışlığı… Sadece resimden bahsedilmesi benim canımı sıkıyor. Dünyada heykel sanatı yok mu? Heykel yok mu? Heykeltraş yok mu? 

Beğendiğin sanatçılar kimler? 
Rahmi Aksungur, Ziyaeddin Nuriyev, Hüseyin Suna.

Terakki Sergisi'ndeki eserlerinle şimdikiler arasında çok fark var? İki sene içinde ne değişti?
Tamamen imgesel illüzyonlar vardı. Öğretilerle, geçmiş heykelin diliyle, belli başlı bilgilerle ilgili. Kişi her ne kadar bilgileri kullanarak yaratım içinde olsa da sonuçta bilginin sınırladığı bi alan yaratılıyor. Daha doğrusu bilgi bunu kendisi yaratıyor. 

Heykelde ya da resimde olması "gereken" olgular…  "Gereken" lafından bahsediyorum. İyi bir heykelin sahip olması gereken özellikler… Bu bilgiler güzel olmakla beraber bir esaret yaratıyor. Kafanın değişmesi.... Bu bir elektrik düğmesinin açılıp kapanması kadar çabuk olabilir.  Belli bir süreç de alabilir. Evrimleşen bir varlık olarak ben değiştim. Herkesin evrimleştiği gibi.. İnsan bazen çok yakında olan bir şeyi göremeyebilir. 


"Ölümsüz", 147 x 20 x 14, bronz döküm + ahşap,
2009, Alp Özalp  koleksiyonunda
Ben sadece insan varlığı olarak gücümün ve sahip olduklarımın farkına vardım. Buna bilgiyi bir nevi tekrar yapılandırıp dönüştürmek de denebilir. Çünkü sınırlamalar evrene değil, sizin beyninize aittir. Eğer beyin evrenin bir parçasıysa bunu idrak ettinizse bu sınırlamalar ortadan kalkar. Asılında metafizik gibi duruyor ama değil. Yapabileceklerinizin sınırı yoktur. Bu olabilirlikler için, bu güzellik evren tarafından size verilmiş olduğu için her gün şükretmeli. Sonuç olarak her yaptığınız sizin düşünce biçiminizi belgeyen dokümanlardır.

Eserlerinde çok temel değişiklikler var. Renk girmiş, malzeme değişmiş, Boyutlar büyümüş, konular daha da uçmuş… 
Haklısın. Daha da uçabilirler aslında… Bronz dökümün, heykelin Türkiye’de şimdiki konumunu da hesaba katacak olursak, mevcut şartlarda az yatırım yapılan bir alan heykel. Harcanan emek ve bronz etkisi ne kadar güçlü olursa olsun, bir sanatçı en azından belli dönemlerde mevcut şartlara göre hareket etmelidir. Bronz döküm tekniği işlerimin boyutlarının büyümesinden dolayı çok zorlasam karşılayabileceğim ama tercih etmediğim bir teknik oldu. Hak ettiği ilgiyi görmeyen alçı, gazlıbez, keten gibi malzemelere yöneldim. Bir yandan "iyi heykel sadece bronz ya da taştan olur" algı yanlışlığına da tepkim doğdu. Bu tepki zaten bilindik malzemelere olan bakışımı değiştirdi. Tepkimin farkına vardım. 

Zaten içimde resim de yapmamdan dolayı sezgisel olarak varolan boyama dürtüsünü heykele de bulaştırdım. Konularla ilgili bir savım var. Ben konularımı değil, konular beni seçti. İlhamın nereden geldiğini düşündüm. Hiçbir şeyin bana göre yoktan varolmayacağını hesab ederek aslında ilham denen olgunun insanlığın evriminin başlangıcından beri tüm yaşanmışlıklar ve genetiğimdeki bilgiler olduğunu duyumsadım. Yaptığım varlık hallerinin aslında yoktan varolmadıklarını, herbirinin geçmişten, insanlığın evriminden birer parça taşıdığını düşünüyorum. 
"Bir Gezginin Güncesi" 148 x 22,5 x 19, 2011

Bu yaratıklar senin içinde mi yani?
Tabii ki içimde… Bu yaratıklar genetik kodun bir dökümü olduğu gibi aynı zamanda şimdiki zamana ait sürekli değişen ve sabit kalmayan duygu ve düşüncelerin de bir dökümüdür. Ben değişmediğim, tekrar yapılanmadığım müddetçe yapıtlarımın sıçraması , ilerlemesi de mümkün değil. İnsan ölgün değildir. Stabil değildir. 

Özellikle sanattan bahsediyorsak bunun belli bir sorumluluğu vardır. Tekrardan kaçınmak için özel br çabaya gerek kalmadan siz değişiyorsanız işlerinizin de sabit kalması mümkün değildir. Bu zihnin ve evrimin yapısına aykırıdır. 

Çalışmaların ne kadar anlaşılıyor? Bu umurunda mı?
İşlerimin anlaşılması umurumda olmakla beraber, bir yandan da değil! Herkesin benle beraber uçmasını beklemek haksızlık. Bir yapıtı özel kılan en önemli unsurlardan biri bakan kişinin zihnidir. Rutin bir frekansta titreşen izleyicinin bir işi gördüğü anda -eğer o yapıt gerçekten evrensel öğelere sahipse- farkındalık algısının frekansı zorlanır, yükselir. Çünkü normali algılamaya alışmış, rutine bağlanmış bir zihin eğer gerçekten rahatsız eden, sorulara boğan bir işleyişle, bir yapıtla karşılaşırsa bunu anlamak için çaba gösterir. 

Bu çaba zihnin değişmeye çalıştığının bir işaretidir. Farkındalık içerisinde gidebildiği yere kadar gider. Zihin “betimlenemez”i isimlendirmeye çalışır ama beceremez. Eğer bir varlık hali  zihni bu duruma yönlendiriyorsa, sorunun karşılığı alınamıyor ve bir soru başka bir soruyu doğuruyorsa, zihin bu bağlamda olumlu olarak zorlanıyorsa, karşısındaki yapıt -varlık hali- gerçekten var olmuş ve evrenle bir bağ kurmuş demektir.  İyi yapıtın tarifi budur.

Resimlerin de sürreel…
Evet. Fantastik-figüratif ve sürreelin birlikteliği.  Resimlerimde her ne kadar mekan öğesine yer versem de, klasik sürreel özellikleri barındıran bir resimdeki kadar mekan vurgusu yok.  Amorf sayılabilecek fantastik varlıklar resmimde ön planda.

Ne zaman sergini görebileceğiz?
Gelecek yıl bu zamanlarda mekan olarak benim işlerimi kaldırabilecek yapıda bir galeride sergi açmak niyetindeyim. Heykel ağırlıklı ama içinde desen ve resimlerimin de yeralacağı bir sergi... Bu varlık hallerinin iyi bir mekanda yani çok iyi boşluğa sahi,  nefes alan bir mekanda izleyenle buluşmasını istiyorum. 

Mağara adamı gibi yaşıyorsun Kerem. İntibakta mı zorlanıyorsun?
Bu işleyiş benim eski ustamdan kalma bir işleyiş. O da atölyesinde yaşayan, fazla dışarı çıkmayan bir adamdı. Orada çok zaman geçirmiş olmak beni etkilemiş olabilir. Gene de bu benim ustam kadar asosyal olduğumu göstermez am çok da sosyal olduğumu söyleyemeyeceğim. Bu sanırım yapıyla da alakalı bir durum. Bunu değiştirmek adına adımlar atmak da benim için bir sorumluluktur. Benim adım atmamam çalışmalarımın izleyiciler tarafından görülmemesine, onların eksik kalmasına yol açar. Bunu yapmaya da hakkım yoktur.  Yapıtlar paylaşılmalıdır. Ama şunu da unutmamak gerekir ki gerçek anlamda bir sergi açmak belli bir zaman gerektirir. Bu zaman herkese göre değişebilir. Ama gerçek bir sergide gerçek bir dünyayı anlatmak niyetindeyseniz bunu ciddi yapmak zorundasınız. Önce kendinize sonra da izleyiciye sorumlusunuz. İnsanlığın dökümüsünüz.

Yaşadığın kentle ilgili ne düşünüyorsun? İstanbul'la ilgili bir hayal projen var mı?
İstanbul’la ilgili hayal projem yok. İstanbul'u şehir olarak sevmekle birlikte açık konuşmam gerekirse belli çevrelerle daha kolay iletişim kurabilmek dışında  nerede yaşadığımın o kadar önemi yok.

Sanat çocukların eğitiminde gerekli mi? Nasıl olmalı?
Sanat gerekli mi? Tabii ki olsun insan hayatında. Çocuk sanatın dışında zaten bana göre yanlış yetiştirilmekte. Önce çocuklara "doğru yaşama"nın ne demek olduğunu anlatabilirsek o zaman ekstradan sanat için gerçek anlamda gereken dikkat ve enerjiye sahip olacaklardır. Bunun için önce ebeveyn ve öğretmenlerin belli aşamalardan geçmesi gerekmektedir.

"Buluşma",  60 x 120 tuval üzeri yağlıboya, 2010
"Doğru" yaşamak ne demek?
Toplum tarafından  dayatılan ve doğru olduğu iddia edilen hemen tüm koşullandırmalardan bağımsız yaşayabilmektir. Başkasının doğrusu sizin doğrunuz olmak zorunda değildir. Bir çocuk ya da insan mesela öfke hissediyorsa öfkesini içinde tutmamalıdır. Çünkü içinde tuttuğu öfke ileriki zamanlarda çok daha vahim sonuçlara neden olur. Öfkesini içinde tutan bir çocuk sanat denilen olguyu ne kadar özümseyebilir, ne kadar doğru yaşayabilir ki?

Zaman ayırdığın için teşekkür ederim Kerem. Sormamı istediğin başka soru var mı?
Ben teşekkür ederim. Konuşacak şeyler zaten bitmez. Türk sanatının sorunları dağ gibi: Sanatçıların yönlendirilmesi, tekdüze hale getirilmeye çalışılması. Yaradanın sanatçı olduğunun unutulması, sanatçının fabrikatör olmadığı, fabrika gibi çalışamayacağı, çalışmaması gerektiği. Gereklilik kelimesini sevmiyorum ama bazen gerekiyor :)) Sanatçının kimin koyduğu belli olmayan şablonlar ve kurallarla sürekli rahatsız edilmesi, dürtüklenmesi, sanatçının o anda ürettiği yapıtların değerine bakılmaksızın sadece geçmişte ne yaptığıyla ne kadar sergiye girip çıktığıyla, hatta ve hatta yaşıyla ilgili gayet talihsiz yargılarda bulunulması, hala belli isimlerin sürekli pazarda dolaşması, pazarlanması, sanatın hangi amaçla ve hangi güdüyle icra edildiğinin unutulması beni rahatsız ediyor. 



Kerem Ağralı

1977 İstanbul doğumlu, Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü mezunudur. Resim ve heykel çalışmalarını 2004'ten beri Kadıköy Yeldeğirmeni'ndeki kendi atölyesinde sürdürmektedir. 

Katıldığı Sergiler:
2007  Sanat Akmerkez'de 5, Resim-Heykel Sergisi, İstanbul
2008  "Teneffüs" Resim-Heykel Sergisi, Lokomotif Kültür ve Sanat Derneği, Moda İstanbul,
2009  Devlet Resim-Heykel Sergisi 69. İstanbul,
2009  Yaz Resim-Heykel Sergisi 1-2, Galeri Binyıl, İstanbul,
2009  Tüyap Sanat Fuarı Resim-Heykel Sergisi. Maltepe Sanat Galerisi, İstanbul,
2009  Ritm Sergisi, Galeri Binyıl, İstanbul,
2010  Saklı Düzen Art Show, Terakki Vakfı Sanat Galerisi, İstanbul,
2010  Sümer Medeniyetleri, Resim-Heykel Sergisi, Akyol Sanat,İstanbul,
2010  Sanat Akmerkez'de 7, Resim-Heykel Sergisi, İstanbul, 
2011  100 Genç Yüz, Resim-Heykel Sergisi, International Art Center, İstanbul

25 Şubat 2012 Cumartesi

Hayatımızın resmidir!

Yaratıcı bir şekilde sevdiğimiz şeyleri yapmayı istemek hepimizin dileği. Çok şeye ilgi duymak: Farklı alanlarda bakış açınızın ve yeteneğinizin olması da bu dileği katmerliyor sanırım. Baskı altında bir şeyler yapmak -  yapamamak! Hayatınızdaki düsturlarınızdan ödün vermemek ilkesiyle; insanı zorlayıcı konuma getiren hayat kuralları sizi çevreliyor. Politika, sosyal yaşam, sanat, sağlık, iş hayatı, spor vs. hepsi zincirleme aynı şeyin aynı baskının altında: "kuralsızlık", "arkadan iş çevirme", "cep doldurma", "vicdansızlık", "midesizlik" ve "salağa yatma"
Sevgiden ve saygıdan yoksun, satıcı hayatlar ve ilkeler şu ara bir numara!


Ben Heine adlı sanatçıyla beni tanıştıran blogdaşa buradan teşekkürlerimi gönderiyorum.

23 Şubat 2012 Perşembe

Vicdan

Vicdan muhakemesi, vicdan kabiliyeti, vicdansızlık, vicdan azabı yani genel olarak vicdan üzerine düşünüyordum. Vicdanın gerçekten bir kabiliyet olduğunun ayırdına çok önce varmıştım da, bazı şeyleri görüp görüp hala inanamıyorum, hepimizin her an okuduğu, yaşadığı, gördüğü şeyler. Bu konuda safım ben ve evet bu saflığımdan da onur duyuyorum.

Bunlarla kafamı patlatırken son dönemde izlediğim A Separation ve Nar filmleri (malum konu benzerliği) hop beynimde ön koltuklarda yerini aldı,  hop üstüne Eric Satie bestesi geldi kulağıma Jacques Loussier Trio'nun harika yorumuyla, hop bir de aklıma Richard Bach'ın güzide sözü gelmesin mi?

"Your conscience is the measure of the honesty of your selfishness. Listen to it carefully."
"Vicdaniniz, bencilliğinizin samimiyet derecesidir. Onu iyi dinleyiniz."

Sizi Satie eşliğinde vicdanınızı dinlemeye bırakayım ben en iyisi...

21 Şubat 2012 Salı

Bir Zamanlar Besiktaş


70'ler...

İbrahim Koç’un Kaz Kafalı heykelinin ardından...

Contemporary 2011'den 

İbrahim Koç heykelleriyle 2008'de Lokomotif Kültür ve Sanat Derneği’nin Moda’da düzenlediği  “Teneffüs”  sergisinde tanıştım. Metalden dev bir sivrisinek heykeli ile katılmıştı. 


Contemporary 2011’deki çalışmasını görünce de hiç şaşırmadım. O devasa sivrisinekten sonra İbrahim Koç’tan ancak böyle sarsıcı bir yaratık beklenebilirdi. Kaz kafalı, kaz ayaklı, kanatlı kadın vücudlu bir heykel... Aklıma düşürdüklerini bana başka hiç bir şey düşündürememişti. 

Sanatçının işlevi bu olmalıydı işte. Fırat Arapoğlu’nun  ibrahim Koç hakkında yazdığı gibi: "Günümüzde başarılı bir sanatçı, çoğu zaman, geçmiş ve bugün arasındaki çelişkileri netlikle görebilmesi ve bu çelişkileri istikrarlı bir biçimde irdeleyerek, topluma yeni okumalar içerebilecek işler üretmesi ile tanımlanıyor. Bu tanım ekseninde çalışan sanatı ise üretimleri ile bilgi aktarımda bulunmalı ve izleyicisi ile olan etkileşimini sadece estetiksel değil, düşünsel olarak da geliştirmelidir. Ancak bu biçimde üretilen sanat işi hem kendisi dönüşür hem de izleyicisini dönüştürür."

Koç'a önce bunu sordum: Ülkemiz insanının sanatla ilişkisi bu kadar mesafeliyken üretimlerinizi nasıl bu kadar sarsıcı bir şekilde sürdürebiliyorsunuz?
Sistemin toplum üzerindeki değiştirici dönüştürücü etkisini düşünecek olursak, bu etki altında kalan toplumun, iktidarı sorgulamadan nasıl kabullendiğini hayretler içinde izliyorum. Toplumun bu  mazoşist tavrı çalışmalarımda problem ettiğim başlıca nedenlerden biridir.

1980 sonları ve 1990 Türkiye'sindeki değişim dönüşümü yaşadım ve  çok iyi hatırlıyorum. Bu dönem Türkiye için kapitalizmin gerçek yüzünü göstermeye başladığı çok kirli bir dönüm noktasıdır. O dönemde çok da fazla yabancılaşmamış, aksine  ayrımcılığın olmadığı, kendi kültürüne ve değerlerine sahip çıkan bir toplum yapısına sahipti Türkiye.  Ne zaman;  Sistem bilinçli olarak özelleştirmeye yöneldi, özel televizyon kanalları ortaya çıktı ve küçük esnaf yerini büyük alışveriş merkezlerine bırakmaya başladı o zaman toplum da yavaş yavaş yabancılaşmaya başladı kendine. O dönemde başlayan iktisadi gerçeklik ise günümüz Türkiye'sini inşa etti ve etmeye devam ediyor. Küçük kentler deki insanlar köylerini, kasabalarını terkederek büyük şehirlere göç etmeye zorlandılar ve daha önce üreterek kazandıkları paranın daha azına çalıştırılmaya mahkum edildiler.  Sistem, robotik bir toplum ortaya çıkarmaya başladı. Kapitalizm böyle emrediyordu... Toplumun elindeki nimetleri sinsice ellerinden alarak (çiftçinin ürettiğini çiftçiye daha ucuza satarak veya onları ihtiyaç sahibi yaparak sistemin hizmetçisine dönüştürmek gibi…) üretimin durmasına neden oldular, tüketen ve sorgulamayan  bir toplum inşa ettiler. 

Bu dönemi yaşayan bir birey olarak çalışmalarımda da iktidarın ortaya çıkartmış olduğu bu sosyolojik problemler benim üretmeme ve bu yabancılaşmayı sorgulamama neden oldu. Sanat bence doğası gereği “karşıtlık yaratan” etkili bir güçtür ve toplumu her zaman bir yerden bir yere fırlatmayı başarır. 

Sivrisinekleriniz neden bu kadar büyük? Oysaki dinozorunuz küçük… 
Doğadaki canlılara biz insanlar hep birer simgesel anlam yüklemişizdir. Bu simgesellikleri de günlük hayatta kullanırız. Sivrisinek sömürücüdür, kan emicidir, dinozor taht simgesidir. Ben de büyük olanı küçültüp, küçük olanları büyütüyorum. Esasında bu simgesellikleri tam anlamıyla “ters yüz” ediyorum. Bazen renkleriyle oynayarak, bozup dağıtarak,  bazen de boyutlarını değiştirerek.


Çalışmalarınızda renk, malzeme ve ortam çeşitliliği dikkat çekiyor. Başka sürprizler var mı?
Öğrencilik yıllarımda başlayan bir süreç aslında... İlk yaptığım heykeller genellikle küçük ve kaide üzerinde sergilediğim çalışmalardan oluşuyordu. İlk sergimi Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde son sınıftayken açmıştım. Mezun olduktan sonra Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde yüksek lisans eğitimime başladım. Aynı dönemde 6 ay kadar Rahmetli Ömer Uluç'a yardım ettim. Ömer Uluç benim için çok değerli, saygı duyduğum, birçok konuda etkilendiğim bir sanatçıdır. Çalışmalarımı enstallasyona dönüştürmem ve rengi kullanmamda büyük etkisi olmuştur. Bu süreç devam ediyor. Bundan sonraki çalışmalarımda daha yeni medyalar kullanmak istiyorum. Nasıl bir meyve zamanla olgunlaşıp yenecek kıvama geliyorsa, sanatçının üretimi de  bu şekilde zamanla olgunlaşır. Aklıma çok yeni fikirler gelse de  o fikri hayata geçirme zamanı geldiğine inanmıyorsam cepte saklayıp daha sonrasına bırakıyorum. Mesela, 2011-2012 yılı için üretmiş olduğum "ötemorfoz" isimli projemin çizimlerini 2005 yılında yapmaya başlamıştım. 


Sanatçı ile  izleyici arasındaki  iletişim nasıl olmalı?  
Sanatçı görsel ya da işitsel anlamda bir  çalışma üretiyorsa ve çalışmasını sergiliyorsa o noktada izleyiciyle ilişkiye girmiştir zaten. Üretmiş olduğu yapıt her neyse, izleyiciyle sanatçı arasında doğrudan bir köprü oluşturur ve alımlama süreci başlar. Diyalog, izleyici>yapıt>sanatçı şeklinde gerçekleşir.

Sanat anlayışında Rönesans’tan bu yana neler değişti?
Rönesans bilindiği üzere 15.yüzyılda başlamıştır. Ortaçağın karanlık geçmişi ile yüzleşen ve aydınlanmanın önünü açan insan odaklı bir reform hareketidir. Daha önceleri loncalarda usta-çırak ilişkisi ile kiliseye üreten sanatçılar, loncalardan çıkarak özgür bir şekilde üretmeye başlamışlardır. Rönesans zaten günümüze kadar gelecek olan bir değişimin başlangıcıydı. Burada tutup da akademik bir bilgi vermekten ziyade şunu söylemek istiyorum. Her yeni buluş daha çok yabancılaşmaya zemin hazırlar.. Her yeni çıkan teknoloji bir öncekini kullanılamaz hale dönüştürür. Bu yüzyıllar önce de böyleydi günümüzde de böyle olmaya devam ediyor. Sanat da bundan fazlasıyla nasibini alıyor. Her yeni oluş, yeni problemler doğurarak, yeni yapıtların, yeni materyallerin ve yeni medyaların ortaya çıkmasına neden oluyor. Dünya yok olana kadar sanatsal üretim hep devam edecek...


Yaşadığınız kent hakkında neler düşünüyorsunuz? Neler yapmak isterdiniz onun için? 
Birçok ülkeyi gezip kamusal alanlarındaki eserleri görme şansım oldu. Mimari açıdan olsun, plastik açıdan olsun maalesef İstanbul'da kaydadeğer çok az  sanatsal çalışma var. Türkiye'de eskiye nazaran çok daha fazla yaratıcı genç sanatçı mezun oluyor sanat fakültelerinden. Hemen hemen hepsi dünya üzerindeki birçok ülkeyi dolaşıyor ve o ülkelerde araştırma yapıyorlar ve görgülerini geliştiriyorlar. Neden bu gençlere üretim kanalları açılmıyor?  Maalesef Türkiye'de özellikle İstanbul'da kamusal alanda bir çalışma yapılacağında bu işi iktidar yandaşları  yapıyor. Bu işi denetleyen hiçbir kurum yok. Olanlar da zaten iktidarın ta kendisi!

2010 yılında İsa Yıldız'ın yazıp yönettiği Memleket Meselesi filminin sanat yönetmenliğini yapmıştım. Filmde tam da bu konu eleştiriliyordu. Filmin karekterlerinden Haceli kasabanın sahiline kaçak bir inşaat yapar ve yaptığı inşaata, seçimlerden sonraya denk geldiği için Belediye tarafından yıkım kararı çıkar. Haceli ise inşaat yıkılmasın diye gidip kasabanın tabelacısına bir Atatürk Heykeli yaptırıp inşaatın önüne diker... Ama başarılı olamaz. Heykel Atatürk'e benzemediği için inşaat yıkılır :))

İstanbul'da, sermaye tarafından özellikle genç sanatçılara yönelik sömürü beni inanılmaz derecede rahatsız ediyor. Genç sanatçılar arasında bir rekabet yaratılıp tüketimin bir parçası haline dönüştürülmeye çalışılıyor. O yüzden biraz uzaktan izlemeyi tercih ediyorum şu sıra.  

www.ibrahimkoc.com

20 Şubat 2012 Pazartesi

Deniz Tunç tasarımlarının herbiri sanat nesnesi...

Deniz Tunç’un Nişantaşı showroom’undayız. Oniki yldır basın danışmanlığını sürdürdüğüm tasarımcıyla röportaj sırası şimdi bende. Masasının üzeri çizimler ve kalemlerle dolu. Tanıdığım kadarıyla Deniz Tunç'u ya masasında çizim yaparken ya da atölyelerde ustalarına çizdiklerini aktarırken bulmak mümkün. Az konuşmayı seven, araştırmacı ve çok üretken bir insan.  Tasarımlarını hayata geçirebilmek için ne kadar kararlı, mükemmelliyetçi ve talepkar olduğu konusunda bütün çalışanları hemfikir.



Hayranı olduğumuz ışıklarınızın bu kadar çok beğenilmesinin nedeni ne?
Işıklarımın ruhları, hikayeleri var. Endüstriyel değiller. Yaşanmışlık duygusu yaratan heykelsi yapıları, ustalıklı el işçiliği ve dokuları sayesinde tasarımlarım birer sanat nesnesi olarak algılanıyorlar. Sevilmeleri bundandır sanıyorum. En azından ben öyle oldukları için seviyorum. 

Ben de! Ellerinize sağlık. En çok ilgi görenler Çintemani ve Saltanat galiba değil mi?
Dediğiniz gibi Çintemani ve Saltanat çok tuttu. Hilal ve Sadabat da…

Taklitlerini yapmaya çalışanlarını görüyorum… 

Evet maalesef…

Sahne Görüntü Sanatı eğitimi aldınız.  Sonra?
Öğrenimimi Mimar Sinan Üniversitesi Sahne Tasarım Bölümü’nde yaptığım için çalışma hayatıma reklam ve sinema filmlerine dekor ve kostüm tasarlayarak, sanat yönetmenliği yaparak başladım. Birkaç yıl sonra moda dünyasını merak ettim. Endüstri ürünleri tasarımı konusunda master yaptım. Moda birkaç markaya koleksiyon  hazırladım. Asıl gönlümde yatan iş, günlük yaşamda insanların içinde olmaktan  hoşlanacağı ortamlar yaratmaktı. 

Sahne dekorunda ışığın öneminden yola çıkarak ışık tasarımının belirleyici olduğu show dünyasına dekorlar hazırladım. Bir süre sonra kendimi  ev, ofis, restoran, otel dekoru yapıyor buldum. Birçok mekan kurguladım. 2000 yılında ışığıyla, eşyaları ve aksesuarlarıyla tasarladığım  herşeyi sergileyebileceğim kendi yerimi açmaya karar verdim. 

Nişantaşı Güzelbahçe Sokak’taki ilk yerimi açtım. Onuncu yılımızda Abdi İpekçi Caddesi’nde bugünkü yerimize taşındık. 

Burası 200 metrekarelik bir showroom ama insan içinde iyi hissediyor. Bunu nasıl başarıyorsunuz? Cevabı sanırım kendinizi «Ambians Danışmanı» olarak tanımlamanızda gizli biraz? 
Kendimi « ambians danışmanı » olarak nitelendiriyorum evet. Mekanı sıcak ya da soğuk, yaşanır kılmak, istenen anlamı yaratmak teknik başarıyla gerçekleşiyor. Birden fazla objenin "birlikteliği ve kendiliğindenliği" ambians danışmanının işidir. Mekana girdiğinizde hissedilen uyum ve oturmuşluk başarıdır. 

Modayı takip ediyor musunuz? Trendler nasıl etkiliyor?
Modadan etkilenmemeye çalışıyorum. Zamana karşı, zamanın ötesinde… dememiz bundan ! Trendleri izliyorum. Değişen tüketici ihtiyaçlarına dikkat etmem gerek tabii. Tasarımlarımlarımın günlük yaşam içine girebilmesi buna bağlı…

Globalleşmeye karşı mısınız? 
Globalleşmenin kendisine değil, yarattığı tekdüzeliğe karşıyım. modern tasarım dünyasına doğulu ruhumun izlerini taşıyacak alternatifler sunmak istiyorum. 

Koleksiyonlarınızın herbirinin ayrı bir hikayesi var. Nasıl ortaya çıkıyorlar? Doğuş serüvenlerini anlatır mısınız?
İlk araştırmalarımı yaparken motiflerin kaynak zenginliği yeni bir yol oluşturmamı sağladı. Tekstilde, taş işçiliğinde, deri Kuran kaplarında, cami minarelerinde kullanılan desenlerden esinlendim. «Neo-Ottoman» ilk koleksiyonumdu. Çok beğenildi. Zamanla stilimi oluşturdu. Geçmişten süzülüp gelen tanıdık formların geometrik ve asimetrik yansımalarını görürsünüz tasarımlarımda. İkinci koleksiyonum «Saltanat Yansımaları» idi. Sehpa, kanape, dolap, koltuk, paravan ve ışıklarımda saray ihtişamını, el işçiliğinin yarattığı sabır ve özeni, zerafeti, güzellik ve zenginliği vurgulamaya çalıştım. Koleksiyonumun her parçası girdiği mekana mührünü bassın istedim. 

Koleksiyonda « Mühür » isimli bir ışığınız var…
Evet. Mühür, Saltanat, Sadabad, Şehzade, Şems, Çintemani isimli ışıklar bu koleksiyondan çıktı. Sonraki koleksiyonların adı «Sarmal Fetih» ve «İstanbul » du. «Asimetrik Simetri»ise ilk kez Dubai’de Index 2010 Interior Design Fuarı’nda sergilendi. Bu koleksiyonun ana hatlarını simetrik düzende üst üste kaydırılan formlar oluşturuyor. Simetrinin asimetriye dönüştürülmesiyle görsel bir  sarsıntı yaratmaya çalıştım. Önceki koleksiyonlarımdan daha sade ve minimal, ama hareketli bir yapısı olan  ürünler çıktı ortaya.

"3.Boyutla Raks" son koleksiyonunuz… Modern, yalın ve kültürel ihtişam çok tanıdık. Daha çok sehpa çalışmışsınız. Geometrik ve asimetrik formlar yoğun.
Pirinç, cam, ahşap gibi pek çok farklı malzemeyi aynı anda kullandığım bu koleksiyonda desenleri deforme ederek, sofistike doku ve formlar yaratarak çok sesliliği yakalamaya çalıştım. Oryantalist desenleri doku ve form olarak algılayıp onlarla optik anlamda oynadım. Zoom yaparak yeni bir üçüncü boyut algısı yarattım. 

Hangi malzemeleri kullanıyorsunuz?
Işıktan paravana, kanapeden dresuara, sehpadan aynaya birçok dekoratif eşya ve aksesuarda kullandığım ana malzeme metal, pleksi, ahşap, deri ve kumaştır. Özellikle metali seviyorum. Metalin soğukluğunu ısıtmak benim işim.


Eski motifleri modern tasarımlara nasıl  dönüştürüyorsunuz?
Seri üretimin soğukluğundan sıyrılıp, eski desenleri günümüze taşımak, unutulmuş tekniklerle yeniden hayat vermek, kültürümüzün kırılmış aynalarına yeni görüntüler aksettirmek istiyordum. Çok bilindik formları yeni bir tatda yorumlayıp heykelsi ışıklara ya da mobilyalara dönüştürmekten büyük keyif alır oldum. Motifleri grafik olarak parçalara bölüp zoom’layıp yeniden tasarlıyorum. Ürünlere baktığınızda doğrudan Osmanlı’yı ya da Selçuklu’yu algılamıyorsunuz ama oryantalist  tadı alıyorsunuz.


Tasarım ne demek sizce?
Tasarım yeni alternatifler sunabilmektir. Yeni bir kapı açabilmek, yeni bir hikaye yazabilmektir.

Tasarımlarınızı yönlendiren unsurlar, doğru tasarım formülünüz nedir?
Sahne Tasarımı eğitimi aldığımdan olsa gerek, mekanlara teatral yorumlar getirmek, eşyalarda "yaşanmışlık" hissini yakalamaktan hoşlanıyorum. Değişen tüketici eğilimleri, dekorasyon ve tasarım dünyasındaki gelişmelere dikkat ediyorum ama Moda’dan etkilenmemeye çalışıyorum. Doğru tasarımı gerçekleştirme güdüm ve doğru «oranlar» benim formülüm sanırım.

İstanbul dışında hangi dünya şehirlerinde ve nerelerde tasarımlarınız var?
Londra, Kuveyt, Cidde, Cezayir, Astana, Moskova, Riyad, Dubai’de lüks oteller ve konutlarda, yönetim ofisleri, bar ve restoranlarda iç mekan ve ışık tasarımlarım var. Dubai’de Zabeel Saray Oteli’nin ana girişindeki büyük avizeleri, resepsiyon ve koridor aydınlatmaları, Türk Hamamı ve dünyanın en büyüklerinden biri olan Spa’sında yer alan  ışıklar, 400 suit ve VIP odalarının lambader, yatakbaşı, masa lambası, apliklerden oluşan aydınlatmalarının tasarım-üretim ve montajı bize ait. Londra’da Kazan Restaurant’ın iç mekan tasarımı bana ait.

Aynalar son koleksiyonunuzda çok ihtişamlı bir yer kaplıyorlar. Seviyor musunuz aynaları?
Aynalar derinliğin sembolleri bana göre... Çok severek çizdim. Sarı antik metal çerçevelerinde parçalanmış ve üst üste konmuş desenleri de kullandım, klasik formları da..

Dizayn etmeyi hayal ettiğiniz özel  bir mekan var mı?
Teatral tasarımlar gerçekleştirmekten hoşlanıyorum. İnsanların zevk ve keyifle yaşadığı her türlü mekanı tasarlamak isterim.

Bir ışığınızın adı İstanbul. İstanbul’da favori mekanınız neresi?
Galata. Cami, kilise ve sinagogları, hamam ve çeşmeleri, ticari yapıları, kamu binaları ve konutlarıyla İstanbul'un eski kültürel mirasını en güzel yansıtan en iyi korunmuş semt bence. Adının anlamı da "denize giden yol" olunca beni çekiyor doğal olarak.... 

İstanbul'un nesini seviyorsunuz, nesini sevmiyorsunuz diye sorsam? 
Farklı kültürlerin ve çeşitliliğin birarada olmasının neredeyse simgesi İstanbul. Onu zenginleştiren karmaşıklığını seviyorum. Griliğini, ortasından geçen Boğazın renklerini seviyorum. Ama estetiğini, tarihsel dokusunu, gizemini bozan karışıklığı sevmiyorum. 

‎"Gerekli olmayan" kültür ve tabiat varlıkları satılabilirmiş!

Arkaik, gereksiz binalar, "istasyonlar", eski eski ve "işlevsiz" durunca "otel" olmayınca; bir ... para etmeyen yerler değil mi? Tıpkı sunaklar, lahitler gibi gereksiz taş yığınları gibi, bizden olmayan eski ucube şeyler gibi...

"Gerekli olmayan" nasıl bir terminolojidir? Özel müzeleri kesinlikle destekliyorum ben de, ama bu o değil. Bu Osmanlı'nın vakti zamanında hediye ettiği hatta barter yaptığı eserleri anımsatıyor bana ve tabii ki "Antikacı" adı altındaki hırsızları...


Korunması Gerekli Taşınır Kültür Ve Tabiat Varlıklarının Tasnifi, Tescili ve Müzelere Alınmaları Hakkında Yönetmelik’in 19 Ocak 2012 tarihinde değişen 10. maddesinin 4 ve 5. bentlerinde müzelere alınması “gerekli olmayan” kültür ve tabiat varlıklarının DEVLETÇE özel müze ve/veya koleksiyonerlere satılabileceğini söylemektedir.

Kültür ve tabiat varlıkları bütün insanlığın ortak mirasıdır. Bunların devlet eliyle satılması kabul edilemez birçok hataya neden olacaktır. Bu değişikliğin iptal edilmesini, devlet eliyle konunması gerekli kültür ve tabiat varlıklarının satılmamasını talep ediyoruz.

Lütfen buradan imzanızla destek olun.

Aşağıdaki bölüm Resmi Gazete’den alıntıdır.

Korunması Gerekli Taşınır Kültür ve Tabiat Varlıklarının Tasnifi, Tescili ve Müzelere Alınmaları Hakkında Yönetmelik – Tasnif ve tescile tabi olup müzelere alınmasına gerek görülmeyen kültür ve tabiat varlıkları ile etütlük nitelikli kültür ve tabiat varlıkları

MADDE 10 –(Değişik 19/01/2012 tarih, 28178 Sayılı R.G)

(4) Müzeye getirilen ve bir yıl içinde sahiplerince geri alınmayan varlıklar müzelerde korunabilir, durumlarına uygun olarak kayıt altına alınabilir veya usulüne uygun olarak Devletçe satılabilir.

(5) Değerlendirme komisyonu tarafından müzeye alınmasına gerek duyulmayan tescile tabi taşınır kültür ve tabiat varlıkları, envanter bilgileri çıkartılarak müze emanetinde alıkonulur. Bu şekilde değerlendirilen taşınır kültür ve tabiat varlıkları ile komisyon tarafından etütlük eser olarak tasnif edilen ve müzeye alınmasına gerek görülmeyen taşınır varlıkların Bakanlık denetimindeki özel müze veya koleksiyoncuların envanterlerine kaydedilmek üzere satışına izin verilir. Bir yıl içerisinde özel müzelere veya koleksiyonculara devri gerçekleşmeyen bu taşınır kültür ve tabiat varlıkları durumlarına uygun olarak müzelerde kayıt altına alınır.

19 Şubat 2012 Pazar

Weekend

Bugün !f istanbul 2012'nin benim için üçüncü filmini izledim: Weekend 


Kalbiniz çarpıyorsa, Andrew Haigh'in yönetmenliğindeki 2011 yapımı bu filmden etkilenirsiniz. Naif, incelikli, yalnızlığın ağırlığı, dostluğun bütünlüğü duygusal bir kavrayışla işleniyor. Yol arkadaşınızı bulmanın sevinci, derdini anladığını bildiğin birine anlatmanın hafifliği, hayatta mutlu olunan anların çoğalması, gözlerinde gözlerini görmenin, bakmanın - görmenin - hissetmenin - düşünmenin gerçekliği...



 Bu sefer kahramanlarımız iki erkek yani film bir gay ilişkiyi gözler önüne seriyor. Sererken de, bunu muhallebi kıvamında yapıyor, hafifçe, çaktırmadan, yumuşacık... Siz olan bitene odaklanmışken öyle şeyler konuşuluyor ki, derinden etkiliyor. Bir haftasonuna  neler sığdırılmaz ki...


1995 yapımı Before Sunrise'i bilirsiniz. Erkek ve kadın şans eseri tanışır ve aşkla büyük bir diyalog patlaması yaşarlar, bize de izlemek ve hatta imrenmek düşer. Filmi izlerken bir an oradaki diyaloglar geldi aklıma, hayat, aşk, gelecek, dünya hakkında kahramanlarımız konuşur, tartışır, paylaşırdı. Weekend'de de aynı diyalog koşturması, aynı kaçan zamanı yakala telaşesi hakim. Seviyorum böyle iki ana karakterli, keyifli diyaloglu filmleri. Hele de her iki filmde olduğu gibi oyuncular da iyiyse, keyif tavan yapıyor.


Filmde straight dünyaya göndermeler elbetteki hakim: Nothing Hill filminin romantik karelerine, herkesin evlenmesi - çocuk yapmasının istenmesinden, sokaktaki tabulara kadar. Film öyle vuruyor ki inceden, söylemek istediğini zaten yumruk gibi çakıyor herkese. "Sevmek" dediğimiz kelimenin tam da içini doldura doldura yapıyor. Tüm homofobik insanlara güçlü bir anlatımla tokat atıyor, filmin baş kahramanı Russell'ın son dakikalarda bir bakışı var ki, "tabu"yu yüzünde tam manasında izleyicilere gösteriyor.

Filmin aldığı ödülleri ve tüm kastı buradan görebilir, filmin trailerini alta izleyebilir ve filmin müziklerinden final şarkısı "I wanna go to Marz"ı en altta dinleyebilirsiz.

Unuttuğum bir şey var mı? derken, bir babanın oğlunun gay olduğunu öğrendiğinde -hayal bu ya- söylediği bu cümleyle yazıyı sonlandırayım:

"Oğlum, seni ne olursan ol seviyorum. Sen uzaya giden ilk astronot dahi olsan ben seni yine böyle severdim."


18 Şubat 2012 Cumartesi

Bugün Sana Uzaktan Baktım Haydarpaşa

Bugünün en yalnız, en hüzünlü anı: Haydarpaşa yalnız ve martılar çığlık çığlığa...



PAKAW! İstanbul'da!

Dün gece Yunan, Türk, Japon, Fransız, İngiliz kadından oluşan Pakaw grubunun müzikleriyle dans ettik. Grup aslında İngiltere'de ikamet ediyor, İstanbul'da dün gece ilk konserlerini verdiler. Bugün de müzikleriyle ruhlarımızı şenlendirmeye devam ediyorlar. Buyrun burada bilgiler var..

Grubun biriciği Duygu, eski sahne arkadaşım; AKM'nin suskunluğunu gördükçe hatıralarıma daldığım zamanların güzel dostu! Orkestra oyununda Auschwitz Toplama Kampı'nda başlayan dostluk, Kuva-i Milliye dönemleri - Kurtluş Savaşı zamanlarına kadar gider! :) Sahnedaşım, bölümdaşım, iyi ki varsın be!


Grubun müziklerine gelelim derseniz; bizim coğrafyalardan, Rum ezgileri, Balkanlar, kah Klezmer, İstanbul'un saf zamanları, Karadeniz tınıları... Geleneksel müziklerin kadınların dillerinde ve ellerinde nasıl da barışçıl, aslında köklerinde hüzün ve acı olsa da umutla seslendirildiğinin kanıtı! Dinleyin, takip edin, müzikleriyle güzel bir yolculuğa çıkın! Yolculuk biletiniz burada...


Duygu Çamurcuoğlu (percussion, vocals)
Jeremy Halliwell (guitar)
Muzmee (violin)
Paressa Daniilidou (accordion, vocals)
Patricia de Mayo (oud, bass, percussion, vocals)

16 Şubat 2012 Perşembe

Kids Stories

Bugün !f Film Festivali'nin ilk gününde ve 12:00 olan ilk seansında açılışı yaptık efendim. Filmimiz Kids Stories, isminden anlaşılacağı gibi hikayemizin kahramanları da çocuklardı. Ama ne çocuklar: Kabir, Arujan, Altimbek, Dosunjan ve diğerleri...


Film, Hindistan ve Kazakistan olmak üzere iki coğrafyada çekilmiş. Coğrafyaların kattığı özellikler iki bölümde de  farklılık gösterse de, çocuklar söz konusu olunca dünya harika bir muhteşem bir yer! Filmde öyle kareler var ki anlatmak istediğim, hangisinden başlayayım bilmiyorum. Aslında hep dediğim gibi izlemeyenlere spoil etmek istemediğimden başlamadan bitireyim en iyisi. Sinema mevzu bahis olunca bilirsiniz bu klavye fena depar atar. :)

Coğrafyalar, çocuklar, Asya, hayaller, aşklar, umutlar, yalnızlıklar, nineler, kayboluşlar, hınzırlıklar, atlıkarınca, korku tüneli, uçurtma, 9-10 yaşında bir çocuğun büyük binaya -Eyfel- aşkla görme isteği üzerine uçak bileti alma girişimleri, diyaloglar, anneler, gökyüzü, iştahla yenen domates, sütlü çay -Hindistan'da  İngiliz sömürge hareketinden yüklüce nasibini aldığından sütlü içiyorlar çayı.- ve niceleri...

Filmin yönetmeni Siegfried, Fransız bir arkadaş. Serde hippilik var bu belli, çokça gezenti de kendisi.Kasım ayı sonunda Roma Film Festivali'nde ilk kez görücüye çıkan bu filmini izlemekten keyif aldım. İzlediğim ilk filmiydi. Film sonrası sohbeti de pek bir keyifli geçti. Pek tabii "gösteriş meraklısı" ablaların soruları da epey güldürdü beni: "Orjini neresi acaba, İngilizcesi biraz Hindistanlılar 'a benziyor da. Yani ben Kalküta'dayken böyle de öyle..." (Kadın, anladık Hindistan'ı tavaf ettin! Ama bundan bizea ne? Tavaf ettin de karşımdaki adamın İngilizcesinin Frankofon olduğunu ben bile anlarım; o tonlamalar, o yazıldığı gibi okunuşlar, o nidalar kimde olur?)

Sorulardan devam edecek olursak, filmin çekim hikayelerinden gidildi. Zor olmadı mı, bunca kalabalık yerlerde çekimler vs. En güzel sorular da tiyatroda pek sevdiğim oyunculardan Yıldıray Şahinler'den geldi, bunu da buradan söylemeyi önemli görüyorum. :)

Siegfried, içtenlikle soruları yanıtlarken şunlar kaldı onun anlattıklarımdan aklımda: "Bir ya da birkaç hikaye vardır, bir coğrafyada çekilecektir. Her şey kafada biter, iyi bir gözlemci olman ve her şeyi görebilmen, ayrıntıları tutabilmen önemli. Ben öyle bir yıl senaryo yazayım, oyuncuların saçları şu renk olsun tadında "büyük bir yönetmen" değilim. Bu yıl şu filmi çekeceğim, şu zaman X senaryomu yazayım diye bir öngörüm yok, düşünceler gelir ve hızlıca çekilir. Yumuşak bir çizgi olması lazım böyle kalabalık coğrafyalarda film çekiminin. Zorlu yanları çok, oyuncuların neredeyse hepsi halktan. Bir çekime başlarken çevrenizde 10 kişi varken bir anda 500 kişiye çıkabiliyor bu, süreçi ayarlamalı ve dikkatlice - yumuşak bir şekilde yolu çizmeniz lazım. Yoksa filmi çekemezsiniz. Bu filmde daha çocuk oynayacağını anlamamışken, senaryo gereği okulda müdürün odasına gönderdik, burada annesi aranacaktı, çocuk gerçekten de annesini arıyoruz zannetti...."


İşte böyle "gerçek dünya"dan 90 dakika izletti bana Siegfried... Dünyanın çocuk gözünden çıplaklığıyla anlatıldığı film, yer yer yetişkin olarak utandığınız, yer yer o yaşlardaki coşkunuza özlem duyduğunuz, coğrafya, kültür, dil, sosyal psikoloji, antropoloji, mimari ne isterseniz bol bol mahsül alabileceğiniz  belgesel bir film olmuş diyebilirim. Saf, çarpıcı ve net!

Herkes yapar mı bilmem ama; Filmleri izledikten sonra, kendime de çeviririm kamerayı. Hani herkes filmden kendi nasibini alır ya, o hesap...  Kendi adıma "Hala bende de iş var be!" dedirtti film. ;) "Çocukça" coşkum, merakım, muzipliğim, danslarım ve tüm abukluklarımla çocukların dünyasında bana da yerim bakiymiş. Siegfried'i de fena takibe aldığımı bildirmekten gurur duyarım bu bapta efenim.

Filminiz bol olsun, yoksa da ısrarla isteyiniz.;)