28 Eylül 2014 Pazar

Cem Şen: "Eğer bir öğreti, özünü bir parçacık bile yitirmeden her koşula uyum sağlayabiliyorsa o zaman gerçek bir öğreti demektir."


İnsan unutur. Verdiği sözleri unutur. 
İnsan unutur. Bir zamanlar ne hissettiğini unutur. 
İnsan unutur. Bir zamanlar ne çektiğini unutur. 
İnsan unutur. Çabasının işe yaramadığını unutur. 
İnsan unutur. Tüm sevdiklerinin ve kendisinin öleceğini unutur. 
İnsan unutur. Önemli kabul ettiği şeylerin büyük bir kısmının önemli olmadığını unutur.
Aynı hataları defalarca yapar; çünkü unutur.
Minnet duymaz; çünkü geçmişte kim olduğunu unutur.
Paylaşmaz; çünkü paylaştığında mutlu olduğunu unutur.
Öfkelenir; çünkü öfkelendiğinde acı çektiğini unutur.
Arzularının pençesine düşer; çünkü arzuları asla tatmin edemediğini unutur.
Başkalarını zor duruma düşürür; çünkü başkalarını zor durumdan kurtardığında sevinçle dolduğunu unutur.
Endişelenir; çünkü geleceği kontrol edemeyeceğini unutur.
Pişmanlıklarla ve suçlulukla yaşar; çünkü geçmişi değiştiremeyeceğini unutur.
Tembellikle yaşar; çünkü en değerli deneyimlerin biz onları beklemezken geldiğini unutur.
Hazırlık yapar; çünkü olanın bizi daima hazırlıksız yakalayacağını unutur.
Hayaller kurar; çünkü olanın daima hayal ettiğimizden farklı olacağını unutur.
Başkalarının iyi işlerini kötüler; çünkü kendini yüceltmenin yolunun başkasının hatasına vurgu yapmak değil kendini geliştirmek olduğunu unutur.
Somurtur; çünkü gülümsemenin bulaşıcı bir iyilik olduğunu unutur.
Açgözlülük yapar; çünkü cesaretin en değerli yatırım olduğunu unutur.
Zamanını boş yere harcar; çünkü bu değerli hayatın kısacık olduğunu unutur.
Başarı elde etmek, alkış almak için kendini türlü acıların, türlü erdemsizliklerin kucağına atar; çünkü her şeyin geçici olduğunu unutur.
Suçlar; çünkü eylemlerin özgür olmadığını, koşullarca belirlendiğini unutur.
Böbürlenir; çünkü başarının kendi ürünü olmadığını unutur.
Kendisiyle konuşur; çünkü gerçeği duyabilmek için susması gerektiğini unutur.
Dinlemeyi unutur; çünkü anlaşılabilmenin tek yolunun anlamak olduğunu unutur
Kısacası insan unutur.

******

Yukarıdaki satırlarını okuduktan sonra kendisine ulaştım... Değerli Cem Şen ile sohbetin bitirilebileceğini düşünmüyorum.. Sadece birkaç soru..  ve sizi başka sorulara yönelten cevaplar.. 



Uzak Doğu öğretilerinin kendimizi daha iyi hissettirmesinin nedenleri nedir?
Uzakdoğu öğretileri derken hangi öğretiden bahsettiğimizi netleştirmemiz gerekir. Bildiğiniz gibi Doğu ve Uzakdoğu, neredeyse dünya nüfusunun dörtte üçünün yaşadığı bir coğrafya. Sadece Çin, Hindistan, Japonya, Malezya, Tayland ve Endonezya'nın toplamı bile yaklaşık 4 milyar ediyor. Dolayısıyla da Doğu ve Uzakdoğu aslında dünyanın, nüfus ve kültür çeşitliliği açısından merkezi. Uzakdoğu'dan Batı dünyasına aktarılan ana öğretiler Budhizm, Hinduizm/Yoga ve Taoizm.

Samimi olmak gerekirse, herhangi bir öğreti kendimizi iyi hissetmemizi sağlayabilir. Bununla birlikte kendi kültürü ile çatışmalarını tamamlamamış, bununla hesaplaşamamış insanlar ne yazık ki başka kültürlerin öğretilerinde çare arayabiliyorlar. Bu elbette mümkün olamıyor ve bazen insanları bir öğretinin fanatiğine döndürebiliyor. Fanatizm ilk başlarda insanın sahte bir mutluluk hali yaşamasına yardımcı olsa da bir süre sonra bir tür uyuşma ve körleşme ile sonuçlanıyor. Elbette bu, kendi kültürümüzün öğretilerinin de başka kültürün öğretilerinin de aracılığıyla görebileceğimiz bir zarar.

Bu sebeple doğru anlaşılması gerekir ki, öğretiler EĞER "Hakikat"i işaret etmek ve bu Hakikat'e ulaşmak için bir yöntem iseler, iki gerçekten bahsedebiliriz: 1. Her öğretinin aynı şeyi söylemesi gerekir. 2. Öğretiler asla amaç değil yalnızca birer araçtırlar.

Bu durumda, eğer bir öğreti Hakikat'e ulaşmamıza yardımcı oluyorsa, ister Doğu'dan ister Batı'dan gelsin, mutlu olmamızı ve daha bilge bir varoluş durumuna ulaşmamızı sağlayacaktır.
  
Öğretilerinizin ne kadar etkili olduğunu örnek deneyimlerinizle aktarabilir misiniz?
Öğretilerimin ne kadar etkili olduğundan bahsedebilmek için önce onun ne olduğunu anlatmam gerekli sanırım. Ben, yaklaşık 35 yıllık manevi bir kişisel yolculuğun sonucunda, aynı HAKİKAT'i işaret ettiğine inandığım öğretilerin merkezindeki ana öğretiyi, kültür, cinsiyet ve zamanın koşullarından bağımsız bir şekilde öğrenilebilir hale getirmeye çalıştım. Görüşüme göre, bir öğretinin gücü her koşul altında uygulanabilir olmasından gelmektedir. Eğer bir öğreti, özünü bir parçacık bile yitirmeden her koşula uyum sağlayabiliyorsa o zaman gerçek bir öğreti demektir. Bu sebeple Cem Şen Eğitimleri adı altında bir araya getirdiğim öğreti, benim icadım değildir. Ben, evrensel öğretiyi anlamaya çalışıyorum. Öğretmeye çalıştığım tek şey de işte bu evrensel öğreti. Bazı ustalara göre HAKİKAT'i işaret eden öğretiler, her zamanda ve her varoluş boyutunda aynıdır. Evrenin her köşesinde aynı öğreti vardır çünkü HAKİKAT tektir.

Öğrettiklerimin etkisini yalnızca öğrencilerimin gün geçtikçe varsayımlarından kurtulup uyanmaları ve özgürleşmeleri, özgür bir zihine sahip olmalarıyla ölçebilirim. Özgür bir zihin mutlu bir zihindir. Sanırım bu anlamda fena yola almıyoruz. Örneklemeden özellikle uzak duracağım çünkü kimsede beklenti yaratmak istemem.

Bilgeliğe erişmeye çalışanların sayısının artması insanlığı kurtarabilir mi?
İnsanlığın kurtarılması büyük bir hedef. Budha'nın çok sevdiğim bir lafı vardır: "Tüm dünyayı aydınlatmaya çalışmayın; yalnızca bulunduğunuz köşeyi aydınlatın." Bizim yalnızca bulunduğumuz köşeyi aydınlatmaya çalışmamız gerekir.

Elbette bilgeliğe ulaşmaya çalışanların sayısı arttıkça dünya çok daha iyi bir yer olacaktır. Bu tartışma götürmez bir gerçektir. Bunun için 3 temel sorun üzerinde çalışmayı öğrenmemiz gerekiyor. Bunlar: öfke, açgözlülük ve cehalet. Eğer, bu üç tehlike ile başa çıkabilecek bilgeliğe ulaşabilirsek bu durumda insanlık mutlaka bundan büyük fayda görecektir. 

Anlamamız gereken şey şudur: insanlığı kurtaracak şey ile bireysel olarak bizi kurtaracak olan şey aynı şeydir.


Kendimizle ilgili farkındalıkları nasıl artırabiliriz?
Farkındalığı artırmanın yolu, unutmamaktan geçiyor. Neyi unutmamak? İlk olarak şimdiki zamanı. Sonra yaptığımız şeyi. Sonra bedenimizi, duygularımızı ve düşüncelerimizi. Eğer farkında olmayı anımsayabilirsek farkında olabiliriz. O sebeple de ilk adım anımsamak olmalı. 

Kendimize yalan söylemeyi nasıl aşabiliriz?
Kendimize yalan söylediğimizi fark etmeden yalan söylemeyi aşamayız. Yalan söylediğimizin farkında olmalıyız ilk olarak. Yalan söylediğimizi fark edebilmek içinse yalanın bir amaca hizmet ettiğini ama vaadettiği şeyi veremediğini anlamamız gerekir. Her yalan bir vaatle gelir ancak asla vaadini yerine getiremez. Zaten vaadini yerine getirseydi yalan olmazdı. Kendimize kendimiz hakkında söylediğimiz yalanlar, kendimizi gerçekte olduğu haliyle görmemizi engellemektedir. Bu engelleme bizi içinde bulunduğumuz durumdan çıkmaktan engellemekte ve acı çeksek de bir tür uyuşma hali içinde tutmaktadır. O nedenle de yalanlarımızın bize acı verdiğini ve hizmet etmediğinin anlamalıyız ilk olarak ki yalan söylemeyi bırakabilelim. Elbette bunun için de yalanlarımıza inanmayı bırakmalıyız. Bizler yalanlarımızı başkalarını değil kendimizi hayali bir gerçekliğe ikna etmek için söyleriz.Her yalan bir vaatte bulunur. Hiçbir yalan vaadini yerine getiremez. Yalanı bırakmak için ilk olarak yalanımıza inanmayı bırakmak gerekir. Bunun için de yalanın vaadettiği şeyi vermeye muktedir olmadığını anlamalıyız. Bu anlayış farkındalıkla gelecektir. Farkındalık ise yalnınzca doğru soruları sormaya hazır olduğumuzda vardır.

İnsanların birbirleriyle iletişimi neden bu kadar zorlaştı?
İnsanlar arası çatışma her zaman vardı. Hatta bu çatışma ve onun iyileştirilmesi için Pali dilinde, 2500 yıl kadar önce Budha tarafından kullanılan Papancha diye bir terim bile vardır. Papancha, anlam olarak tat katmak, çeşnilemek demektir. Genel olarak gelecek ya da geçmiş ile ilgili kurgularımızı, vesveselerimizi, varsayımlarımızı anlatır. Kişiler arasındaki çatışmanın temelinde karşımızdakini, kendimizi ve çatışmayı doğru şekilde kavrayamamak vardır. Bana bir insan ile arasında çatışma olduğunu söyleyerek gelen her öğrencime aynı tavsiyede bulunurum: eğer anlaşılmadığınızı düşünüyorsanız bilin ki karşınızdakini anlamıyorsunuzdur. Yani, anlaşılmadığınızı düşündüğünüz her zaman mutlaka anlamaya çalışın. İnsanlar eğer dinlemeye ve anlamaya hazır olsalar iletişim o kadar zor olmayacak. Ne yazık ki hepimizin kafasındaki -meli ve -malı'lar, iletişimin önündeki en ciddi engeli oluşturuyorlar.

Yalnızlığı bu kadar çok severek bir başkasıyla yaşam kurmaya çalışmak yaman çelişki değil mi?
İnsanlar yalnız yaşamak için yaratılmış varlıklar değildir. Samimi bir şekilde yalnız kalmak isteyen insan yok denecek kadar azdır. Bir bebeğin bile karnının doyurulması hayatta kalmasına yeterli olmuyor. Sevilmeyen bebeklerin hayatta kalmaları zorlaşıyor. İnsanlar, başka insanlara ihtiyaç duyarlar. O sebeple yalnız olmayı istemek çoğu zaman bir ilişkinin yükünü taşımak istememektir. Daha doğrusu sorumluluğu yük sanmak demektir. Biz insanlar sürekli olarak yetki sahibi olmak ama sorumluluk sahibi olmamak isteriz. Hep birbirleri ile çelişen şeyler ister dururuz. Soruna sebep olan eylemi yapmayı sürdürmek ama soruna sahip olmamak isteriz mesela; evli olmak ama bekar gibi yaşamak... Aydınlanma, uyanma yolunda ilerleyip bağımlılıklarımızı sürdürmek... Yalnız olmak ama ilişkiye sahip olmak da böyle bir şey. Yani işimiz ne yardan ne serden geçmektir. Oysa birinden birini bırakmak durumundayız. Dediğim gibi hayatın üç ciddi sorunu var: açgözlülük, öfke ve cehalet. Bu, açgözlülük sınıfına giriyor.


Sevgi ve şevkat öğretilebilir mi?
Elbette öğrenilebilir ve geliştirilebilir. Bunun yolu aslında çok kolay. Şefkati geliştirmek istiyorsanız anlayış geliştirmelisiniz. Şefkat çoğunlukla acıma duygusu ile karıştırılır oysa acıma değildir. Acıma tehlikeli bir duygudur ve çoğunlukla acıdığımız varlığa bu acıyı yaşatana karşı öfke duygusunu barındırır. Şefkat ise, acının nasıl bir cehaletle yaşandığının acıyı çekenin de acıyı çektirenin de benzer bir cehaletin kurbanı olduğunun anlaşılmasını sağlar. Şefkat iyileştiricidir. Acının niçin yaratıldığının anlaşılması şefkati artırır.

Sevgi ise emek ile ilişkilidir. Bir insana ya da bir şeye harcadığımız emek arttıkça onunla ilgili sevgimiz de artar. Sevginin en ileri formunda ise sevdiğimiz şeyi kendimizden özgürleştirmek vardır.

Din insanları doğru yolda tutmaya yetmiyor.. İnsan kötü bir varlık olmaktan nasıl kurtulur? Kurtulabilir mi?
Eğer varlıklara fırsat verilir ve yeterli şefkat ile temas ettirilirlerse, eğer korkularından kurtulmalarına yardımcı olunabilirse kötü eylemlerden uzaklaşmaya başlıyorlar. İlk olarak şunu anlamamız gerekir ki, kötü insan yoktur yalnızca kötü eylemler vardır. Bir hapishanede bile eğer insanlara kötü olmadıkları sadece kötü bir şey yapmış oldukları anlatılabilirse, hapishaneden çıktıktan sonra tekrar suç işleme ihtimalleri büyük oranda azalıyor. İnsanlar suçlu ya da kötü değildir, sadece cehalet sebebiyle kötü eylemlerde bulunurlar. O sebeple insanlara iyi eylemlerde bulunma ve değişme fırsatı vermeyi asla bırakmamalı, hatta bunun devlet eli ile yapılmasını talep etmeliyiz.

Beden sağlığımızın iç huzurumuzla nasıl bir ilişkisi var?
Yıllar önce, benim için dönüm noktası olan manevi deneyimlerden bir tanesini bir ustam ile sohbet ederken yaşadım. Kaula Lumpur'da usta ile evinin balkonunda, bir çalışma arasında sohbet ederken, ona bir miktar sağlık, anlamlı ilişkiler ve manevi gelişimden daha önemli bir şeyin var olmadığını düşündüğümü söyledim. Bana, "Bedenini sağlıklı hale getirmek istiyorsan ruhuna yatırım yap" dedi. Açıkcası buna şaşırdım. Ben her zaman bedenin iyileştirilmesi için beden üzerinde çalışmanın gerektiğini düşünürdüm. Elbette beden üzerinde çalışmak çok önemli ama uzun yıllar süren öğrenme ve öğretme deneyimlerimin sonucunda şunu samimiyetle söyleyebilirim ki, sağlık beden ile değil bilinç ya da ruh ile ilişkilidir. Bedenin sağlıklı olması zihinsel sağlığımıza katkıda bulunur ama asıl ciddi değişim zihnimizin huzurlu olması ile yaratılır. Kesinlikle bedenin gevşemesi ve canlanması duygularımızın ve zihnimizin huzurlu hale gelmesine yardımcı olacaktır. Bu da zihnimizdeki huzurun artmasının sonucunda bedenimizin çok daha iyi ve huzurlu olmasına yardımcı olacaktır.

Taoizm'de duyguların kaynağının zihnimiz değil duygular olduğuna inanılır. Yıllar süren deneyimlerin ardından size bunun doğru olduğunu söyleyebilirim. Düşünceler zihnimizin ürünleri olsalar da duygular organlarımızla ilişkilidirler. Dolayısıyla organlarımızın ve bedenimizin ılımlı ölçüde sağlıklı olması ile dengeli duygular ve iç huzur arasında bağlantı vardır.

İnsan paranın hükümdarlığına son verebilir mi? Alışveriş yapmayı bırakabilir mi?
Para yalnızca bir araçtır. Özellikle de gözde büyütülen bir araç. Yıllardır içsel gelişim alanında eğitim veren pek çok insan gibi ben de para konusundaki önyargılı yorumlara muhatap olur dururum. Bu röportajda değil ama belki başka bir yazıda bir ara para ile içsel gelişim eğitimleri arasındaki ilişkiyi, özellikle de yanlış anlaşılıp duran ilişkiyi anlatmak istiyorum.

Şimdi sorunuza geri dönecek olursak, gerçekçi olmak gerekirse, şimdilik içinde yaşadığımız dünyada bir takas aracı olarak parayı kullanıyoruz. Elbette gerçekte para diye bir şeyin var olmadığı, sanal bir değer olduğu, paranın tek amacının sürekli değer yitirmek ve bizi durduk yerde fakirleştirerek ana paraya sahip olan büyük güçlerin gücünü daha da artırmak olduğunu vs.. söyleyebiliriz. Bununla birlikte paranın bu gücü bizim açgözlülüğümüz olmadan var olamaz. O nedenle paranın besininin daima bizim açgözlülüğümüz olduğunu anımsamalıyız.

Kişisel olarak hayat boyu en büyük yatırımımı eğitime harcadım. Bugün geriye dönüp baktığımda pek çok insanın mal edinmek için harcadıklarından daha büyük miktarda bir parayı eğitimime ve eğitim gezilerime harcadığımı görüyorum. Bu, benim için para kazanmanın ve para harcamanın en iyi yoluydu. Budha para için 6 öneride bulunur:

1. Doğru şeyden para kazan, kimseye zarar verme.
2. Doğru şeye para harca, kimseye zarar verme.
3. Paranın bir kısmını yaşamak için ayır.
4. Paranın bir kısmını işine yatır.
5. Paranın bir kısmını ilerde ihtiyaç duyabileceğin şeyler için bir kenara ayır.
6. Paranın bir kısmını hayır işlerine ve öğrenmeye ayır.

Benim para konusundaki algım ve önerim de bu. Eğer kendiniz için gerçekten önemli olan şeyi anlayabilirseniz, onun için para harcamak sizin için mutluluk olacaktır. Eğer sizin için gerçekten önemli olan şeye para bulamadığınızı düşünüyorsanız bu da sizin yanılsamanızdır ama bu konu da başka bir sohbete kalsın..



Cem Şen 1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü.

1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı.


Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 

1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 
2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak 
Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.

************

Tüm dünyaya yayılmış ve Chan (Zen), Dzogchen, Gnostisizm, Sufizm, Taoizm gibi farklı adlarla tanınan öğretiler bize, tüm evrende tek öğretinin varolduğundan bahseder. Bu öğreti evrensel yasaların, insan zihninin lisanında anlaşılmasını sağlar. Bu yasalar ise tüm varlıkların “gerçek doğalarını” keşfedip, saf ve mutlak mutluluğa ulaşmalarını sağlayan bir yol haritasıdır. Bu Hakikat ve onun bilgisi, tüm öğretilerin kalbini oluşturmaktadır. Öğretiler bu Hakikat’i taşıyan birer kalıptır.

Cem Şen eğitimlerinde bu amaçla, her öğretinin merkezinde varolan öğreti, Şamanizm, Taoizm, Chan ve Budizm temel alınarak çalışılmaktadır. Evrensel öğreti üç temel üzerinde yükselmektedir. Bu üç temel, hemen her öğretide “Üç Temel Manevi Güç” ya da Üç Hazine (Beden, Nefes/Enerji ve Bilinç) olarak adlandırılmaktadır. 

Cem Şen Eğitimleri’nde Üç Hazine, tarih boyunca ruhsal gelişimin ileri aşamalarına ulaşmış ustalardan kesintisiz bir gelenekle günümüz ustalarına aktarılan 5 aşamalı bir eğitim programı ile çalışılmaktadır.




26 Eylül 2014 Cuma

Babakale'ye göç eden iki metal müzisyen, Özhan Deneç ve Ayşe Saran'dan Babakale şarkısı ve orkinos salatası tarifi..


Özhan Deneç ve Ayşe Saran ile Babakale tatilim sırasında tanıştım.. Metal müzik seven ve metal müzik yapan bu iki genç insanın çok sakin bir deniz kasabasında yaşamayı seçmiş olmaları bu söyleşiyi doğurdu..

Metal Müzik'i diğer türlerden ayıran en önemli özellik nedir?
ÖD- Agresif oluşu. Ben her tür müzik dinlemeyi seven biriyim ama kendim üretirken ancak sert müzik ile deşarj olabiliyorum. Metal Müzik benim için toprak görevini görüyor. Sayesinde gündelik hayatta sakin kalabiliyorum.

Müzik yolculuğunuz nasıl başladı, nasıl ilerlemeyi planlıyorsunuz?
ÖD- 9 yaşında org kursuna giderek başladı. Daha sonra ortaokulda dinlediğim müzikten dolayı gitara merak saldım. 19 yaşından itibaren profesyonel olarak müzisyenlik yapıyorum. Çeşitli sanatçılar ve gruplarla sayısız konsere çıktım. 

Beş stüdyo albümünde prodüktörlük, aranjörlük, bestecilik ve söz yazarlığı yaptım. 

Şu an Ayşe Saran, Murder King ve Özlem Tekin ile birlikte aktif çalışıyorum. İleriye dönük yeni albümler, yan projeler var tabii ki kafamda.

Babakale'ye bir müzik yazsanız nasıl olurdu? 
ÖD- Zaten yazdım..   Ayşe Saran’ın “Babakale” ve  Murder King’in “Dinlediğim Masallar” şarkıları burada, buraya ithafen yazılmış şarkılardır. 

Babakale, yaşamınızda neleri değiştiriyor?
ÖD- Öncelikle siyaseti hayatımızdan çıkarıyor. Kimin ne dediği, tartışmalar, gündem vs. hiç biri ile bi işimiz kalmadı. Sonra İstanbul’un negatif enerjisi yerini huzurla dolduruyor. Ve şehir hayatının, kalabalığın yarattığı o asosyallik, yalnız kalma arzusu ortadan kalkıyor. İnsanlar genelde emeklilik hayatının buralarda geçirileceğini düşünüyor oysa biz burada İstanbul’da olduğumuzdan çok daha fazla sosyal, aktif ve enerjiğiz. Hava, su, oksijen ve yediklerimize değinmiyorum bile!! 

Değinelim.. Mutfakla ilişkiniz iyi görünüyor.. Babakale yerelleriyle bir tarif verir misiniz?
ÖD- Tabii.. Malzemeler:
4 dilim bonfile Orkinos ( ikişer parmak kalınlığında)
1 büyük boy soğan, yarım demet maydonoz
Tuz, karabiber, pul biber
Kekik, sumac, nar Ekşisi
Zeytinyağ, limon

Öncelikle orkinosları derin bir tepsiye dizip, üzerlerine tuz, karabiber (tane olursa daha iyi) ve kekik serpip, bol zeytinyağ koyup en az 1 saat marineye bırakıyoruz. Orkinos çok kuru bir balık olduğu için yağı az koymayın. Bol koyup içine çekmesini bekleyin. Marine kabını eğer buzdolabında bekletecekseniz, balıkları pişirmeden önce en az yarım saat (bence 1 saat) oda ısısında bırakın. Böylece içleri daha kolay pişer. Soğanları piyazlık doğrayın ve maydonuzu ince ince kıyıp derin bir salata kasesine koyun. Üzerine bol sumak, biraz pul biber ve 2 çay kaşığı tuz koyup hafifçe karıştırın.

Orkinosları ızgarada her iki tarafını 4’er dakika pişirin. Daha önce dediğim gibi çok kuru bi balık olduğu için pişirirken ekstra kurutmayın,sulu kalmasına dikkat edin. Pişen balıkları bir kapta biraz tuz ekleyip çatalla didikleyin. Didiklenmiş balığı soğan maydonoz karışımına katın. Üzerine  bol zeytinyağ ve 1 limonun suyunu döküp karıştırın. (Salata ve mezelerinizin daha lezzetli olması için muhakkak ellerinizle karıştırın!)

Karışımı yayvan bir salata tabağına döküp üzerine nar ekşisi gezdirin. Nar ekşisi yerine arzunuza göre içinde rokfor eritilmiş krema, thousand island sos veya soya sos da kullanabilirsiniz. Afiyet olsun…

Harika bir tarif.. Tattığım için biliyorum. Teşekkürler Özhan..
Çok sormak istiyorum: İstanbul'u neden terk ettiniz?
AS- Birimizden birimizin (İstanbul ya da ben) artık bu ilişkiyi bitirmesi gerekiyordu. Zaten iyice yıpratmıştı.. İstanbul artık başkalarına ait. Ben durmadan şikayet ediyordum, o durmadan kalabalıklaşıyor, pisleşiyordu; kabalaşıyor ve rant malzemesi haline getiriliyordu. Boğaz Köprüsü’nden geçerken denize bakıp “oh be!” demeyi bırakalı tam on yıl oldu.. Çok sevdiğim Anadolu yakasının hali hazırda ırzına geçiliyor. İnsanları da iyice manyaklaştı.. Arkadaşlarımız agresif ve huysuz; siyasi anlamda kafalar çok karışık. Ben söz bile yazamaz hale geldim. Ya tüm bunları görür, farkına varır ve kendini kurtarırsın ya da bu kargaşanın içinde yaşamaya mecbur hissedersin kendini..

Sevgilimle dedik ki “bu kadar mutsuzsak neden zorluyoruz?” Sonrasında olaylar hızla gelişti. Bu kararı verdikten sonra da şansımız yaver gitti, pılıyı pırtıyı toplayıp uzadık İstanbul’dan.


Aileniz, arkadaşlarınız ne diyor bu duruma?
AS- Buraya yerleştiğimizi hala birçok arkadaşım bilmiyor ve belki bu röportaj sayesinde öğrenecekler. Gizli tuttuğumuzdan falan değil ama ilan da etmek gelmedi içimizden. Bazen program yapmak için arayıp soran arkadaşlarım oluyor ‘tabi buluşalım bana gelsenize’ diyorum, ‘olur’ diyorlar.. Biraz konuştuktan sonra durumu açıklıyorum.. Yakın dostlarımız sürekli ziyarete geliyorlar, nerede yaşadığımızı merak ediyorlar vs… Hoşumuza da gidiyor tabi, insanın yakın arkadaşlarının ne kadar yakın olduğu daha net ortaya çıkıyor bu gibi durumlarda. Bu söylemimin içinde kesinlikle bir sitem falan yok amman ha…

Babakale'ye yerleşme öykünüzü anlatır mısınız?
AS- Bundan beş yıl evvel Gülpınar’da düzenlenen bir festivalde çalmak üzere yola çıkmıştık bütün ekip. Fakat tam Çanakkale’ye geldiğimizde organizasyonun iptal haberini aldık. Bir kısmımız ‘madem buraya kadar geldik en azından tatil yapmak için Kuzey Ege’ye geçelim’ dedik ve keşif başladı. Sonra yazları hep gelmeye başladık, burada huzurluyduk. Yıllarca Babakale’de ev aradık ama bulamadık. En sonunda 2014 Mayıs ayında; burada otelinde kaldığımız Mustafa Abimiz’in minicik bir evi vardı ama hep kiracı vardı, bize oranın artık müsait olduğunu söyledi, eve girdik baktık ve Temmuz ayında buraya eşyalarımızı getirttik, bu süreç oldukça çetrefilliydi. Temmuz ayı boyunca Babakale’de kaldık. Sonra konser için İstanbul’a döndük, bu sefer İstanbul bizim için ekstra stresli geçti. Zaten kışı da Babakale’de geçirmeye karar vermiştik ve İstanbul’daki evimizi kapatmak için koşuşturmalar başladı, 1 ay içerisinde İstanbul’daki evimizi kapadık, eşyaları depoya koyduk, Össan’ın gitarlarını, bilgisayarlarımızı ve bir iki tane bize ait, beraber satın aldığımız eşyamızı arabanın arkasına yükledik, yeni evimize doğru yola koyulduk. Çok değişik ruh halleri.

Hep burada yaşayabilir misiniz?
AS- Burada sonsuza kadar yaşamayacağız belki ama şu aşamada İstanbul’a dönmeyi düşünmüyoruz. Hiç bir kısıtlamamız; çoluğumuz çocuğumuz, hayvanımız, bizi engelleyen ya da durduran bir şey yok. Birbirimizce varız sadece. Burada çok sevdiğimiz dostlarımız var artık, minimal ve lezzetli bir süreç yaşıyoruz. Benim tek sorumluluğum işim ve ailem. Zaten iş gereği (jingle) İstanbul’a neredeyse iki haftada bir gidiyorum, onu bile keyifle yapıyorum çünkü sonunda buraya döneceğimi biliyorum. Çalıştığım arkadaşlarım da çok değerli, sevdiğim insanlar.. o yüzden ayaklarım geri geri gitmiyor.

Köye göç etmeyi düşünenlere ne söylemek istersiniz?
AS- Herkese tavsiye edemem böyle bir hayatı. En başta gerçekten yerleşmek istedikleri bir yer olmalı, sonra 1-2 ay orada yaşamayı tecrübe etmeli. Ayrıca illa da herkes şehri terk edecek diye bi olay yok, herkes keyfine baksın..

Babakale parçanızı ne zaman, nasıl hayata geçirdiniz?
AS- İkinci albümüm Kavga Başladı’nın repertuarını yaparken, on günlüğüne Össan’la birlikte beste yapmak ve söz yazmak için buraya Babakale’ye geldik. Elimizde akustik gitar ve defterlerimizle kaleye çıkıp bir şeyler karalıyorduk.. ben İstanbul’dayken Babakale için bir şeyler yazmaya başlamıştım zaten.. kalede devam ettirdim, Össan çalmaya başladı ve şarkı ortaya çıktı. Şarkının içinde Babakale geçmiyor ama gerek de yok zaten.

Babakale'nin size, sizin ona...  etkileşimleriniz neler oldu?
AS- Kaybettiğim bazı şeyler vardı. Çok sinirli ve agresif bir insana dönüştüm bu on yıl içinde, kendi iç çatışmalarım gün yüzü görmüyordu, zaten iç çatışma denen şey gün yüzü görür mü o da ayrı konu ama barış ilan edemediğim çok fazla çatışma vardı kendi içimde, aceleciliğim ve sabırsızlığım çok zarar veriyordu. Şu aşamada onları iyileştiriyorum, önemli bir adım bence, çünkü kendinle yüzleşmek ve iyi hissetmek istiyorsun, buna cesaretin var ise, bir şeylerin üzerini kapatmak yerine onları iyileştirme yolunda ilerliyorsun.

Müzik hayatınızdaki değişim ve gelişmeleri aktarır mısınız?
AS- İki tane albümüm var. Tam olarak değişim olmasa bile gelişim var tabi ki. İkinci albümüm ile ilk albümümün arasında yedi yıl var. Dolayısıyla ikinci albümüm benim için duygu anlamında daha güncel; güncel olmasından öte tavırlı bir albüm oldu.. ‘Kavga başladı’. Bundan sonra albüm yapar mıyım? bilemiyorum. Çünkü insanın ömründen gidiyor. Yokluk içinde iyi işler yapmaya çabalıyorsun. Belki buradaki küçük stüdyomuzda şarkılar yapıp, single’lar halinde yoluma devam etmeyi düşünebilirim.


24 Eylül 2014 Çarşamba

Asya'nın en batı ucu Babakale'de komün yaşam kıvamında bir tatil deneyimlemek isteyenlere...




Gezdiğim yerlerin hikayelerini araştırarak gittiğimde gördüğüm şeyler, yaşadığım anlar daha anlamlı hale geliyor.. Babakale'ye gitmeden önce de mitolojiye bir göz atmamak olmazdı.. Kazdağı olarak da bilinen İda Dağı'nın ve Anadolu'nun en batı ucu Lektos Burnu'dur.

Yunan Mitolojisi'nde Lektos Burnu, tanrıça Hera ile uyku tanrısı Hypnos’un İda Dağı’na çıkabilmek için denizden fırladıkları yerdir.. Tanrıça Hera, kocası Zeus’u uyutmayı ve o uykudayken savaşı Akhalar’ın lehine çevirebilmeyi başarabilmek için Hypnos’a güzeller güzeli Pasithea’yı vaad ederek kandırmış ve birlikte denizleri aşarak Lektos Burnu’ndan fırlayarak İda Dağı’na çıkmışlar.

Lektos Burnu, bugünkü Bababurnu.. Hani Mavi Yolculuk'a çıkanların ya da balıkçıların geçerken denize kuru ekmek attıkları yer.. Çok eskilere dayanan bir hikayesi var.

Piri Reis'in "Kitabı-ı Bahriyesi"nden alınmış bir öyküye göre, Osmanlı donanmasında adı "Peksimetyemez Latif Baba" olarak geçen denizci öldüğünde buraya gömülmüş. bu yüzden donanma, ne zaman bu sulardan geçse, uğur getirsin diye türbenin bulunduğu tarafa peksimet atmış. 

Osmanlı gemilerinde Yeniçeri dini önderi olarak tanınan Bektaşi babası Sultan Baba vefat ederek buraya gömülmüş. Denizciler buradan geçerken buraya Baba Burnu ismini takmışlar.

Babakale, rüzgar yüzünden köyün önünde demirlemek zorunda kalan Osmanlı gemilerini korsanların yağmalarından korumak için Padişah III. Ahmet döneminde Vezir Kaptan Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış (1722 – 1729). Dikdörtgen planlı kale yaklaşık 3500 metrekarelik bir alana yayılıyor.. 

Babakale Limanı'ndaki balıkçı barınağının temeli 1679 yılında atılmış, 100 metre kadar taş dolgulu küçük bir liman olarak yaşarken 2009 yılında bugünkü beton limana dönüştürülmüş..  Devasa trolcü tekneler gördüm.. İnşallah 3 mil yasağına uyuyorlardır.. 

Babakale, yamaçlarındaki taş evleri, dar sokakları, limanı ve Osmanlı kalıntıları ile sakin bir belde. Köy halkı balıkçılık ve zeytincilik yapıyor. Babakale eskiden el yapımı  bıçakları ile de ünlüymüş..


Arazi oldukça engebeli.. Köy dışından gelip buraya yerleşmiş çok insan var. köyün büyüklü küçüklü taş evleri taraça taraça denize doğru iniyor..

Geçen hafta bu evlerden birinde konuk edildim. Bülent Özak emekliliğini yaşadığı bu mekanda dostlarını ve dostlarının dostlarını ağırlıyor.. 

Müthiş manzarası, zevkli dekorasyonu ve nefis mutfağı ile Ekim ayı programı şimdiden dolmuş görünüyor.. Bohem ve paylaşımcı tatlı bir hayat yaşıyor, yaşatıyor..

Köydeki genç dostları, müzisyen Özhan Deneç ve Ayşe Saran çifti de onun gibi şehirden göç etmişler Babakale’ye.. Muhabbetleri az ve öz bu güzel gönüllü çift metalci. Onlarla da röportaj yaptım.. 
Özhan eli tatlı bir adam. Her gece bir başka menü sundu bize. Orkinos bonfile, tereyağlı karides, patlıcan közde, ızgara kalamar, roka salatası ve bol sarımsaklı leziz rakı mezeleri… 

Bir akşam Adem Kaptan'ın teknesine (teknesinin adı Rasim Kaptan) balığa davetliydik.. O gün denizden ne çıkmışsa atıldı mangala, oradan da gazete kağıdı kaplı masanın ortasına.. Salata, rakı ve balık, denizin ortasında yazdan kalma bir eylül gecesinde.. lezzetini varın siz tahmin edin..

Sebzeler tarladan, balıklar denizden.. Şahane sağlıklı bir yaşam sizin anlayacağınız.. Bu yüzden Bülent Bey ve takımı Babakale'ye "Ohhkale" diyorlar..
Haksız değiller.. Şehir yaşamının her geçen gün daha da yoğunlaşan telaş ve kirliliği, yapaylık ve karmaşası sıkışmış kalmış içimizde... Köyde her temiz ve sahici nefeste boşalıveriyorlar dışarı..

Denizin berrak sularına kendimi bırakırken, sadece kuşların sesini duyar halde kitap okurken, kalamarın doğal lezzetini damağımda hissederken gerçekten de kendimi sık sık "ohhh" çekerken buluveriyordum.. 

Komün yaşam kıvamında bir köy tatili deneyimlemek istiyorsanız Bülent Bey’e mail atabilir, telefonla arayabilirsiniz.. Her ne kadar mekanının adını "Çatkapı" koymuşsa da şansınızı fazla zorlamayın derim.. catkapibabakale@gmail.com
90.532.4463343


Babakale evlerinin kapılarında renk renk örme ipler var. İp kapı halkasına bağlı ise "evde kimse yok" demekmiş. Gevşek ise "yakınlardayım". Halkaya takılı değilse "evdeyim"... Böyle bir geleneğin hala sürdürülüyor olması gerçek bir köyde olduğunuzun en güzel kanıtı..

22 Eylül 2014 Pazartesi

Filmekimi 2014 Tavsiyeleri

Filmekimi 2014 programı belli oldu. Yine bu yıl, merakla beklenen filmleri ilk kez izleme şansına kavuşuyoruz. Benim Filmekimi 2014 kaçırılmayacak 10 film listemde şeklini aldı, zaman mefhumunu hiçe sayarak kısaca yazıyorum. Dileyen filmlerin ismine bir tıkla Filmekimi sitesine koşabilir.


  1. Boyhood (Konusu, çekim aşamalarıyla yılın en beklenen filmi.)
  2. White God (Cannes - Belirli Bir Bakış ödüllü, ismiyle ve metaforlarıyla merak uyandırıcı.)
  3. Whiplash (Sundance'da ödülü kapan, pek sevdiğim J.K. Simmons'ın harikalar yarattığı söylenen film.)
  4. Leviathan (Bir Andrey Zvyagintsev filmi, filmim ödüllerini saymıyorum bile..)
  5. Mr. Turner (Yönetmen Mike Leigh, İngiliz ressamı Turner'ı da Timothy Spal canlandırıyor.)
  6. Two Days, One Night (Yönetmeni Dardenne Kardeşler’i severiz.)
  7. A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence (Biri absürd mü dedi? Roy Andersson filmi var da izlenmez mi?)
  8. Turist (İsveç sinemasına vurgunsam...)
  9. Jimmy's Hall (Ken Loach bakış açısını severim, hele de içinde dans varsa daha da tutkulu olacağa benzer.)
  10. The Drop (James Gandolfini’nin anısına saygıyla..)


Festivali kaçırırsanız çok üzülmeyin, yıldızlı filmlerin çoğu genelde olduğu gibi vizyon bulacak. Ve evet listemde Dolan'ın filmi Mommy yok :)

19 Eylül 2014 Cuma

Sonbahara Güzelleme

Bildim bileli sonbahar benim mevsimim olmuştur. Okul zilinin çalmasını heyecanla beklemiş küçük kız çocuğuna da bu yakışır zaten. Okulların açılmasının yanı sıra, özlenen okul arkadaşlarıyla tekrar buluşmak, sezonu açacak tiyatrolardan annemin alacağı biletleri beklemek, e tabii mandalinaların da sebze & meyve halinde yerini bulacak olmasının da bu sevinçte payları büyüktü...


Mevsim yine oldu sonbahar, yine içimde o yaşlar kadar olmasa da umutlu sevinç tohumları. Tamam, bunun İtalya tatilinden (İtalya'yı ayrıca yazacağım) yeni dönmemin de etkisi olabilir ama yaprakların bile renginden belli işte sonbaharın güzelliği...

Herkesin mevsimi kendine tabii ama benim sonbaharım; kültür-sanat sezonunun açılması, trekking / kamp rotaları, yeni göreceğim memleketler, Filmekimi filmleri, Bach günleri, okumayı bekleyen kitaplar, yazmak istediğim İstanbul gezentisi yazılarıyla dolu olacak gibi. (Tamam son maddede pek başarılı değilim...)

Uyanışın, hesaplaşmanın, hüznün, yaratıcılığın, başlangıca gebe sonların mevsimine güzellemeler yetmez elbet ama son olarak şiirin de mevsimi sonbahar derim ve sözü sevdiğim şairlere bırakırım.

"...Ben hangi kelimeye açsam ağzımı
Ben hangi kelimeyi nereye koysam
Bir sonbahar konaklar sesimde."

Birhan Keskin


"...Bir sonbahar, bir sabah ve bir yağmur olacak
Toprak ve insan kokularıyla,
Uğultulu bir sarhoşluk içinde, yıllar için
Başımı alıp gideceğim."

Turgut Uyar

15 Eylül 2014 Pazartesi

Musa Güney: "Everybody should be in relation to some sort of an art activity in a way. He should live and share the energy, the emotion and the enthusiasm that he has naturally."

I found him by tracking the textures that he created by paints. We met up with artist Musa Güney in his atelier in an old Pera apartment house. He hosted me within his colours.

Could you tell us about your expedition of progress in your work?
Expedition? Truthfully, when looking back, it was an expedition full of thrill and enthusiasm. We can conclude that it is the emancipation and neutralization of a soul as a result of a self struggle of an impressionistic personality lasting for years… Actually, I realized that it is the parts that create the whole and I fell into a vicious circle. Every part creates the entirety and could transform into another component at the same time. Every paint gives birth to another and it goes on.



How did you  begin painting textures?
This is somewhat related to sense of touch.. Attainment to beauty, to obtain it, is not only related to seeing it.. This circumstance is also related to be able to feel it, to smell, to taste it and to touch it. We can not just see a rose, look and walk through, we also smell it.. I wanted to touch it as well. As descending into detail and concentrate on elements, I felt the texture and touch it.

What are the triggering facts for you, your source of inspiration?
 It can be anything.. I wander in details.. even a meaningless element can trigger the condition. This can be a crack on the edge of the table when sitting and drinking tea around a table in a crowded place or the abraded texture of a wall that was painted over and over.

What is your perspective about the relation between art and happiness?
Making art is a long course full with moments of happiness and enthusiasm, it is about a free sprit determined to his aim. Art is not a business and the artist produce without a profit expectation. This fact gives the art maker an unforgettable weal and delight. I remember that I watch a work that I terminated for hours.

What is your definition for art and artist?
Art is a status and being artist is an attitude. There is no recipe for this. As far as I’m concerned we can call it as a life-style, a sensation, reflection of the inner senses on a plane or an object, even, sometimes getting changed your aspect for this. 

Would you tell us about your favorite artists and their work?
Actually there are really good artists in the past and in the present. I can’t name them. I didn’t hold up any artist as an example in any period of my life. I’m living my own spirituality, struggle and passion..

What is the role of art in human life and what should it be in your opinion?
In my opinion, every human should keep company with a branch of art. He should live the enthusiasm, the feeling and the energy that exists in his nature and should share it.



What would you say about contemporary art?
The disconnecting nature of the modern thought destroys the tradition and this influence the art as well. This is a normal continuum. Art and art work was always shaped within its own conditions and materials.. When compared to previous era, today’s conditions are for sure, exceedingly different.. We take the whole advantage of the modern digital age..  As long as it concerns the aesthetics and the art spirit, there is no problem.. 

What should be the role of education in art?
The essential is to enhance creativity, to improve the esthetic perception, to elevate generations that are able to associate the things differently and that can point out different aspects of one subject. 

Did you do art work with children?
Yes.. I collect children painting for a long time. There is a hidden world in each of them… Last year I had a nice 40 person group. We have passed a wonderful year. It is very pleasant and exciting to share art activity with uncontaminated brains apt to produce. They want, love and feel the paint. We moved away a bit from the usual classical children painting which has always bothered me.. I talked them about the shapes, sizes and interdifferences of the objects found in the nature. They comprehend it.. I did not step in their work then. I was amazed by the unbelievable beauty of their paintings at the end. We hold an exhibition fort his work in the gallery of my dear friends Erdi and Esra Gökağaç - Erva Art -  in Nişantaşı. The families, the children and the artists gathered in the exhibition.. I convey them my endless thanks for their support to the art without any return expectations. t was such a spectacular day. Perhaps these children will not grow up as artists, perhaps just a few of them will.. It makes no odds. There is something I know that they will allways love art..

Would you give us some information about your art work in the Balkan region?
This is one of the subjects that I dote on in the recent years.. We have an historical link to this area and we have lived together for centuries. This has excited me always.. I met a lot of precious artists at the international workshops. We had intimate friendships in time. We hold up a group exhibition with the contributions of Novipazar (Sancak) Fine Arts Faculty. Later on we had organized an exhibition in Skopje with 25 Turkish and 25 Macedonian artists. This exhibition turned into a long-running organization and was displayed in 10 different galleries all the year round. It still goes on.
We had also organized an exhibition called Expo Diaspora 2014 Bocholt sponsored by a museum and Bocholt Municipality in Germany with the contributions of artists from 20 European country, United States, Cuba, Syria, Japan and 5 artists from Turkey. That was a lovely opening. This exhibition will move to Kosovo this month. If we can provide support, the Project will be repeated in Turkey. Besides that we had exhibitions with artists from Kosovo and Macedonia in Turkey. They joined to TÜYAP Art Fair.. We have many projects for 2015 as well.



Making art and make a living with art is difficult in our country.. How did you cope with it?
The artists are exposed to difficulties and troubles evermore. Religious, political or economical oppressions can be in question. The art has overcome these difficulties successfully. I believe that our country will overcome the hassle as well. It is a long and hard way..  This is a struggle to survive which needs setting one’s heart and mind on. A beautiful and noble expedition that is dragged along feelings, excitement and passion and which lacks any return expectations…

How can we make art familiar with the society?
By meeting the artist with the community! We are accused in this case also. We become introverted.. We should approach and get in touch to the art-lover. I felt this for the first time in one of my exhibitions in a cultural center in Anatolia. I saw it in the eyes of an old  lady who has just arrived from a public bazaar with her hands full of sacks and stared in front of an abstract painting for minutes ..

What did you see in the eyes of the old lady?
She approached to the painting, she touched it and said ‘’ This is very beautiful my son’’. Who knows? Perhaps it was a remembering from an abrased painting of her village house gate or an abrased detail from the over and over painted garden wall. What is important was that she touched and felt the painting and she wanted to communicate with the painting.. This states the connection between an art object and the spectator..

I attach importance to Anatolian people. Their handwoven quilts, kilims, patchworks… The compositions, abstractions, disintegration and the colour balances in their work.. Products of a neat and unpolluted aesthetic perception. Sense of beauty, aesthetic perception exists in all human. It is the expression of methods and the materials that differ.

What does Istanbul mean to you?
This is somewhat related to the social class you live in.. I have communication with almost all social groups.. A lengthy subject.. Good and bad, beautiful and ugly in short.

I’m asking about your Istanbul..
I’ve seen many countries.. cities, towns.. places which impress me a lot with their natural beauty. However İstanbul has a particular atmosphere. It is a multicultural extraordinary city with its great historical background and particular geography. Sometimes I walked through Çemberlitaş, Sultanahmet, Ayasofya, Topkapı, Gülhane, Eminönü,.. to Karaköy and Beşiktaş.. Even, recently I made my Balcanian friends walk along this course for hours. They got tired a lot, but the happy expression in their faces was reflecting the beautiful face of İstanbul already..
Speaking of living in İstanbul.. this is another thing. There are still many people living on the Anatolian side of tis city and not yet see the European side. For some people İstanbul doesn’t mean more than working hopelessly and taking a bread to home at the end of the day. This is an economical and social problem.. However we are loosing this space helplessly: the capital of many civilizations, a city that has such an high energy and beauty. We are not even able to react this under the domination of the capital.

It does no longer make a sense the smell of the grilled fish or the boats on water in Karaköy because of this meaningless bridge builded right there. We are loosing the sillhouette of the city. This is a very pathetic condition.  Afterall, with its good and bad sides, beauty and ugliness, it is my İstanbul and I love it.

Do you have a dream project for İstanbul?
I have many projects. I will carry out when conditions are suitable. There are many derelict buildings or factories in İstanbul. I want these properties to assigned to art makers and make live these spaces with art.
This can be an important step to make meet the people with art. Imagine.. somebody who is unfamiliar with art meets an artist painting or sculpting in the garden of the abandoned building that he was passing by everyday. Maybe he will stay unreactive at the beginning but he will be charmed by the attraction of art in time and this experience will allow him to become acquainted by art.
I actually  realize this on the street where I’m living. Sometimes I perform my painting in the open air. The people are coming along, watching, asking questions. Probably, at least they might be thinking that: ‘’ Look, he is one of us.. he is an artist and is sharing the same space with us..’’

The community is not accustomed to artists yet, they can see us as strange people with marginal thought belonging to another world… this project can make them more familiar with art makers.

14 Eylül 2014 Pazar

Musa Güney: "Her insan bir şekilde sanatın bir dalıyla ilişki içinde olmalıdır. Doğasında var olan enerjiyi, coşkuyu, duyguyu yaşamalı ve paylaşmalıdır.

Boyalarla yarattığı dokuların peşinden gidip buldum onu..  Ressam Musa Güney ile Tepebaşı'ndaki eski bir Pera Apartmanı'ndaki atölyesinde buluştuk. Renkleri arasında konuk etti beni. 

Çalışmalarınızın gelişim serüvenini anlatır mısınız?
Serüven... Gerçekten geriye dönüp bakınca heyecan dolu coşku dolu bir serüven. Yıllardır süregelen izlenimci benliğimin kendi ile mücadelesi sonucunda bir ruhun hem özgürlüğüne hem de tarafsızlığına kavuşması diyebiliriz... Aslında bütünü anlamlı kılan, onu var edenin parçalar olduğunu fark ettim ve bir sarmala girdim. Her parçanın bir bütünü oluşturduğu gibi aynı zamanda da başka bir parçaya dönüşüyor olması...Her bir resim kendi içinde başka resmi doğurdu ve devam ediyor.

Dokuları resmetmeye nasıl başladınız?
Bu biraz dokunma hissi ile ilgili.. Güzele ulaşma, onu elde etme, sadece onu görmeyle ilgili değil.. onu duymayla, kokusunu tadını almayla ve ona dokunmayla ilgili bir durum. Bir gülü görüp sadece bakıp geçemeyiz, onu koklarız da.. Ben dokunmak istedim. Detaya indikçe, parçalara yoğunlaştıkça dokuyu hissettim ve ona dokundum..


Sizi tetikleyen unsurlar, ilham kaynaklarınız nelerdir?
Her şey olabilir bu.. İzlenimci bir ruhum var. Detaylarda gezerim.. anlamsız bir parça bile bu durumu tetikleyebilir. Kalabalık bir ortamda masada oturup çay içerken masanın kenarındaki çatlak da, defalarca boyanmış, aşınmış bir duvar dokusu da olabilir. Çok geniş bir yelpaze..


Mutluluk ve sanat arasındaki ilişki nedir sizce?
Sanat süreci uzun bir yol ama her anı heyecan ve mutluluk dolu, hiçbir engel tanımadan hedefine doğru giden özgür bir ruhtur. Sanat bir iş alanı değildir ve sanatçı eserini hiçbir çıkar beklemeden üretir. Bu durum sanatçıya unutulmaz bir mutluluk ve haz verir. Biten bir resmime saatlerce baktığımı bilirim.

Sanat ve sanatçı tanımınız nedir?
Sanat bir durum, sanatçı da bir duruştur. Bunun formüle bir açıklaması yoktur. Bence bir yaşam biçimi, hissetme hatta bunun için bazen boyut değiştirme, içsel duyguların bir düzlem ya da bir nesneye yansımasıdır diyebiliriz.

Hayran olduğunuz sanatçılar ve eserleri hakkında neler söylemek istersiniz?
Geçmişte ve günümüzde gerçekten çok iyi sanatçılar var. Size bir isim veremem. Hiçbir dönemimde kendime örnek aldığım bir sanatçı ya da eser olmadı. Kendi ruh dünyamı, mücadelemi, coşkumu yaşıyorum ...


Sanatın insan yaşamındaki yeri nedir, ne olmalıdır sizce?
Bence her insan bir şekilde sanatın bir dalıyla ilişki içinde olmalıdır. Doğasında var olan enerjiyi, coşkuyu, duyguyu yaşamalı ve paylaşmalıdır. 

Günümüz sanatı hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Modern düşüncenin gelenek ve geçmişle bağlarını koparan yapısı sanat eserleri üzerinde de etkisini göstermiştir ve bu normal bir süreçtir. Sanat ve sanat eseri her dönemde kendi şartları ve yaşanmışlıklarıyla, materyalleriyle ortaya çıkmıştır.. Günümüz şartları geçmiş dönemlerle karşılaştırılınca tabii çok daha farklı.. modern ve dijital çağın bütün olanaklarından faydalanılıyor.. İçinde estetik algı ve sanat ruhu olduğu müddetçe hiçbir sorun yok..

Eğitimde sanatın yeri ne olmalı?
Asıl olan eğitim süreci içinde yaratıcı zihne dayalı yeteneklerin güçlendirilmesi , estetik algının geliştirilmesi, bir durum karşısında değişik ilişkilendirmeler yapabilen, farklı açılardan bakabilen nesiller yetiştirebilmektir..

Çocuklarla sanat atölyeleri yaptınız mı?
Evet.. Uzun yıllar çocuk resimleri biriktirdim. Her birinde başka bir dünya var... Geçen yıl kırk kişilik güzel bir gurubum oldu. Bir yıllık muhteşem bir dönem yaşadık. Resmi gerçekten seven, isteyen, hisseden, üretmenin çoşkusunu yaşayan, henüz kirlenmemiş beyinlerle bunu paylaşmak çok güzel ve heyecan verici..yıllardır gördüğüm ve devamlı beni rahatsız eden klasik çocuk resmi anlayışından biraz uzaklaştık.. onlara tabiatta var olan cisimlerin farklılıklarından, eninden boyundan, şekillerinden bahsettim. Kavradılar.. Sonra hiç müdahele etmedim. İnanın o kadar güzel işler çıkardılar ki hayretler içinde kaldım. Onlara Nişantaşı'nda çok değerli dostlarım Erdi Gökağaç ve eşi Esra Hanım'ın galerileri Erva Art'da sergi yaptık. Aileler, sanatçılar, çocuklar açılışta buluştuk.. muhteşem bir gündü. Buradan dostlarıma sonsuz teşekkür ediyorum. Hiçbir karşılık beklemeden sanata verdikleri destek için... Belki bu çocuklar birer sanatçı olmayacaklar, belki içlerinden biri ikisi olur..  Hiç önemi yok. Bildiğim bir şey var ki, her zaman sanatı sevecekler..


Balkanlardaki sanat çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?
Bu son yıllarda üzerine düştüğüm çok önem verdiğim bir konu... Tarihten gelen bir bağlılığımız var Balkanlarla uzun yıllar beraber yaşamışız. Bu bende her zaman heyecan uyandırmıştır...Yıl içerisinde birçok uluslararası workshopa katılırarak değerli sanatçılar ile tanıştım. Bu bölgeden zamanla sıkı dostluklarımız oldu. Projeler geliştirerek ilk etapta Novipazar (Sancak) Güzel Sanatlar Fakültesi’nin katkılarıyla bir karma sergi açtık. Devamında 25 Türk, 25 Makedon sanatçı Üsküp’te bir sergi oluşturduk. Bu sergi 10 farklı galeride bir yıl boyunca sergilenerek uzun soluklu bir organizasyona dönüştü. Hala devam ediyor. 

Almanya’da küratörlüğünü Kosovalı bir sanatçının yaptığı Expo Diaspora 2014 Bocholt adı altında 20 Avrupa ülkesi, Amerika, Küba, Suriye, Japonya ve Türkiye’den beş sanatçı arkadaş, Bocholt Belediyesi’nin ve bir müzenin sponsorluğunda sergi düzenledik. Güzel bir açılış oldu. Sergi bu ay Kosova’ya taşınacak. Gelecek yıl aynı etkinlik bir destek bulabilirsek Türkiye’de olacak. Bunun yanında Türkiye’de, Kosova ve Makedonyalı sanatçılarla sergiler yaptık. Tüyap Sanat Fuarı’na katıldılar.. 2015 için de birçok projemiz var.


Ülkemizde sanat yapmak ve sanatla yaşamak zor.. Siz nasıl başettiniz?
Tarihi sürecinde ve birçok dönemde sanatçılar zorluklarla karşılaşmıştır. Kimi zaman din baskısı, kimi zaman siyasi baskılar, ekonomik sıkıntılar yaşamıştır. Bu süreçten başarıyla çıkmıştır. Ülkemiz de bu süreci aşacaktır buna inanıyorum. Zor ve uzun bir yol.. Bu bir gönül verme, baş koyma, ayakta kalma mücadelesidir. Hiçbir maddi beklenti olmadan, her şeye rağmen duyguların, heyecanın, coşkunun sürüklediği güzel ve asil bir serüven...

Sanat ve toplumumuz arasındaki mesafeyi sizce nasıl kapatabiliriz?
Sanatın ve sanatçının toplumla buluşmasıyla! Burada bizim de suçumuz var. Kendi içimizde tıkanıp kalıyoruz.. sanat severe ulaşmalıyız. Bunu ilk kez Anadolu’da bir kültür merkezinde açtığım bir sergimde hissettim. Halk pazarından yeni dönmüş, elinde poşetlerle soyut bir resmin karşısında dakikalarca dikilip bakan bir yaşlı teyzenin gözlerinde gördüm..


Yaşlı teyzenin gözlerinde ne gördünüz?
Resme yaklaştı, ellleriyle ona dokundu...''Evlat bu resim çok güzel.'' dedi. Kim bilir? Köydeki evinin kapısındaki yıpranan boyayı ya da bahçe duvarındaki üstüste boyanıp aşınmış bir detayı.. Önemli olan resimle iletişime geçme isteği, ona dokunması ve hissetmesi..bu sanat eseri ile izleyici arasındaki kurulan bağı ifade eder..

Anadolu insanını çok önemsiyorum.. Yaptıkları cecimleri, kilimleri, yamalı bohçaları.. Yıllarını verip uğraştıkları dokular, parçalanmalar, kompozisyonlar, soyutlamalar, renk dengeleri,. Kirlenmemiş estetik algılarıyla o kadar soyut işlenmiş ki... Ürettikleri ile yaşamaktalar.. Estetik algı, güzeli görme, hissetme bütün insanlarda var.. dışavurum yontemleri ve gereçleri farklılık gösteriyor..

İstanbul sizin için ne ifade ediyor, beş duyunuzla aktarabilir misiniz?
Bu birazda neresinde hangi katmanında yaşadığınızla ilgili.. Hemen hemen bütün sosyal tabakalarıyla iletişimim var .. Uzun bir konu... Kısacası iyi kötü güzel ve çirkin diyelim.. 

Sizin İstanbul’unuzu soruyorum ben..
Birçok ülke gördüm.. şehirler kasabalar.. doğal güzellikleri beni gerçekten etkileyen yerlerde bulundum.. lakin İstanbul başka bir atmosfer.. Tarihi dokusuyla, coğrafyasıyla, değişik kültürlerin buluşma noktası olmasıyla son derece özel bir yer. Bazen Çemberlitaş'tan başlayarak Sultanahmet, Ayasofya, Topkapı, Gülhane, Eminönü,.. Karaköy ta Beşiktaş'a kadar yürürüm.. hatta yakın zamanda Balkanlar'dan gelen sanatçı dostlarımı aynı güzergahtan yürüttüm saatlerce. Dolmabahçe'de çayımızı içtikten sonra Beyoğlu'na gittik. çok yoruldular ama yüzlerindeki mutlu ifade İstanbul'un güzel yüzünü anlatıyordu zaten .. 

İstanbul'da yaşamaya gelince.. o başka bir durum. Yıllarca Anadolu yakasında yaşayıp hala Avrupa yakasını görmeyen insanlar var. Bir anket yapsak, Adalar'a Kız Kulesi'ne gidenleri, Topkapı Sarayı'nı görenleri saysak.. Sonucunu merak ediyorum... İstanbul yaşam mücadelesi veren bir kısım insan için evine ekmek götürmekten başka bir anlam ifade etmiyor. Bu ekonomik ve sosyal bir sorun.. Bir şekilde çözülebilir ya da aşılabilir bir durum. Ama bu kadar güzel, enerjisi çok yüksek, her noktası tarih kokan, birçok medeniyete başkentlik yapmış bu zengin mekan, göz göre göre elimizden kayıp gidiyor, hiçbir şey yapamıyoruz. Kapitalin hakimiyeti altında sesimizi dahi çıkaramıyoruz.. 

Artık Karaköy'de aldığım balık kokusu ya da sudaki tekneler çok da anlam ifade etmiyor.. karşımda dikili gördüğüm o anlamsız köprü karşısında... yüksek binaların arasından İstanbul silueti çeker olduk. Bu çok acınası bir durum.. Ama her şeye rağmen iyisiyle kötüsüyle çirkiniyle benim İstanbul'um ve onu çok seviyorum..


İstanbul için bir hayal projeniz var mı?
Birçok projem var. Şartlar müsait olduğunda gerçekleştireceğim. İstanbul'da birçok metruk bina, fabrika var.. her an önünüze çıkabilir, bilirsiniz.. Bu mekanların sanatçılara tahsis edilmesini, sanatla hayat bulmasını istiyorum.

Sanatın halkla buluşmasında önemli bir adım olabilir. Düşünün.. sanatla henüz tanışıklığı olmamış biri daha önce önünden her gün geçtiği o metruk binanın bahçesinde bir sanatçının resim ya da yada heykel yapmasına rastlıyor... Belki ilk zamanlar ilgisiz kalacaktır ama zamanla sanatın o çekim gücü onu da kavrayacak, bir göz aşinalığı bile yeterli olacaktır.. Ben bunu yaşadığım mahallede yapıyorum. Bazen resmimi dışarıda açık alanda yapıyorum. İnsanlar geliyorlar, bakıyorlar, sorular soruyorlar .. En azından şöyle diyorlardır: ''Bak içimizden biri.. sanatçı ve bizimle aynı mekanı paylaşıyor..''

Toplum sanatçılara henüz alışık değil, bizleri farklı dünyaları olan, marjinal düşünen yabancı insanlar olarak görebiliyorlar... belki de bu proje aradaki uçurumu bir nebze olsun kapatacaktır..

13 Eylül 2014 Cumartesi

Deniz Tunç Tasarım'ın 2014 Koleksiyonu'nda Organik Çağrışımlar...

Pirinç Kase "Mikado Serisi"
Deniz Tunç Tasarım, 2014’e yeni koleksiyonu ile girdi. Desenlerden arındırılmış, yalın doku ve formlarıyla dikkat çekiyor. Paravan, sehpa, mumluk, kase, dresuvar, lambader, masüstü lambalardan oluşan koleksiyonun yaratım sürecinde tasarımcı, formları üst üste bindirerek algısını deneysel dizilimlere zoom'lamış..

Koleksiyonun cam ve metal ağırlıklı ürünleri, geleceğe dönük yüzleriyle "unique" çağdaş sanat nesneleri algısını yaratıyor. Özellikle ışık tasarımları, yerleştirildikleri mekana özgün karakterleriyle yeni anlamlar kazandırıyorlar..  Sıcak ya da soğuk, çıplak, giyinik, mesafeli, yakın, neşeli, dramatik... 

Mekanın duygusunu mekanın odağına yerleştirilen karakterli, sıra dışı heykelsi formlar çevresindekileri  etki alanlarına almayı ustalıkla başarıyor.




Neo Dizilimler koleksiyonu -adı üstünde- aynı formun yalnızca boyutlarıyla oynayarak, birden fazlasının hepsiyle bambaşka bir form yaratma macerasıyla oluşmaya başlamış. Tekil formlar, yuvarlak iç bükey kaseler, farklı kalınlık ve boyuttaki metal çubuklar ve yorumlanmış yeni formlar arka arkaya sıralandığında üstüste bindirildiğinde ya da içiçe girdiğinde bambaşka oluşumlar yarattılar...


Lambader "Kabuk Serisi"
Deniz Tunç'un Nişantaşı Abdi İpekçi Caddesi'ndeki showroom'una uğrayın bir gün. Tasarımcının birçok eserini görebilir, yakından hissedebilirsiniz. Özellikle sanat odaklı kimliklere yeni bir mekan oluşturacaklarında önce burayı görmelerini öneririm..

Mikado Serisi'nde yeralan kase, Eylül 2014 ürünü. Pirinç çubuklar üzerinde, doğanın bizden hala esirgemediği meyveleri taşımaya hazır kutsal bir kase gibi..

Üç farklı yükseklikte hazırlanan Mikado sehpalar iki farklı renkte el yapımı camlardan ve pirinç ayaklardan oluşuyor.

Sehpa "Mikado Serisi"

Loiez Deniel: "Pour le son, İstanbul c’est un Taksim d’oud sur un maqam rast remixé par Mozart, un set de Vjing hypnotique et obsédant."

Sa rencontre avec "İstanbul" c'est faite de manière fortuite, comme la notre...
Loiez Deniel, photographe voyageur poète...

Pouvez vous nous parler un peu de votre vie aventureuse a la poursuite des photos?
Tout d’abord je voudrais dire que je ne me définis pas comme un photographe et en tout cas pas plus que ces millions de gens qui ont réalisé plus d’un milliard de selfies cette année. Je pense que l’époque n’est plus aux définitions, aux cadres, aux statuts et fonctions qui enferment et stérilisent toute approche un tant soit peu nouvelle. Mais si, pour autant, je devais sigler mon travail je parlerais de poète, poète voyageur.

Artwork - Eminönü
Depuis de nombreuses années je navigue, sans compas ni boussole, entre réalité de faits et territoires virtuels. J’essaye à mon simple niveau et dans l’humilité de ma démarche d’être un hacker de la vie, de la mienne s’entend. Dès lors mon appareil photo devient une clé pour ouvrir les portes de murs invisibles, la photographie est le médium du transport, un ticket low cost vers des ailleurs, des possibles. Ma démarche emprunte au concept de «Dérive » définie par les situationnistes et en particulier Guy Debord dès 1956 (http://fr.wikipedia.org/wiki/Dérive_(philosophie)). J’essaye de me laisser porter par mes propres émotions et ma pensée devient mon itinéraire. Je fais en sorte de libérer mon regard et je shoote à l’instinct. Je sais aussi que chaque fois que je fais une photo c’est mon reflet que je fige.  Je fais de la photographie dans une démarche d’introspection, l’usage est thérapeutique, c’est une forme d’auto-analyse. J’archive mon travail dans une logique inconsciente et je sais qu’à un moment ou un autre il va me falloir reconstituer  le puzzle malgré les milliers de pièces qu’il contient. Cela pourra prendre des formes plus littéraires, plus proche d’un concept d’installation, mais j’avoue que je ne sais pas encore où s’arrête le chemin et puis je ne suis pas pressé d’y arriver . Je n’ai pas de sujet de prédilection, je recherche la fracture, la poésie, l’histoire courte tout autant que l’esthétisme ou la géométrie des formes. Ces dernières semaines je me suis intéressé aux chiens errants  tout comme Orhan Pamuk je pense qu’ils sont les derniers vrais et libres touristes d’İstanbul. Je travaille essentiellement en noir et blanc  et depuis peu avec des couleurs largement désaturées. Dans une approche de photographie documentaire je trouve que la couleur ajoute du bruit inutile et si elle n’est pas signifiante je m’en passe à l’édition. Dans la rue je travaille avec un Fuji X-Pro1 équipé d’un équivalent 35mm. Une caméra, un objectif, un battement de coeur , c’est je crois bien assez pour faire de la photographie de rue.

Portrait - Eminönü

Depuis quand et pourquoi aviez vous choisi vivre (voyager) à İstanbul?
Je suis arrivé de manière fortuite à İstanbul en 2009. A cette époque j’avais entrepris de découvrir en train les capitales européenne. C’était un projet qui s’appelait «Le voyage imaginé» et qui paradoxalement reposait sur l’idée que sans imaginer ni projeter quoi que ce soit, ce que j’allais vivre permettrait tous les itinéraires, tous les possibles, tous les errements poétiques.

Moins de deux heures après mon arrivée à İstanbul j’ai rencontré dans İstiklal un jeune photographe turc qui travaillait avec un Canon Mark II. A cette époque j’étais l’un des premiers français à avoir acheté ce type d’appareil et dans une ville de 20 millions d’habitants  je rencontrais le vraisemblable unique possesseur de ce même appareil. Là encore l’appareil photo fût le sésame pour engager le contact avec İstanbul. Avec Volkan Doğar (http://www.kodacollective.com/photographers/volkan-dogar) puisqu’il s’agissait de lui nous avons arpenté une longue semaine les rues d’İstanbul, puis nous avons décidé de partir pour Van et de rejoindre les montagnes de l’Anatolie du Sud-Est. Ce fût un moment fondateur de ma relation avec İstanbul et de mon désir de mieux connaître et comprendre ce qui faisait la spécificité de cette ville, d’où venait son énergie, sa différence, tout en sentant confusément que quelque chose était entrain de changer profondément ici et que j’avais cette chance de pouvoir en être le témoin direct. Ensuite à chacun de mes voyages à İstanbul mon réseau s’est étoffé. Certaines amitiés se sont dilués dans le fil de la vie, d’autres se sont renforcées. Mais je dois dire qu’aujourd’hui je me sens plus entouré à İstanbul que nulle part ailleurs.
 
Comme une fantôme
Quel est votre définition d"artiste"?
Comme je l’ai dit précédemment je n’aime pas beaucoup les définitions et les restrictions qu’elles engendrent. J’ai le sentiment que tout le monde est un artiste à sa façon. Chacun sculpte sa vie avec les outils dont-il dispose. La matière est l’art et seul le mouvement fait sens de mon point de vue.

Quel est votre définition d"art"?
L’art existe t- il encore ?  Là aussi il s’agit de cadres  et de formatage. Je ne m’intéresse aujourd’hui qu’à ce qui se situe en dehors du cadre. Ce qui est invisible à l’oeil se doit d’être révélé, partagé, remixé à l’infini. L’art est le flux et son tempo. Il inscrit le monde dans une révolution permanente en interrogeant les rapports de force et les fractures du vivre ensemble. Etre ici à İstanbul me permet d’être nulle part et partout à la fois et il faut être nulle part pour parler à ceux qui sont quelque part.

Quel est votre définition de bonheur?
C’est pour moi la capacité de conscientiser le présent, de lui donner sens, profondeur et humanité. Je m’inscris toujours dans le questionnement de la bonté et j’en fais un objectif de carrière. Se sentir bon c’est être proche du bonheur : c’est la « bonne heure »
 
Nourir les oiseaux

Quel sont vos photographes préférés? Les votres et des autres?
J’ai bien sûr un grand respect pour les maîtres de la photographie documentaire, Koudelka, Doisneau, Cartier-Bresson, Ara Güler pour İstanbul évidemment mais je n’ai aucun maître à penser. Je croise tous les jours sur internet des photographes aux talents surprenants et variés. Tout cela m’entoure et, je suppose, influence inconsciemment ma pratique photographique. A İstanbul et dans leur manière de photographier la Turquie je m’incline devant la qualité du travail des photographes de l’agence NAR photos. Actuellement,  je suis aussi avec beaucoup d’intérêt le travail de mon ami Robert Croma (https://www.flickr.com/photos/croma/)

Pourriez vous définir votre İstanbul en cinq sens,  comme  odeur, son,  vue,  gout et touche?
Je crois qu’il faut être un «nez» exceptionnel pour définir l’odeur d’İstanbul. C’est un tel mélange de fragrances, orientales bien sûr mais parfois à mon grand étonnement bien plus occidentales que celles que je peux ressentir en France à quelques milliers de kilomètres à l’ouest d’İstanbul. C’est troublant mais je pense que c’est un parfum de femme.
Pour le son, İstanbul c’est un Taksim d’oud sur un maqam rast remixé par Mozart, un set de Vjing hypnotique et obsédant.
La vue c’est une multiple expositions de «no photos» qui se superposent et s’entrechoquent à l’infini et formant une espèce de magma bruyant dans les couloirs de ma mémoire. Une «no photo» est ce moment précis où l’oeil accroche une scène d’une beauté absolue mais quand par négligence vous n’avez pas emporté avec vous votre caméra ou que par lassitude vous ne vous décidez pas à la sortir de votre sac, alors il ne reste plus qu’à imprimer en mots cette scène sur le film sensible de votre conscience.
Et bien entendu le toucher reste les multiples contacts de l’amitié, des mains qui se serrent, des interminables big hugs, du turkish kiss et des têtes qui se cognent, le temps des rencontres et celui des départs. La codification du mouvement.

Pause cigarette

Y a-t-il un projet dont vous revez pour İstanbul?
Comme déjà au 17 ème siècle les orientalistes voyageurs européens, témoins de la modification architecturale rapide de la ville, regrettaient l’ancienne Constantinople, je cherche encore moi aussi l’İstanbul que j’ai connu il y a seulement 5 ans. Ici comme ailleurs je pense que la gentrification va faire imploser la ville et que le vent de liberté qui a pu souffler sur la Corne d’Or ne sera plus bientôt que la brise marine de la mondialisation et de la standardisation de la consommation. L’arabisation croissante d’Istiklal est assez révélatrice à mon sens de ce que devient aujourd’hui İstanbul. Depuis deux ans je me suis installé à Kadikoy où il reste encore des poches de résistance à cette uniformisation des styles de vie. Mais j’ai un passeport français et je n’ai qu’un rôle d’observateur passif. C’est bien aux stambouliotes d’imaginer leur avenir. Pour autant j’aimerais voir İstanbul s’inscrire dans une démarche volontariste dans le domaine des cultures digitales. Je pense qu’İstanbul a tous les atouts pour devenir l’une des places majeurs de l’art contemporain dans le monde. Aujourd’hui je préside le plus ancien festival International d’art vidéo: Vidéoformes.  Je réfléchis à la manière d’exporter ici le savoir faire et le réseau d’artistes internationaux que nous avons bâti en France.