1 Nisan 2014 Salı

Lokomotif Kültür ve Sanat Derneği, "İç Güç" isimli II.Grup Sergisini, Saint Joseph Lisesi'nde 10 Nisan Perşembe akşamı Kollektif Grubu'nun konseriyle açıyor..

Lokomotif Kültür ve Sanat Derneği, 2008 yılından beri faaliyet gösteriyor. Üyelerinin büyük bir çoğunluğunu Kadıköy Moda'da ve Yeldeğirmeni'nde atölyeleri olan sanatçılar oluşturuyor. Her sene Eylül ayında Burunda Sanat Festivali'ni organize ediyorlar.

Geçen yıl, Saint Joseph Lisesi Sergi Salonu'nda açtıkları ilk grup sergileri "Uyanış Anı" çok ilgi gördü. İkinci grup sergilerini de yine aynı yerde açıyorlar. "İç Güç" adını taşıyan serginin açılış saati 20.00. Öncesinde saat 19.00'da Kollektif İstanbul'un konseri var.  

"İçindeki Yol", Esra Kizir Gökçen,  140 x 120 cm., Tuval üzeri yağlıboya, 2014

"İç Güç”
II. Lokomotif Grup Sergisi
10 Nisan  – 3 Mayıs 2014 
Saint Joseph Lisesi Sergi Salonu 
Moda - Kadıköy

Kerem Ağralı
Taylan Akdağ
Ayşenur Artar 
Justin Eccles
Laurel Eccles
Zafer Erkan
Esra Kizir Gökçen
Evren Gül
Serhat Koçak

İçgüç; insanın dışındaki bütün varlıklarda, onların kendi doğalarına içkin
ve -kendilerinde bütün- bir payda olarak duruyordur ve büyük ihtimalle de bu canlılar, 
deneyimlemiş olsunlar ya da olmasınlar kendi güçlerine hiçbir zaman yabancı kalmamışlardır. 
Yani bir leopar ya da bir çınar, bir afetten ya da 
insanın şerrinden bir şekilde paçayı kurtardığında, o zamana kadar işletmek zorunda kalmadığı bir iç güç karşısında, kendini tanıma ve potansiyelini deneyimleme imkanı bulursa, bu kendine bakışını değiştirir mi bilemiyoruz ama bilinçli varlık olan insanda değişimin gözlenebildiği bir gerçek. 
Bunun için, bin yıllardır -kendini tanıma- insanın değişmez yazgısı ve temel varoluş prensibi 
olarak zorunluluğunu sürdürmekte.. 

Bu sergi, katılan her sanatçının kendi bakış açısından "iç güç" 
temasınından ne anlaşıldığı ve bunun nasıl anlamlandırıldığının çeşitliliği üzerinedir. 
(Metin: Evren Gül) 

"Sen Şarkılarını Söyle", Evren Gül, 80x110 cm, ahşap üzerine karışık teknik... Gezi olayları bu çalışmanın ideolojik arka tasarımını oluşturmamaktadır. Fakat insanlıkla yaşıt ezen ve ezilen ilişkisinde, bir yönetim biçiminin dışsal gücü ile bir halk bünyesinde bu derece büyük bir refleksi işletmesi ve yenilmesi, bir toplumun iç gücünü tanımasına ve korku duvarının aşılmasına yol açmıştır. Tarihte de oluğu gibi bu süreçte de bütün ezilenlerin acıları ve tepkileri büyük eserlerin 
verilmesine, büyük yankıların dalgalanmasına sebep olmuş , toplum ve iktidar ilişkisinde yeni bir boyut aralanmıştır.  
"Sen Şarkılarını Söyle", ismini Cohen kardeşlerin 2014 yapımı aynı adlı filmlerinden almaktadır. Bu filmde de sanatına olan inancından dolayı bulunduğu koşulları her boyutuyla aşmak isteyen bir folk şarkıcısının "içgücü" konu edilmiştir. 
Yaptığı müziğin çok samimi,  çok kendince oluşu onu naif  bir konuma sokmasa da, ticari piyasasanın prensipleriyle de uzlaştırmaz. Böylece aidiyetsiz bir dünyada, ne oralı ne buralı olarak bir yer bulamaz. Bu belki de onun için en uygun olan ve içinde yücelebileceği bir yazgıdır, evrenin telkinidir: Tıpkı polislerin ayağının altındaki gösterici genç gibi... 
Sen şarkılarını söyle...
Laurel Eccles, kağıt üzerine karışık teknik, 30 x 40 cm.

"D", Serhat Koçak, akrilik, 170 x 170cm.

Enis Malik Duran: "Doğanın yüceliği karşısında insana dair olana, sınırlar üzerine söylenecek çok şey var. İnsanın kendi türüne ve diğer canlılara, doğaya dair yarattığı tahribata derinden kaygılanıyorum."

61 x 44 cm, kağıt üzeri yağlıboya, 2014
...Resmedilmeye değer, resim gibi anlamlar taşıyan pitoresk terimi, doğal dünyanın bizi tedirgin eden öğelerini işlemden geçirip yeniden üreten bir yöntemi vurguluyor. Sonuçta oldukça estetik ve metalaşmış bir doğa görünümü çıkıyor ortaya; baktığımızda bir klişeye oturtup kendimizi rahatlatıyoruz. Oysa Enis Malik Duran’ın resimlerinde evcilleştirilemeyen, pitoreskin tuzağına düşmeyen bir taraf var, sınır bölgelerini resmettiği için belki: evcil olan ile yabancı olan arasındaki geçiş mıntıkasını. Yerleşikler eş merkezli çemberler şeklinde örgütlenirken sınıra doğru gidildikçe merkezin denetim altında tuttuğu bölgenin etkisi giderek azalıyor; sınır bölgesi, mutlak düzen topraklarının, kozmosun, kaosun tehlikeli kuvvetleriyle karıştığı bir mıntıka. Enis Malik Duran’ın manzaraları tedirgin edici bir coğrafyada bulunduğumuzu hissettiriyor. Huzur veren bir peyzaj değil. Bir bıçak yarası gibi yeryüzünde açılan yaraları andırıyor sınır bölgelerindeki düzenlemeler. Kasvetli renklerin rahatsız edici fırça darbeleriyle tuvale yedirilmesi bu yaraları yüzeye çıkarıyor. Dokunduğunuzda pürüzsüz bir yüzeyle değil, pürtüklü ve vahşi bir dokuyla temas ediyorsunuz; çorak toprakların dikenli bitkilerini andıran dikenli teller tenimizde de onarılmaz yaralar açıyor. Sınır bölgesi insan bedeninde ölümcül yaraların açıldığı bir mıntıka aynı zamanda. Sınırı aşmaya çalışanlar mayınlı bölgeyi geçmeyi başarırlarsa şayet, iz tarlası denilen düzleştirilmiş bir arazide iki ateş arasında kalabiliyor ve yaralı ya da ölü bedenleri de bu arazide bir iz bırakıyor: yeryüzünde ve bedende açılmış yara izleri. Duran’ın resimlerindeki iz tarlaları, ölü bedenleri hatırlatıyor bize; tutsaklık ile özgürlük arasında sıkışıp kalmış ölü bedenler. Tuhaf bir bölgedeyiz. Yerleşiklerin merkezinden uzakta, sınır bölgesinin belirsizlik mıntıkasındayız...


Rahmi Öğdül böyle anlatıyor Enis Malik Duran'ı... Sanatçının 5 Nisan'da Kuzguncuk'taki Harmony Sanat Galerisi'nde açılacak "Sınır" sergisinin katalog sunuş yazısından alıntıladım...  Resimlerine baktığımda irkildim. Doğanın ezici vakarını, vahşi sessizliğini çok güzel resmetmiş Enis Malik Duran..


47 x 65 cm, kağıt üzeri yağlıboya, 2014

Sınır'ın size ifade etiklerini anlatır mısınız?
Ben ülkenin en batısı sayılan bölgelerden birinde doğdum ve on yedi yaşıma dek orada yaşadım. Büyük bir ova. Geniş bir düz alandır ailemin halen yaşadığı yer. Formasyonumda kısıtlanmış, girilmez alanlar ya da sınırlanmış yer bilgisi hiç olmadı. Sınırla ilk karşılaşmam askere gittiğim dönemde başladı. Dersim’de yaptım askerliğimi ve beş buçuk ay boyunca üstlerin (iktidarın) belirlediği alanlar (sadece kışla) dışına hiç çıkamadım. O upuzun nöbet saatlerinde Dersim’in canım coğrafyasını duvarların, tel örgülerin, kum çuvallarının arkasından ve elimde silahla izleyebildim. Sanırım sergimin nüvelerinin oluştuğu yer orası oldu. Orada memleketle, insanla ilgili bir sürü şey hakkında gözlem yapma fırsatım oldu.


Gravür, 53.5 x 39 cm, ağaç baskı, 2014
Doğduğun yer ve resmettiğin yerler arasındaki fark neydi?
Ayvalık doğumluyum ve bunu birine söylediğimde bir tebessüm oluşur söylediğim kişide. Sergimdeki resimlerin başlangıç sürecinde de önce kendi coğrafyalarıma tekrar baktım. Bu süreç, kendim ve ait hissettiğim yer ile ülkenin sınır bölgelerine yakın yerlerdeki insanlar ve onların toprakları üzerine düşünmeye sevk etti beni. Çünkü oralarda doğmuş bir insan doğduğu yeri söylediğinde maalesef bir tebessüm oluşmaz yüzünüzde. Ben havuç, domates, bamya tarlalarından bahsederken; oradaki kişi mayın tarlalarından, iz tarlalarından, tel örgünün arkasındaki akrabasından, asker yeşilinden bahseder ve benim bir yumru oturur boğazıma. Örneğin; Hasan Ali Toptaş’ın Heba romanında ‘Sınır’ başlıklı bir bölüm vardır, kitabın en uzun ve gerilimi en yüksek kısmıdır. Yine biliyorsunuz son birkaç yıldır, sınır bölgelerinde ve sınırın ötesinde yaşanan gerçekler de sınırlarda yoğunlaşmamı sağladı. Rahmi Öğdül, resimlerim üzerine yazdığı yazıda da çok yerinde tanımladı o alanlardaki gerçekliği. Özgürlüğünüzü sorguladığınız, insansızlaştırılmış, o tekinsiz toprakları.

Gravür, 53.5 x 39 cm, ağaç baskı, 2014
Sergimde yine sınır bölgelerini ele aldığım dört adet gravürüm var. Boya kullanmadan yaptığım ağaç baskılar bunlar. Uzaktan baktığınızda sadece beyaz bir kâğıt görüyorsunuz, ancak yakınlaştığınız zaman algılanan peyzajlar. O toprakları ancak yakınındayken fark edebileceğimiz gerçeğine dair bir eleştiri aslında. Onları yaparken kendimi de, izleyiciyi de bu eleştiriye dâhil ediyorum.

Öncesinde söylediğim gibi sınırlanmış alan bilgim olmadığı için, resimlerime konu edindiğim alanların gerilimini yansıtabilecek atmosferler oluşturma çabasındayım. Ben de o gerilimin içindeyim çünkü. Doğanın yüceliği karşısında insana dair olan üzerine, sınırlar üzerine söylenecek çok şey var. İnsanın kendi türüne ve diğer canlılara, doğaya dair yarattığı tahribata derinden kaygılanıyorum. İlk sorunuzu Rahmi Abi’nin cümlesiyle sonlandırıyorum: “Yeryüzünden koptukça yükseldiği yanılsamasına kapılan insanoğlu aslında kendini dipsiz bir çukurun karanlığına hapsediyor; hayat yüzeyde, yeryüzünde akarken sırtlanlar dipteki bu yaratığı seyrediyorlar.”

Çalışmalarınızı besleyen unsurlar nelerdir?
Okumalar yapmak. Kütüphanelerden ve internet üzerinden sanatçıların işlerine tekrar tekrar bakmak ve yeni keşifler yapmak. Yaptığım bir iş üzerine ya da düşündüğüm bir konu hakkında konuşmak, tartışmak beni çok beslemiştir hep. En önemlisi de yaşadığımız çağın gerçeklerine doğru; farkında bir bilinçle bakabilmek.

140 x 160 cm, Tuval üzeri yağlıboya, 2013
Tekniğinizden bahsetmek ister misiniz?
Genellikle yağlıboya kullanıyorum. Bazen tuval bazen kâğıt üzerine çalışıyorum. Boya işlerimde yağlıboyayı yoğun bir şekilde kullanıyorum. Yüzeyde katmanlar, dokular oluşturmak gibi bir derdim var. Bu konsantre olduğum zamanlardaki dışavurumun da getirdiği bir sonuç. Malzeme gözetmediğim desen yapma süreçlerim var. Bunlarla birlikte gravür yapıyorum.

Sanat ve sanatçı tanımlarınız nedir?
Sanatın gerekliliği konusunda eminim. Tabii bu gereklilik de sanatçıyı beraberinde getiriyor. Sanatın elitleştirilmesine sıcak bakmıyorum. Toplumda, sanatı çok yükseklerde bir şeymiş gibi bir algılama biçimi gelişmiş. Bunda nelerin etkisi olduğu tartışılabilir. Sonuçta bu bir temas meselesi; her zaman anlamaya çalışma kaygısı gütmemeli insanlar, o hissin geçişi insandan insana farklı tezahür eder.

İdolleriniz kimler?
İdol kelimesinin ben de tam bir karşılığı yok sanırım ama Anselm Kiefer, James Ensor, Magdalena Abakanowicz sevdiğim sanatçılar arasındadır.

110 x 140 cm, tuval üzeri yağlıboya , 2013
Sokaktaki insanla sanatçı arasındaki fark sizce nedir?
Ben bir fark olduğunu düşünmüyorum. Sokağa çıktığımız anda biz de sokaktaki insanız. Az önce biraz bahsettiğim gibi, insanlar eserlerle temas etmekten çekiniyorlar. Sanırım bu aşina olmakla ilgili bir şey, eğitim sistemi ile çözülebilecek bir sorun.

Sanatın mutlulukla ilişkisi var mıdır sizce?
Mutluluk göreceli bir kavram. Cennet dediğimizde, sonsuz bir mutluluk imgesi canlanır zihnimizde. Oysa Dante’nin İlahi Komedya’sını okurken, Cennet bölümü çekici gelmez. En azından bu benim kişisel kanaatim olsun. Üretim yaparken çeşitli sancılar hissettiğiniz süreçlerden geçersiniz ve iş, tatmin olduğunuz aşamaya geldiğinde, sorularla dolu küçük bir mutluluk yaşanabilir. Çünkü bu süreçler sürekli devam eder, Prometheus’un döngüsü gibi…

Türk insanını sanata nasıl yakınlaştırabiliriz?
Yıkmamız gereken çok duvar var, sınırlar var. Temele inmek, merkezin de periferinin de eşit şartlarının olduğu ortamlar yaratmak gerekir. Eğitim sistemine biraz daha fazla bütçe ayırarak başlanabilir.

İstanbul'un neresindensiniz?
Kadıköy, Yeldeğirmeni’ndeyim.

İstanbul'u beş duyunuzla tanımlamınızı rica etsem..
Mavi/Gri, çok sesli, farklı tat ve kokularda, pütürlü.


İstanbul için bir hayal projeniz var mı?
Daha çok açık alanlar olsun isterdim sadece. Onun dışında her şeyin en azından bir süre aynı kalmasını istiyorum. Kent belleğimiz sürekli değişiyor. Bu değişimin sanatçılar üzerinde de olumsuz etkileri oluyor. Sanatçıların yerleştiği alanlar, bir çeşit soylulaştırma sürecine giriyor ve sonrasında da sanatçının o bölgelerde barınma olanağı azalıyor. Beyoğlu, Kuledibi, Tophane, Karaköy derken; şu an ellinin üzerinde atölye bulunan Yeldeğirmeni de bir kabuk değiştirme döneminde.