15 Mayıs 2012 Salı

Blog yazarı Ayşe Gülay Hakyemez ile doğumgününde röportaj

Ben Jülide Bigat.

Ayşe Gülay Hakyemez ile İstanbul’a geldiğimden beri  (Lokomotif Kültür ve Sanat Derneği için) birlikte çalışıyoruz. O benim arkadaşım. Güven duyulan, hep sevdiklerinin yanında olan bir insan.

Bugün 14 Mayıs, onun doğumgünü. Rolleri bir kereliğine değişmeyi, kendi blogunda onunla röportaj yapmayı teklif ettim. Yani fransızcası “La journaliste interviewée”... Türkçesi "Gazeteciyle röportaj"...

Ve işte karşı karşıyayız... Seninle röportaj yapmak benim için büyük onur... Merhaba Gülay, en başından başlayalım. Nerede doğdun? Çocukluğunu nerede geçirdin?
İstanbul Cihangir’de doğdum. İlkokula kadar Cihangir’deydim. Sonra Osmanbey, Şişli’de yaşamaya başladık. Ortaokul ve liseyi Notre Dame De Sion Fransız Kız Lisesi'nde okudum. Babam Fransız kültürünü yaşama sanatı ve zerafetle eşanlamlı bulurdu.  Kültürlü ve ince bir hanımefendi yetişsin diye beni bu okula göndermiş. Çok disiplinli, sert ve zor bir okuldu.  Okulu nasıl bitirdim bilmiyorum.

İyi ki bitirmişsin, İstanbul’a geldiğimde bir tek kelime Türkçe bilmiyor iken nasıl anlaşırdık yoksa? Sonra nerede okudun?
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezunum.

Demekki iletişim yeteneğin ta o günlerde  de vardı.  Neden bu tercihi yaptın?
İnsanların hayatları hep ilgimi çekiyordu. Gazetecilik iyi yazı yazmayı, araştırma ve gözlemi gerektiren, ilginç insanlarla karşılaşmayı sağlayan bir meslekti. Üniversite yıllarımda bir gazetede staj yaptım. Sonra da aynı gazetede çalışmaya başladım. 20 yaşındaydım. Bir kadın köşesi yazmam istendi. Kadınca şeyler... Geleneksel konular ve erkeklerin daha çok hoşuna gidebilecek şeyler yazmam beklenirken ben kadınların kişisel özgürlükleri hakkında yazdım.  İçimden geldiği gibi... Örneğin evlilikte bile özgürlüğün gerekli olduğunu söylemeyi tercih ettim. Yayın yönetmenimle vizyonlarımız uyuşmadı. Anlaşamadık.  O feminin konulardan, ben feminist kadından yazmaktan yanaydım. Yine de uzunca zaman çalıştım gazetede. Üniversiteden mezun olduğumda ise halkla ilişkiler sektörüne yöneldim. Uluslararası şirketler için çalışmaya başladım.

Şu konuya tekrar gelmek istiyorum. Aynı zamanda hem feminin hem de feminist olunamaz mı sence?
Olmaz mı? Ama ortak konularını yazmam isteniyordu. Pratik bilgiler falan... “Siz kadınlar kocalarınızın rahatlarını sağlamakla yükümlüsünüz”e tekabül eden... Ben sadece aileden değil, başka şeylerden de bahsetmek istiyordum. Kadının bağımsızlığından, eğitiminden, sosyal yaşamından... Benim için önemli olan bunlardı... O sıralarda yeni evliydim. Hem öğrenciydik, hem de çalışıyorduk. Eşim mühendis oldu ben gazeteci.

İstanbullu kadını tanımlar mısın?
Arzuladığımı mı, gerçeğini mi?

Her ikisini de..
Olmasını istediğim, akıllı, çekici, şevkatli, çok yönlü, renkli, kültürlü ve kendinden emin bir kadın.. Hayatını yönetebilen modern bir kadın. Zarif ve güçlü...

Gerçekte ise çoğunluğu Batı ve Doğu kültürü arasında sıkışmış kadınlar oluşturuyor. Avrupalı modern ve bağımsız kadın ile geleneklerin baskısı altında ezilen kadın arasına sıkışmışlar... Hangi tarafta yeralacağına bir türlü karar veremiyorlar ve maalesef kullanılıyorlar.

Ben toplumu oluşturan değerleri, gelenekleri seviyorum.. Sevmediğim onun aleyhine çalışan siyaset. Halkımın temiz kalbini, insanlığını, misafirperverliğini, tevazusunu seviyorum.  Ama muhafazakar gelenek kadını köleleştiriyor.  Anadolu’da kadının yeri önemli aslında.. Kadın güçlü. Hem tarlada, hem evde çalışıyor, üretiyor. Aile yaşamını o yönetiyor. Ama ne yazık ki gücünün farkında değil. Özellikle büyük şehirlerde "kaybolmuş" bir havaları var.  Boyalı basında, televizyonda gördükleriyle, evlerde kendisine dikte edilenler birbirinden çok farklı.

Müslüman kültürle bağlantılı olarak kendi kişiliklerini göstermeleri istenmiyor. Kuran’ı ise kimse okumuyor ama herkes ona refere ediyor. Türkler güvenilirliği tartışmalı  kaynaklara dayanarak konuşurlar, bilgi sahibi olmadan fikir sahibidirler ve ne yazık ki çok da komplekslidirler.  Üzücü ama gerçek bu!
Türk kadınının özgüvenli olmasını istiyorum. Uyanmasını, gücünün farkına varmasını istiyorum. Çocuklarını kendine, doğaya, adalete ve özgürlüğe saygılı bireyler olarak yetiştirmelerini istiyorum.

Profesyonel yaşama gelecek olursak,  üniversiteden sonra ne yaptığını anlatır mısın?
Üniversite yıllarımda başladı iş hayatım. Sonra Halkla İlişkiler sektörüne geçtim. 25 yılı aşıyor, birçok şirkete  “yıldız” dönemlerinde hizmet verdim. Bugün ise, artık sadece tasarım, sağlık, sanat ve kültür ilişkili konularda çalışıyorum. Proje üretiyorum, tanıtımını yapıyorum...

Ayrıntılara girmek istemiyor musun?
Blogumda yazıyor her şey. Burayı tıklayın yeter!
İnsan hayatında başarılı bir kariyer önemli tabii... Ama asıl önemlisi, insanın kendi hakkında ne düşündüğü. İçindeki yolculuğu yani... Bugün benim için önemli olan şeyler değişti. Önceliklerimi ailem ve dostlarım, yapmaktan hoşlandığım şeyler, özgürlüğüm ve sağlığım oluşturuyor.

Eski Moda Deniz Kulübü/ Ayşe Gülay Hakyemez, Jülide Bigat                                        Fotoğraf: Zafer Erkan

Haklısın. Zaten kendini bir meslek üzerinden varetmek  değildir önemli olan.  Şimdi senin sevdiğin, İstanbul’daki bir şeyden, denizden konuşmak istiyorum.  
Evet. Seviyorum denizi. Babam denizci bir aileden geliyor. Dedem, amcalarım... Giritli kaptan, denizci, balıkçı imiş. Babam Gelibolu’dan İstanbul’a okumaya gelmiş. Deniz kenarında bir okula Kabataş Erkek Lisesi’ne... Hayatını yoluna koyduktan sonra da yaptığı şey bir tekne satın almak olmuş. Çocukluğum ve genç kızlık yıllarım yaz ayları tekne tepesinde geçti. Bir ağabeyim olmadığı için babamın miçosu bendim. Tekne Fenerbahçe Limanı'nda karaya çekilir, bakımı yapılır, boyanır... O vakitleri o kadar çok sevmişim ki... Benim için çok kıymetli zamanlarmış meğer...

Deniz ne ifade ediyor sana?
Gizemi temsil ediyor. Deniz beni besliyor. Bütün duyularımı harekete geçiriyor. Kokusu, rengi, derinlikleri...
Canlıları... Marmara'nın, Boğaz'ın bütün balıklarını tanırım!

Çocuk masalları yazıyorsun. Bazılarının ilham kaynağının deniz olduğunu düşünüyorum.
Küçük denizci Ali’nin hikayelerini yazdım. Güzel bir seri oldu.  Yayıncısını bekliyor! (Gülüyor).  Çocukluk anılarımdan beslenen denizle ilgili bilgiler aktarmaya çalıştım. Diğer iki çocuk kitabım yakında kitapçılardaki yerini alacak...

Denizle çevrili bu şehirde çocukların denizi tanımadıklarını düşünüyorum. Ana babaları denizden korkutuyor onları... Halbuki denizi bilmek hayatı bilmek gibidir. Babam bana öyle öğretti. Kızkardeşim (Deniz Tunç) benden sekiz yaş küçüktür. Onun da çocukluğu teknede geçti. Annem ona taze balık pişirebilmek için beni balık tutmakla görevlendirirdi. Fenerbahçe Limanı'ndaki tekne komşumuz Sadun Boro idi. Bilen bilir... Teknesi Kısmet ile dünyayı dolaşan ilk Türk denizcisidir. Onun kızının adı da Deniz’di.

Çocuk öykülerimde deniz, balıklar, balıkçılık geleneklerini vermeye çalıştım. Geceleri Boğaz'da lüks lambalarıyla  lüfere çıkıldığını, mercanın derin sulardaki taşlarda yaşayan az bulunan bir balık olduğunu, uskumrunun artık kaybolan ve şimdilerde ithal ettiğimiz bir balık olduğunu anlattım. Babamla oltayla nasıl mercan aradığımızı, derinlerde yaşadığı kayaları nasıl bulmaya çalıştığımızı, Heybeliada Çam Limanı'nda gece kayaların üstüne tüneyen pavuryaları nasıl yakaladığımızı, çapariyle yakaladığımız istavritleri, deniz minaresi yemiyle tuttuğumuz izmaritleri...

Tamam tamam, yeter (gülmeler)... Çocuklara öğrettiğin gibi bana da çok şey öğreteceğinden eminim. İstanbul konusuna geri dönelim.  İstanbul'u beş duyunla tanımlar mısın?
Tat: Rakı
Ses: Martılar ve tekne direklerine çarpan yelken ipleri
Koku: Yosun 
Görüntü: Constantinople üzerine batan güneş
Dokunuş: Çay bardağının ince beli

Şehirde tercih ettiğin yerler nereleri?
Adalar,  yaşadığım semt Moda, Boğaz’ın Avrupa Yakası’ndaki son limanı Rumeli Feneri, Kuzguncuk...

İstanbul’da seni en çok mutlu eden şey nedir?
Öncelikle yakın çevrem, kızım, kardeşim, küçük yeğenim... Kültür ve sanat alanında projelerimizi  gerçekleştirmeye çalıştığımız derneğimiz Lokomotif ve blogum Bir Başka İstanbul... Haklarında yazı yazdığım İstanbul’un tutkulu insanlarıyla biraraya gelmemi sağlayan  blogum... Tasarım ve sanatı hayatımın merkezine yerleştirmeme vesile olan röportajlar beni çok mutlu ediyor. Kendini ifade etmenin en estetik şekli sanat, yeni fikirler, yaratıcılığın sınırsızlığı beni büyülüyor. Heyecanlandıran bir sanat eseriyle karşılaştığımda mutlu oluyorum. Her seferinde insan beyninin üretkenliğine bir kez daha şaşırıyorum. Her sanatçının  bir başka bakış açısı, yeni bir perspektif sunuşu, bir başka öykü anlatışı sadece insana ait bir zenginlik...

Sanatın ve sanatçının değerini küçümseyen siyasilere acıyorum. Yaratıcılığın ve sanatın engellenmesini, düşüncelerin ifadesine konulmuş yasağı, insan özgürlüğü ihlali telakki ediyorum. Türkiye’de sanatçılar yeterince desteklenmiyor. Sadece destekleniyorlarmış gibi yapılıyor. Ticari, neredeyse markalaştırılmış, para kazandıracak sanat öne çıkartılıyor.

Bak yine sinirlendim ben! Jülide ya, biz mutluluktan bahsediyorduk, beni mutlu eden şeylerden...
İstanbul özgür olabildiğim bir şehir. Fakat ne yazık ki eski İstanbul, Balat, Fatih, Sultanahmet  gibi sevdiğim fakat artık gitmek istemediğim semtleri var. Parlak bir geleceğe doğru gitmediklerini görüyorum insanların. Kendilerini sınırlayıp günden güne daha bağımlı hale getiren kadınları anlayamıyorum. Ancak kendi hayatlarından kendileri sorumlular...

Neyi özlüyorsun Gülay, neyin eksik?
Neyim eksik olduğunu sen gayet iyi biliyorsun Jülide’cim.

Özgür olmak ne demek?
Özgürlüğü, "yapmayı istediklerimi yapabilmek" olarak tanımlayabilirim. Zaman örneğin... Zamanı istediğim gibi kullanabilmek, kendi zamanımı kendim yönetebilmem özgürlüğümdür.  Projelerim...  Üstünde çalışacaklarımı kendim seçebiliyorum. Özellikle sanat. Çevremdeki insanlar... Çevremdekilerin sevgilerinden besleniyorum. Fakat hala beklediğim bir şey var... Bir deniz adamı...  

Neden deniz adamı?
Denizi paylaşabilmek için... Önceden ne yapacağını kestiremediğimiz denizi... Teknede iki kişi olmak daha iyi!

Deniz demekle hayatı kastediyorsun değil mi?
Evet Jülide, sen beni iyi anlıyorsun.

Kendi kendime soruyorum. Çok çalışıyorsun. Projelerine, bloguna tutkuyla bağlısın... Röportaj yapacak bu kadar ilginç insanı nasıl buluyorsun?
Yıllar içinde biriktirmişim.Yavaş yavaş, çalıştığım, gerçekleştirdiğim bir sürü proje sürecinde tanıdığım insanlar, kurduğum ilişkiler...  Sosyal ağlarım fena değil. Bir de sanırım "rengi"  olan insanların kokusunu alabiliyorum...

Evet, bundan eminim! Bu röportajdaki samimiyetin ve cömertliğin için teşekkür ederim Gülay.  “Bir Başka İstanbul”a başarılar diliyorum. Sıradışı birçok insanı  tanıdığımız harika bir proje bu.

11 Mayıs 2012 Cuma

Bir kedi, Bir heykel ve 90'lar


Yüksek Lisans sevdamın ALES ayağında şifre sorunu yaşayınca, dün sabah işe gelmeden önce Mimar Sinan Üniversitesi'ne uğradım, hani Fındıklı'da olan canım binaya. Bina erken saatleri olduğundan bomboştu, bana merdivenlerde arkadaşlık eden bu patili dışında pek canlıya rastlamadım. Bu patili de heykeller arasında öyle gizemli öyle kendinden emin dolanıyordu ki, fotoğraflamadan geçemedim.



Bu fotoğraf, bu bina beni 90'lara götürdü desem, kısacası anı kolleksiyonumdan dün 90'lar çıktı işte. İlk aşklar, tiyatro yılları, uzun kadife pardesüm, anneannemden annemden aşırdığım kıyafetlerden tasarladığım Grunge zamanları, Seattle gruplarından şarkılar, sözler, Alkazar sineması, Fındıklı'da içilen biralar vs. derken dün tüm gün 90'lar dinledim. Güzeldi o zamanlar, çok da iyi gruplar dinlemiş, ruhumuzu doyurmuştuk.

İşte benim playlistimden düşen Runaway Train ile hepimize güneşli cumalar...





Memet Sefa Öztürk... O bir sanatçı ama en çok savaşçı!




İki yıl önce İzmit'e Memet Sefa Öztürk ile tanışmaya giderken karşımda tekerlekli sandalyesinde yıkılmış bir gençle karşılaşacağımı sanıyordum. Henüz Ayşe Arman'la röportaj yapmamış, tekerlekli sandalye ile sahnelere çıkmamıştı... Bir çay bahçesinde buluştuk. Konuştuk, konuştuk... Beni uğurlarken gözlerindeki pırıltıdan anladım. Bu çocuk kafasına koyduğunu mutlaka yapacak. Mağrur bir sanatçı, yenilmeyi kabul etmeyen bir savaşçı Memet. Çevresindeki herkesi, her şeyi harekete geçirmeyi bilen korkusuz bir savaşçı... Nitekim hiçbir şey onun dansa olan tutkusuna engel olamadı. Şimdi bir kitabı yayınlandı: "Düşlerle Dans" bir baletin günlüğünden şiirler... 





Kitabının çıkış sürecini anlatır mısın?
Kazanın ardından, babamın da aynı görüde olması ile, çok daha önceki yıllardan beri yazmaya başlayıp halen yazmaya devam ettiğim şiirlerimi bir kitap haline getirme kararı aldım. Benim için bir uğraş, anlamlı bir hedef oldu. Yazmak beni daha güçlü kılıyordu. Üzerine iyice yoğunlaştım, elimdeki tüm şiirleri düzenleyip sıralayıp bir taslak kitap oluşturdum. Bir sahne performansımda şiirlerimden birini dinleyen Tiyatrocu Sevgi Son Süalp bana aracı ve destek oldu. 2012 Ocak ayı sonunda Kadıköy Kanes Yayınevi kitabımın basımını gerçekleştirdi.  


Bir şiirini bizimle paylaşır mısın?

Yaşamak, aslında hayata dört elle sarılmak değildir sadece
Yaşamak, tüm hücrelerinle hayata tutunmaktır.
Ve hayatı sevmektir.
Ya sevdiğin gibi yaşamaktır onu
Ya da yaşamak zorunda olduğun hayatı sevmek için direnmektir.
Bu şekilde katılaşmanın mizaç değiştirmenin hiçbir sakıncası yoktur,
Akışkanlığımızı kaybetmediğimiz sürece...
Engel (siz)
Hedef (siz)
Neden (siz)
Beklenti (siz)

Kaza öncesi ve kaza sonrası yaşamını düşündüğünde en korktuğun şeyler neydi? Sonra neler oldu?
En korktuğum şey yalandı. Kazadan sonra evet, en başta asıl olarak hayatın koca bir yalan olduğunu çözümledim üzülerek.

Hedeflerin neydi ? şimdiki hedeflerin neler?
Hedefim sadece çok iyi bir sahne sanatçısı, klasik bale dansçısı olmaktı. Şimdi ise kendimi engelleri kaldırmayı hedeflemiş biri olarak hissediyor ve hangi konuda engel varsa bu konuyu ele alıp bir çözüm üretmeye yönelik çalışmalar yapmaya çalışıyorum.

Kendinde gurur duyduğun şeyler neydi?  Değiştiler mi?
Ben hep çalışkan, disiplinli, özverili, sadık, yardımsever oluşumla gurur duymuşumdur ! Hala da gurur duyuyorum aslında. Üzerine fazla bir şey  eklenmedi...

İstanbul için düşündüklerin neydi? Şimdi neler düşünüyorsun?
İstanbul, her gencin gençlik yıllarını geçirip hayatı tanıması gerektiği bir şehir ! İstanbul aşk. İstanbul sevinç. İstanbul ayrılık. İstanbul Gurbet, hasret, hüzün, kaygı, hüsran. İstanbul hayal kırıklığı. En güçlü serzeniş, kaypaklık, varlığını hala sürdüren Bizans oyunları. İstanbul yaşamın ta kendisi. Yaşamın en  vahşi hali...

Arkadaşların değişti mi?
Tabiki arkadaş yapımı yeniden oluşturdum. Bu yapının içinde sabit kalmayı tercih edenler oldu sağolsunlar, tercih etmeyenler ise yerlerini, fazlasıyla tercih edenlere bırakıp gittiler.



Baleye nasıl başlamıştın?
Orta 2. sınıftaydım. Bir aile dostumuzun bale temsiline gitmiştik. Hiç unutmuyorum o geceyi, daha dün gibi. Orijinal koreografisi Arthur Saint-Léon'a ait Coppélia idi... Önce çok sıkılmıştım ancak duyduğum alkışlar ve sahnede ışıkların altındaki sanatçılar ve sanat eseri beni baleye hapsetmişti. Bale temsili bittiğinde duyduğum alkışların bana ne ifade ettiğini 13 yaşımı sürdüğüm o yıllarda anlayamamış olsam da içimden bir güç benim de o sahnede olmam gerektiğini söylüyordu. Yıllar sonra anlamını oturttum. Sahnede ışıklar altındaki insanların, aşağıda karanlıkta oturan insanlara bir şeyler anlatıyor olması ve karanlıktan yükselen alkışlar beni çok etkilemişti aslında. O gece hevesle kulise koştum, arkadaşımı görmek istiyordum, ancak mümkün olmadı! Kulis kapısında dikilen görevli bana engel oldu. İçeride arkadaşım olduğunu söyledim. "Buraya sadece baletler ve balerinler girebilir" dedi. İşte içimdeki dans ve bale aşkını bütünleyen söz bu sihirli söz oldu. Hayal kırıklığı içinde geri giderken 13 yaşıma 1.55 boyuma bakmadan kulis görevlisine döndüm dedim ki: "Ben bir gün bu kapıdan gireceğim ve sen buna engel olamayacaksın!" Arkadaşıma baleye başlamak istediğimi söyledim. Beni bale hocası ile tanıştırdı. Günlerden cumaydı. İki gün sonra başladığım bale böylece hayatımın merkezi oldu. 

Konservatuara ne zaman girdin?
Ben aslında teknik lise mezunuydum. Ondokuz yaşındaydım. Akademik eğitim seviyem yetersizdi. Konservatuara ancak lise 2. sınıftan kabul edildim.  Liseyi konservatuarda tekrar okumak zorunda kaldım. Bitirdiğimde seviyem hala yeterli bulunmadı. Bir yıl okulumda bale dersi yaptığım sınıfıma açıktan devam ettim. Sonunda 2002'de lisansa kabul edildim. Aynı yıl Çağdaş Bale Topluluğu'nda da solist olarak dans etmeye başlamıştım. Amansız bir çalışma temposuyla başlayan gerçek bir balet olabilme çabam her geçen gün daha iyi olmamı sağlıyordu. 2004 yılında İstanbul Devlet Balesi'ne kabul edildim. 

Bu süreç senin ne kadar azimli bir insan olduğunu kanıtlıyor...
Devlet balesi, konservatuar ve Çağdaş Bale Topluluğu üçgeninde yüksek tempoda çalışıyordum. Bir sanatçının doymak bilmeyen kendini geliştirme çabası içinde devlet balesinde pek çok eserde görev aldım. İki yıl süren yükselişim 2006'nın 3 Temmuz gecesi konservatuarın mezuniyet gecesinde geçirdiğim motor kazası ile noktalandı. 



Sonra ne zaman tekrar dans etmeye başladın?
2010 yılı Ocak sonunda İstanbul'da düzenlenen "Golden Horn Konstantiniye'de" isimli dünya devlerinin buluştuğu gala gecesinde, Rus primaballerina Julia Makhalina ile düet yaparak dans etmeye yeniden başladım. Devlet Balesi'nde yeniden görev almak,  kendi mesleğimle ilgili kadrolu devlet memuriyeti istiyordum. 21 Şubat 2011'de yardımcı sanatçı statüsünde sezonluk sözleşme imzaladım. Tekerlekli sandalyem ile bugüne kadar katıldığım gösterilerin sayısını çok iyi hatırlamıyorum. 20 olmuştur herhalde... En son, 10 Mayıs 2012'de CRR'de Dünya Engelliler Günü etkinliğinde yer almıştım. Düet yaparak dans ettim. 11 Mayıs'ta Kozyatağı Kültür Merkezi'nde yine sahnede olacağım.



Yaşam felsefen neydi? Şimdi ne oldu?
Yaşam felsefem her zaman her çeşit canlıyı sevmek ve saygı duymaktı, Yaradandan ötürü... Bu değişmedi. İnanıyorum ki her canlıyı sevip saygı duymak gibi bir felsefemiz olursa eğer, hayvana şiddet, kadına şiddet, engelliye haksızlık, çocuğa şiddet, doğaya saygısızlık... gibi her  sorun tek bir felsefe ile aşılmış olur... 


Hayallerin neydi? şimdi ne oldu?
Hayallerim inanılmaz büyüdü ve genişledi. En büyüğü ve önemlisi ülkemi yüzme ve dans alanlarında Paralimpik Oyunlar'da ülkemi temsil edebilmek, derece kazandırmak.
Yolun açık olsun Memet'cim...


Memet Sefa Öztürk, İstanbul Devlet Opera ve Balesi, aynı zamanda Çağdaş Bale Topluluğu'nun başarılı bir dansçısı iken mezun olduğu İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı'nın düzenlediği mezuniyet yemeğinden sonra geçirdiği bir kaza sonucu omurilik felci oldu. Hiçbir şey dansa olan tutkusuna engel olamadı. Kendi deyimiyle "Engel tanımayan Balet " olarak hâlâ dans ediyor.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Walk off the Earth

Son günlerde çok çok  yetenekli Walk off the Earth grubuna takmış durumdayım. İsmi gibi kendi de güzel bu grup harika coverlar yapıyor. Bunlardan biri de Gotye şarkısı Somebody That I Used to Know. Öyle güzel söylüyorlar ki, hani adeta yanı başınızdalar.
Tek gitar, başında 5 kişi!
Dinleyin ve güzel bir haftaya başlayın ;)



6 Mayıs 2012 Pazar

Fotoğrafların Düşünce Balonları

Bu sabah bilgisayar başına oturdum, burada iki üç kelam edeyim dedim. Önce yazacağım bir filmdi, sonra oldu sergiler. Yazıyı yazarken, son çektiğim fotoğrafların klasörüne daldım, en sevdiklerime bakarken; düşünce balonlarımda fotoğraf altı yazıları oluştu, sonra o düşünce balonlarından müzikler fırladı, kitap yaprakları açıldı, sinema perdesi aralandı, arkeoloji müzesi salonlarının kapıları açıldı. Böyle bir yolculuğa çıkmışken buraya kaydetmeden olmaz dedim, umarım az önce yaşadıklarımı ve düşünce balonlarımı bir nebze de olsa burada sizlerle paylaşabilirim.

Başladığım, sergi ve film yazısına mı ne oldu? Onlar taslak olarak kenarda duruyor, yarım kalmış bir çokları gibi...



Bu fotoğrafı sabah görünce, "The Blues ain't nothing but a good man feeling bad..." cümlesini hemen aklıma getirdi. Yer: İstiklal Caddesi, bir öğlen molası. Ustalar yerlerinde, bir müzik tutturmuş gidiyor. O an ne çaldıklarını anımsamıyorum ama üstad Muddy Waters'a daldım ben, buyrun aşağıda siz de dalın. Waters'ın şu cümlesini de yazmazsam olmaz: "İnsanı iki şey Blues'a iter: ya açsındır ya aşıksındır."


Bu alttaki ise geçen hafta Boğaziçi Üniversitesi'nden çekildi, bu fotoğrafı çekerken yıllar yıllar önce Boğaziçi'ne sık geldiğim dönemlerde Mithat Alam Film Merkezi'nde izlediğim Michelangelo Antonioni'nin Wim Wenders ile ortaklaşa çektikleri  Beyond the Clouds filmini anımsattı. Film bir başyapıt değildir ama özellikle aşağıdaki paylaştığım görüntüler zihnimden silinmiyor. O güzel günlerime hasretle...




Sıra geldi Burgazada'ya. Gezinti Caddesi'nden doğru gittikten sonra bir evin duvarında (yeni bir ev) bu kabartmayı görüp epey şaşırdım. Bu kabartma Hitit Dönemi'nde özellikle kullanılan bir savaş arabası betimidir. Özellikle Ankara, Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde Kargamış dolaylarından getirilen Geç Hitit Dönemi'ne ait stellerde aynı sahneye ratlanır. İlginç olan bunun o betona neden yapıldığıydı, bir sonraki gidişimde evin dolaylarında birini görürsem kesin soracağım. Belki de bir arkeoloğun evi çıkabilir ;)



Geçen haftalarda bir yerden bir yere koştururken Beyoğlu'nun arka sokaklarında rasladım bu görüntüye. İçim ezildi yine, geçmişi hayal ettim, 6-7 Eylül Olayları'nda (1955) yaşanılanları okuduğum kitaplara döndüm. Bu evlerdeki hayatlara girmeye çalıştım. Onlar gittikten sonra, göçlerle gelenlerin bu evde yaşadıklarını düşündüm, düşündüm. Sonra bu mandallar gözüme çarptı, geniş açım yoktu yanımda biraz dikkat ederseniz siz de göreceksiniz. Hatta yeni asılmış çamaşırların kokusu bile gelebilir burnunuza...


Kafamı evin içerisine daldırdığımda bir kedi vardı, yüklü bir kedi. Öyle eski günlere özlemle bakar gibi, dalmıştı. Seslendim, kalıntılar arasından böyle döndü baktı bana.


Bugünün son fotoğrafı da ofisten, yandaki St. Antuan kilisesi. Geçen günlerde yağmurun bastırdığı ebemkuşağının bir an göründüğü bir öğle sonrasından...

...bir uçurtma yaptım, telli duvaklı;
kuyruğu ebemkuşağı renginde;
bir salıverdim gökyüzüne;
gökyüzünü gördüm. (O.Veli)


4 Mayıs 2012 Cuma

Afet Yönetim Uzmanı Sennur Ulugönül: "Afet yönetimi, her zaman ve her afetle ilgili ‘hemen’ başlamayı içeren bir görev alanı"

Çok sempatik değil ama hepimizin aklının bir ucunda duran bir konu deprem! Sennur Ulugönül dostum, komşum, bir afet yönetim uzmanı ve şehir plancısı. Ona aklımdan geçen bütün soruları sordum. Siz de okuyun ve aklınızın bir kenarına yerleştirin. Sadece korkmak yetmiyor!


Afet  Yönetim Uzmanı ne demek?
Adı üstünde bir uzmanlık afet yönetim uzmanlığı. Afetlerin öncesinde risk yönetimi, afet gerçekleştikten sonra ise kriz yönetimi olarak özetlenebilecek bir sorumluluk alanı. Tüm afetler yönetilmeyi gerektiriyor çünkü. Afet yaşanmadan önce risklerinizi doğru olarak inceleyip, önlemlerinizi alırsanız,  afet sonrasına yönetilebilir sayıda iş bırakmış oluyorsunuz. Yani her zaman ve her afetle ilgili ‘hemen’ başlamayı içeren bir görev alanı afet yönetimi. Tabii en mükemmel  yönetebilirlik, bir olayın afete dönüşmesini engellemek... 
Afetler söz konusu olduğunda yönetilecek konular çok, ama çok çeşitli ve hepsi planlama istiyor. Aynı zamanda da tüm bu konulardaki uzmanlar ve karar vericilerin, disiplinlerarası Afet Yönetimi uzmanlık alanının bizlere kazandırdığı perspektif ile yönetilmesi, yönlendirilmesini kapsayan geniş bir yelpazeye yayılıyor. 

Sennur Ulugönül, Şehir Plancısı,  Afet Yönetim Uzmanı
Eğitiminiz nedir? “Afet yönetimi uzmanı” nasıl olunuyor?
Ülkemizde afet yönetimine yönelik Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Acil Yardım ve Afet Yönetimi Lisans Programı var. Bu bölümden mezun olanların aldığı eğitim ilk müdahaleci kapasitesinin artırılması başlığına daha çok uyuyor. Ben Lisans eğitimimi İstanbul Teknik Üniversitesinde Mimarlık Fakültesi Şehir Bölge Planlama Bölümünde tamamladım. Yani Şehir Plancısıyım. İstanbul Teknik Üniversitesi Deprem Mühendisliği ve Afet Yönetimi Enstitüsü altında Afet ve Acil Durum Yönetimi Yüksek Lisans Programı var. Biz Programın birkaç arkadaşımla beraber ilk mezunlarındanız. İlk program olmasını özellikle ifade ediyorum çünkü bu dönemde program Türkiye’de ilk kez açılıp Amerika'nın Oklahoma State ve Texas A&M üniversitelerinden de eğitmenlerin katılımı ile bizlere ulaştırıldı. Katılım gösteren bizler de o zamana dek sahada çoğunlukla gönüllü olarak afetler konusunda çalışmalar yapmış heyecanlı, istekli kişilerdik. 

Doktora konunuz nedir? Bu kadar aradan sonra neden doktora?
Çalışan insanların bir yandan üniversite hayatına devam etmesi bizim ülkemizde biraz zor oluyor. Benim tüm eğitim dönemlerim (lise sonrası) uzun yıllar almıştır. Sürekli çalıştığım için daha uzun zamanlarda okumuşumdur. Ancak okumadan ve öğrenmeden de bir zaman geçirmeye kendimi ikna edemediğimden midir bilmem, yıllar sonra doktora yapmaya karar verdim. Aslında Afet Yönetimi konusunda Doktora programı açılsaydı burada devam etmek isterdim. Şehir ve Bölge Planlama branşı çok geniş yelpazade bir bilim dalı olduğundan Afet yönetimi ile bir ara kesit yakalayabileceğimi umuyorum. Halen derslerimi alıyorum. Planladığım tez konum Doğal Afetlerin Tetiklediği Teknolojik Afetler (literatürde Natech -natural disasters trigerring technological disasters- olarak geçiyor)  konusunda olacak. Örnek vermek gerekirse 17 Ağustos 1999 depremi sonrası yaşanan Tüpraş ve Aksa Kazaları gibi kazaların yeni bir afete dönüşmemesi için yapılabilecek risk yönetimi ve kentsel alanlardaki zarar azaltmaya katkısı olsun istiyorum tezimin. Sanırım bu konuda Türkiye’de doktora tezi henüz yok, varsa dahi çok çok az sayıdadır.
Daha önce bu işleri kimler yapardı?
Devletin bu konuda 17 Ağustos öncesi ve sonrası olarak bir miladının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kocaeli Depremi öncesinde ve bu depremde genellikle "afetler olur ve hayat normale döndürülür" olarak algılanan bir Kriz Yönetimi anlayışı vardı.  17 Ağustos sonrası sistem, kanunlar ve bu anlayış değişim gösterdi diyebiliriz. Risk Yönetiminin önemi anlaşıldı. 
Afetlere yönelik yasalarımız 1950’lerden beri var ancak daha çok soğuk savaş etkisinde tedbirleri de içeren sivil savunma algısı ile yoğrulmuş durumda. Afetler oluştuktan sonra yönetim doğrudan o ilin Valisi tarafından gerçekleştirilmekte. Ancak afet öncesindeki risk yönetimi için sürekli çalışan ve yönetebilmeyi tatbikatlarla da deneyimleyen bir kadro ve yapılanmanın olması önemli. 
Özel Sektör açısından bakıldığında iş sürekliliği çok önemli bir başlık. Afet ve Acil Durum Yönetimi konularında uzun yıllar  özel sektörde emekli askerler rol alıyor. İş Sağlığı ve Güvenliği ile ilgili yasalar ile bu konuda farklı branşlarda kişilerin yer aldığını görüyoruz. Afet ve Acil Durum Yöneticilerinin lisans, yüksek lisans ve doktora programlarının açılması ve yaygınlaşması bu konuda alanında uzmanlaşan bireylerin oluşturulmasını sağlayacak. Afetlere çok yatkın bir coğrafya olanTürkiye’nin bu alanda uzmanlaşan insan gücüne ihtiyacı var.
Afetler sözkonusu olduğunda Sivil Toplum Kuruluşlarının fonksiyonu nedir? Ne olmalıdır?
Sivil toplum kuruluşları afet öncesi-hemen sonrası-ve afetler sonrasında çok fazla iş başarabilirler. Afetler söz konusu olduğunda sadece bir kurumun görevli olması ve konuya çözüm bulmasının beklenmesi zaten anlamlı değil. Zira tüm risk paydaşları ister birey, ister STK ve ister kurum/kuruluş/özel sektör vasfı ile birşeyler yaparsa bu konuda bir gündelik kültür oluşturulabilir ve başarıya ulaşılabilir. Bireyler afet öncesinde mahallelerde biraraya gelerek mahallelerini -kendilerini ve ailelerini hazırladıktan sonra- afetlere hazırlayabilirler. Bu konuda İstanbul Valiliği’nin sitesinden (www.guvenliyasam.org) eğitimleri ve çalışmaları inceleyebilirsiniz. STK'ların sadece afet sonrasında kurtarma yapacağını düşünmemek gerekir. Afet öncesinde halkın bilinçlendirilmesi, eğitimler düzenlenmesi, risk azaltmaya yönelik projeler vb. yapabilir, ilçe belediyeleri, meslek odaları, mahalle esnafı ve sakinleri gibi paydaşlar ile çalışabilirler. Afetlerin hemen sonrasında müdahale çalışmaları sadece ağır arama kurtarmayı içermez. Afet öncesinde gerekli eğitimleri almak kaydı ile hafif arama kurtarma, ilkyardım, küçük yangınların söndürülmesi, tesisatların kapanması vb. konularda çalışabilirler. Afetler gerçekleştikten hemen sonra başlayan ve sonraki günlerde de yoğun biçimde devam eden yemek, hijyen,  çocuk ve yaşlı bakımı, çadır kurulması, tahliye durumunda görevlilere destek verilmesi, meslek edindirme gibi konularda çalışabilirler. STK'lar arası ve dış yardım ve organizasyonun koordine edilmesi gibi çalışmalar yapabilirler. Tüm bu çalışmaları etkili biçimde yapabilmek içinse afet öncesi yetkililer sahada görev alacak kurumlar ve STK'ların birlikte önceden çalışması tatbikatlar ve egzersizler yapması gerekir. Spontan gönüllülük diye ifade edilen afet sonrası yardım amacı ile afet bölgesine gelen kişiler kendileri ve çevreleri için risk oluşturabilirler. Geldiklerinde STKlara dahil edilmek için yetkililer ile irtibata geçmeli, ihtiyaç neyse ona destek vermelidirler.

İyi organize olmuş STK’lar hangileridir? Deprem öncesinde ve sonrasında Devletin yaptığından farklı olarak neler yapıyorlar?
STK'lar içinde afetler ile ilgili olarak görev yapanlar hepimizin genellikle bir deprem sonrası isimlerini çokça duyduğumuz Kızılay, AKUT, AKA, GEA gibi dernekler. Bunun yanısıra TRAC (Türkiye Radyo Amatörleri Cemiyeti), ARÇ (Afette Rehber Çevirmenler), Türkiye Psikologlar Derneği gibi başarılı çalışmalar yapan görevli kurumlarla işbirliği yapan sivil toplum unsurları var. 17 Ağustos Depremi sonrasında örneğin ASK (Afette Sivil Koordinasyon) kuruldu ve tüm afet bölgesinde yardımların koordinasyonunu üstlendi. Afet sonrası da dağıldı. Yeni bir afet sonrasında ASK ve buna benzer unsurların da aktive olması muhtemeldir.
Depremle ilgili yapılan açıklamalar hep muğlak. Örneğin ne zaman deprem olacak?
Biz pek ilgi çekici konulardan bahsetmediğimizden takipçileriniz muhtemelen bu konuktan sıkılabilir. Şimdi burada desem ki şu gün şu saatte deprem olacak, blogunuz tıklama rekoru kırar. Ama maalesef bunu söyleyemiyoruz. Daha doğrusu bilim insanları halen depremi gerçekleşmeden bilemiyorlar. Keşke bilsek te o bölgeyi, kenti boşaltabilsek söylenen zamanda. En önemlisi bireysel, aile olarak, mahalle, işyeri ve kurum olarak hazır olmak, hazırlanmak, tatbikatlar yapmak. Çocuklar bu konuda büyüklerden daha hazırlar mesela. Okullarda yılda 2 kere tatbikat yapılıyor. Ancak tabii bu yeterli değil başka tedbirler de gerekli.
Deprem anında ilk uygulayacağımız temel  4 davranış söyler misiniz? Aklımızda tutalım...
1. Sakin olun, mutlaka bitecek. Bitene kadar olduğunuz yerde kalın. Panik yapmayın!
2. Cam, yüksek mobilya ve benzerinden uzak, koltuk ağır nesne vb. yanında, uzaktalarsa  oraya gitmek için ısrar etmeyin, çök-kapan-tutun hareketini yapın. Böylece etrafınızda hareket eden nesnelerden böylece korunabilirsiniz. İşyerinizde kurum görevlileri ve evinizde aile üyelerinizle birlikte önceden yaptığınız plana uygun hareket edin. Tesisatları kapatın, kapatmayı önceden öğrenin.
3. Deprem sırasında merdiven boşluklarına, balkonlara koşmayın. Deprem sonrası asansör kullanmayın.
4. Tüm bunları yapabilmek için düzenli olarak tüm aile fertleri ile tatbikat yapın. (Eşyalarınızı sabitleyin. Yapınızı test ettirin.)

Deprem anında yapılması gerekenleri  okullarda öğretiyorlar. Yeterli mi?
Aslında çocukların beyinlerinin bu kadar güzel kayıt yaptığı bu çağlarda onlarda güvenli yaşam kültürü oluşturmak daha mümkün. Afet risklerini nasıl oluşturduğumuz ve bu riskleri nasıl azaltabileceğimiz de depremden korunma ve deprem anında yapılabilecekler ile verilebilir. Bunun yanında veliler ve okul aile birliklerine de görev düşüyor aslında. Çocuklarının okullarında Okul Afet ve Acil Drum Planı var mı sorabilir ve yoksa hazırlanması için talepte bulunabilirler. Okuldaki eşyaların sabitlenmesine yönelik faaliyetler gerçekleştirebilirler. Mesela bir afet gerçekleştikten sonra çocuklarını nasıl ve kimler alacak bu konuda okul yönetimi ne yapacak bunu sorgulayabilirler. Okul tatbikatlarının birinin daha geniş tutularak bu kısmın gerçekleştirilmesi sağlanabilir. O zaman veliler de bilinçlenecektir.

 2011 Tohoku depremi sismik grafiğinin 3D yorumu sanatçı: Luke Jerram
Çocuklar üzerindeki etkileri nedir? Korku yaratmıyor mu?
Çocuklar ebeveynleri ve çevrelerindeki yetişkinlerin davranışlarından etkilenirler. Afet sonrası travmayı ilk kez yaşayan çocuk çevresine bakacak, ebeveyn korkarsa korkacak, ebeveyn sakinse sakin kalacaktır. Kaldı ki tatbikatlar ve derslerde anlatılan bilgiler ile onlar sizden daha hazırlar.

Japonlar bunu nasıl yapıyor?
Japonlarla ilgili oraya gitmiş kişilerden duyduklarım var aslında. Çoğu konuda yazılı bilgi gözlemlemedim. Aileler senede belli bir-birkaç hafta sonunu deprem olmuş ve okulda konaklıyormuşçasına deneyimliyorlarmış. Böylece çocuk deprem sonrası evini terkederde okula gelir kalırsa yadırgamasın diye. Veya oyun ile tatbikatı birleştiriyorlar. İçinde su bulunan yangın tüpleri ile plakaları döndüren büyük oyun alanlarında yangın söndürme oyunu oynamak gibi. Tüm kent halkı ve yetkililer ile birlikte yapılan tatbikatlar da var. Tüm bunları burada yapmak istesek ebeveynler ciddiye alacak mı acaba? Biz büyükler bu işi ne kadar önemsiyor ve ciddiyetini algılıyoruz acaba?

Deprem dışındaki afetler hangileridir? Bu konuda da eğitim veriliyor mu?
İsterseniz her doğa olayı afet midir bunu konuşalım öncelikle. Eğer kutuplarda büyük bir deprem olsa ve insanlara, mala, ekonomik değerlere bir etkisi olmasa bu sadece bir doğa olayı yani depremdir. Ancak bu doğa olayı yoğun nüfus alanlarında cana, mala zarar veren gündelik yaşamı kesintiye uğratan ve yerel kaynaklar ile de kontrol altına alınamayan bir hal alırsa buna doğal afet deniyor. Afetler sadece doğal da olmayabilir. İnsan kaynaklı afetler de var. Bunlar teknolojik kazalar (nükleer, kimyasal), nükleer serpinti vb.dir. Savaşlar, soykırım ve mülteci hareketleri gibi sosyal olaylar da afetler kategorisinde yer alıyor. Küresel iklim değişikliği özellikle doğal afetlerin sıklık ve yoğunluğunun ve dolayısı ile de etkisinin artmasına neden olmakta.  Depremler ani ve çok yıkıcı geldikleri için, Türkiye’de en ön planda olan afetler olarak görülüyor. Ancak yapılan araştırmalarda Depremlerin yanıda sellerin de ekonomik olarak etkilenen insan sayısı olarak ülkemizde çok etkili olduğunu görüyoruz.  2009 yılındaki Ayamama Deresi'ndeki sel olayını hatırlarsınız birçoğunuz. Sadece bu sel 110 yıllık Türkiye afetleri tarihine bakınca 550 milyon dolarlık zarar vermiştir ekonomimize. Bu tarihten sonra İstanbul’da bazı mahallelerdeki gönüllülerin sel ve korunma, müdahale teknikleri konusunda eğitimler aldıklarını biliyoruz.  Yine arama kurtarma alanında faaliyet gösteren STK'lar sel çığ düşmesi gibi konularda eğitimler almakta ve vermekteler.

Şehir plancısının bugünkü İstanbul’da nasıl bir çalışma alanı olabilir?
Aslında bugünkü İstanbul çok riskli büyük bir metropol. Kısa vadede çözülmesi gereken ancak gerçekçi olmak gerekirse konu kent olduğunda uzun vadede ve çok kapsamlıca ele alınması gereken bir çalışma yapmak gerekiyor. Her depremden sonra “Bu bir milat olacaktır” demeyi bırakmakla, elini herkesin taşın altına koyması ile ve bu işi T.C. tarihindeki en önemli seferberliklerden biri olarak görmekle bu iş başlar ve yürür inancındayım. Tabii Şehir Plancıları yıllardır gerçekleşen seçim öncesi yasallaştırılan yerleşmeler, rant kaygıları vb. büyük başlıklar arasında da boğulmamalıdır. Gerçekten bu işi yapmak istemek gerekiyor. Unutmamak gerekiyor ki eskinin naif gecekonduları ve başını bir dam altına sokacak insanları artık çok katlı yaptıkları yapılardan rant elde eden bir konumda ve bu değişimden de rant elde etmeyi beklemekte. Herkes depremin değil binanın öldürdüğünü bilmeli ve bu durumu kendine yontmamalı.
Kentsel alanın konfor düzeyi uluslararası standartlarda, özgün ve bir o kadar da kullanıcısı tarafından sahiplenilmiş yaşayan yeni alanlar haline dönüştürülmesi ve bu sırada da afetlere dayanıklı yaşam alanları oluşturulması her Şehir Plancısının dileğidir diyebilirim. Bunun bölge ve ülke ölçeğinden başlanarak planlanması esas olmalı. Kentsel planlama sadece binalar değil, onları yaşatan altyapı, donatılar, yollar ile bir bütün olarak düşünülmeli.

Ressam Henri Jean Louis (Haiti Umut Ressamları Grubu'nun deprem sonrası performansı)
Kentsel dönüşüm projelerinin amaçları arasında depreme dayanıklı alanlar oluşturmak da var mı?
Aslında bu amaçla oluşturulacak projeler için Kentsel Dönüşüm önemli bir araç ve bu şansı kaybetmemek gerekiyor. İlk örneklerin önemi çok büyük.  Mühendislik hizmeti görmüş ve tasarımının her aşamasında tüm olası afetler dikkate alınarak hazırlanmış sosyokültürel yapıya uygun ve özgün çalışmalar yapılması sürdürülebilirlik ve kalkınma açısından da çok değerli sonuçlar verecektir. Kentsel dönüşümü sadece konutlar olarak da görmemek gerekir. Örneğin önceden yerleşmiş bir sanayi alanının çevresindeki bir yerleşme, merdiven altı imalat vb. kentsel alanlarda uyumsuz kullanımlar dediğimiz oluşumlardır. Bu alanlarda kentsel dönüşüm konusu daha çok imalathanelerin, sanayinin yerleşim alanının dışına taşınması ve yeni kentsel fonksiyonların bu alanda hizmete sunulması da olabilir. Kentsel dönüşüm konusu sadece bir yerleşik alana yeni bir özellik, fonksiyon kazandırılmasına yönelik çalışmalar dahi olabilir. Örneğin turizm bölgesi olarak karar verilmesi gibi. Bu konu çok uzun ve detaylı aslında...

Sit (korunması gerekenler)alanları ve doğal alanlarını koruyor mu?
Koruması gerekir. Onlar bizim dünya mirasımız, sürdürülebilirliğin ön koşulu. Birkaç yıl önce su bitti krizleri yaşadık İstanbul’da, hatırlarsınız. Plansız biçimde artan kent nüfusu ve kentsel dokunun yaygınlaşması bunda çok etkili ve İstanbul söz konusu ise eğer halen büyümeye devam ediyoruz. Meclise sunulan Kentsel Dönüşüm Yasa tasarısıherkesin okumasını öneririm. Yaşadığınız kentlerin değiştirilmesine yönelik müdahaleler için hazırlanan ve uygulamaya konmak üzere olan bir yasa sizleri, bizleri doğrudan etkiliyor demektir. Konu kent olduğunda ise bu çocuklarımıza torunlarımıza kadar gider. Geçen gün bir telefon daveti aldım. Katılamadım o gün bir eğitimim olduğu için, ancak konu aslında çok önemliydi. TMOBB, Anayasa değişikliğinin tartışılmasına dahil olmam için bana telefonla ulaştı. Elektronik bir mesajdı. İlgileniyorsanız 1'e basın diyordu. Benzer bir çalışma da kentsel dönüşüm yasa tasarısı için yapılmalı bence.

Fernando Botero, "Deprem" Toledo Sanat Müzesi
Kentsel dönüşüm  lafı neden içimi geriyor?
Bugüne kadar gerçekleştirilen kentsel dönüşüm çalışmaları güven duygusunda hasarlar yarattığından olsa gerek. Deneyim kazanan bir hükümet var geçmişte yaşananlardan ama yine de herkes temkinli.
Bu konunun sosyolojik,  ekonomik, birçok önemli etkisi var kentliye ve kent yaşamına. Mesele sadece binaların konması değil. Öncesi ve sonrası ile çok iyi planlanması ve bu değişime konu olan her ferdi kavrayacak bir formu olması gerekiyor. Teşvik, kredi, sigortalama sistemlerinden yeni meslek edindirme kurslarına, bambaşka bir yaşam alanına adapte olmaktan, yaşam alanı değişikliğine kadar birçok konu... Gündelik yaşamı düşünmekten gelecek zamanı düşünemez hale geldiysek eğer, bu çalışmaların geniş zaman için planlanıp planlanmadığını sorgulayamayabiliriz. Bu da içimizi geriyor olabilir.

Bir planın gerçekleşmesi ön koşullarından biri de kullanıcısı tarafından sahiplenilmesidir. Katılımlı planlama anlayışının birçok ülkedeki iyi örneklerden yola çıkılarak mutlaka bu çalışmalara yedirilmesi gerekiyor. Bir daireyi yapan mimar nasıl o evde yaşayacak kişilerin yaşam koşullarını değiştiriyorsa kentin planlanması da kent halkının ve o kentle ilişkideki tüm insanların yaşantısını ve yaşam kalitesini etkileyecektir. Gerçekten  yakında “Bir Başka İstanbul” ile karşılaşacağız ve bunu hepimiz şekillendiriyor olacağız, susarak ya da konuşarak! Tartışıp, paylaşarak... 

Teşekkür ederim ayırdığın zaman ve verdiğin bilgiler için Sennur.
Rica ederim. Ben teşekkür ederim. Birçok çalışmayı buradan duyurma olanağı verdiğin için. Güvenli Yaşam Sitesi'nde belirtilen birçok yayından da faydalanılabilir bu konu için: 
http://www.guvenliyasam.org/yayinlar

1 Mayıs 2012 Salı

Karahindiba

Karahindibalara bakarken yine doğa - hayat döngüsü üzerine iç sesim durulmadı. Bir üflesem uçacaklardı, bir üflesem kabak gibi ortada kalacaklardı, tıpkı biz insanların yaşadığı gibi. Ben fotoğraflamayı tercih ettim, fena da olmadı hani, karahindibalar yollara kılavuzluk ederken ne de güzel poz verdi bana...

Yine doğanın fışkırması -insanlar izin verdiğince- baharın karşılanması geçen gün gördüğüm budanmış dallardan fışkıran küçük yeşil tomurcuklar, insan hayatına dair analoji yapmaya sevk etti beni. Siz hiç "Aman bu sonbahar da şu yaprakları dökmeyeyim" diyen ya da "Bu bahar da havalardan mıdır nedir hiç tomurcuklanmak - yeşillenmek istemiyorum" diyen bir ağaç gördünüz mü? İşte bizim hayatlarımız da o hesap, dünya dönerken ve mevsimler birbiriyle trencilik oynarken durmak - hareketsiz kalmak gibi bir lüksümüz yok sanırım.

Karahindiba, bu yaz çıkan Sinan Sülün'ün de öykü kitabının ismi. İlk çıktığı anda hele de bir doğumgünü hediyesi olarak yeni bir yazarla tanışmak kadar yaşıtım olan bir yazarı okumak, onu ilk kitabıyla keşfetmek gibisi de yokmuş. Bunu gelecekte diğer eserlerini okuyunca daha iyi anlayacağıma eminim. Kitapta üç öykü var: Aralık, Mavi Pelikan ve Karahindiba. İşte buradan da okumayanlara tavsiye eder, kitap dolu çayır çimen kokulu günler dilerim.

Balıkçının kovasından firar eden cesur balıklar olsun hep hayatınızda...