30 Haziran 2011 Perşembe

ORUÇ BABA

Oruç Baba Türbesi


İstanbul ve Ramazan denince akla ilk gelenlerdendir ve  haber kanallarının olmazsa olmazlardandır Oruç Baba türbesinden canlı bağlantı... Mahşeri bir kalabalık kaplar türbenin sokağını "Oruç Baba'nın yüzü suyu hürmetine Allah'tan ne dilerlerse bir yıl içinde gerçekleşeceğine inanır insanlar. Dileği olanlar yedi ya da on bir kişiden zeytin, sirke veya şeker alarak Ramazanın ilk günü burada açar orucunu. Her yıl görmeye alıştığımız, yüzyıllardır süre gelen bu inancın arkasındaki zatı inceleyeceğiz kim bu Oruç Baba?
 Oruç babanın asıl ismi Mustafa Zekayi'dir. Üsküdar Muhafızı, İbrahim Paşa'nın oğludur Şeyh Mustafa Zekayi Efendi. Halveti tarikatına Şeyhi Hasan Efendi'ye intisap(bağlanarak) ederek uzun bir müddet yanında kalmıştır. Babası İbrahim Paşa'nın vefatından sonra divan kalemi hulefalığını bırakarak tekkeye şeyh olmuştur. Alim, arif, şair Mustafa Zekayi Efendi ümmi Sinan Dergahı şeyhlerinden Gülşeni Şeyhi Ali Efendi'nin vefatından sonra irşat(doğru yolu gösterme) faliyetlerinde bulunmuş ve 1812'de ebedi aleme göç etmiştir.
 Peki nedir Şeyh Mustafa Zekayi Efendi'ye Oruç Baba isimini kazandıran? Bu konuda birkaç rivayet vardır ki onlara değinmek istiyorum. Bunlardan birine göre; Oruç Baba her Ramazan ayının ilk günü Hızır Aleyhisselam ile buluşup orucunu sirke ve zeytinle açarmış.
 Bir başka rivayete göre ise; Oruç Baba'nın, eski zamanlarda yine aynı semtte
yaşadaığı, çok fakir olduğu halde orucunu tutup, iftarını da  bir parça kuru ekmek ve sirkeyle açtığıdır. Başka bir rivayete göre de 1453 yılında, İstanbul kuşatmasında savaşan, Peygamber Efendimizin sözüne nail olmuş kutlu askerlerden biri olduğudur. Askerlere su ve yemek dağıtmakla görevli olan Oruç Baba su kıtlığında bile askerlerin imdadına yetişirmiş ve rivayet o ki "Baba" lakabı burdan gelmiştir.
 Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir'den bak!
 Bir zaman kendini karşındaki rü'yâya bırak!
der ya Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul'un o mevsimde nasıl güzel olduğunu, nasıl haz verdiğini dökmüştür ya satırlara... Ramazan ayında da Pazartekke'den bakın İstanbul'a belki yıl boyu göremediğiniz kadar bir paylaşma arzusu vardır. Bir Ramazan ayında Pazartekke'ye yolunuz düşerse bu manzaraya şahit olmadan geçmeyin derim...

28 Haziran 2011 Salı

İstanbul'un Kurucularını Bünyesinde Barındıran Cami: FATİH CAMİİ

Fatih Camii

Fatih Camii; İstanbul'un yedi tepesinin birinde şehri fetheden İstanbul Sultanı, Fatih Sultan Mehmet Han tarafından yaptırılmıştır.
  Fetihten 9 yıl sonra Fatih Sultan Mehmet kendi adını taşıyan bir cami inşa emrini verir. Mimarı, Sinaüddin Yusuf Bin Abdullah(Atik sinan) olan cami 1470 yılında  tamamlandı. Cami 1509 İstanbul depreminde büyük hasar görmüş ve II. Bayezid döneminde onarılmıştır. 1766 yılında yaşanan bir depremden dolayı harabe haline geldiği için Sultan III. Mustafa1767 ve 1771 yılları arasında camiyi Mimar Mehmed Tahir Ağa'ya tamir ettirdi. Bu nedenle cami orijinal görünümünü kaybetmiştir. Son 
olarak Gölcük depreminde ağır hasar almıştır.


 Caminin tarih öncesine baktığımızda ise caminin bulunduğu tepede I. Constantinus'un tarafından yaptırılan Havariyun Kilisesi vardı. Bu noktada bir garip tesadüfü söylemeden geçemeyeceğim; İstanbul kurucularından olan Constantinus buraya bir kilise yaptırmış ve İstanbul'un son kurucusu Fatih Sultan Mehmet Han'ın da bu tepeyi seçerek cami yaptırması, İstanbul'un kurucuları tarafından buranın dini merkezi açıdan ne kadar önem taşıdığını gösterir. Günümüzde Fatih Camii çevresine baktığımızda hala tarikatların, cemaatlerin varlığını görürüz. Burası bir nevi İstanbul'un muhafazakar kesiminin kalesinin olduğu yerdir. Bir başka ilginç nokta da bu iki büyük komutanında bu tepede ebedi uykuya dalmalarıdır. Fatih cami bir nevi İstanbul'un kurucularını bünyesinde barındaran bir camidir.

 Caminin mimarisine baktığımızda; Külliye, 16 adet medrese, darüşşifa (hastane), tabhane (konukevi) imarethane (aşevi), kütüphane ve hamam bulunmaktadır. Okuduğumuz üzere buranın sadece ibadet için değil halkın sosyol kültürel ihtiyaçlarını da karşılayan bir yer olduğunu görürüz. Hele hamamın inşası ile ilgili öyle bir rivayet vardır ki bugün Fatih Camii'nin o insana huzur veren havasını anlamamıza nedendir. Rivaet o ki; fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethettikten sonra şehre kendi ismiyle anılan bir cami yaptırmak ister. Cami inşaatı başladığı sıralarda padişahın emriyle durdurulur ve caminin civarına bir hamam yaptırılır. İşte bu hamamın yapılış hikayesi şöyledir: İnşaat başladıktan sonra çalışmaları yerinde kontrol eden Fatih Sultan Mehmet, bir işçinin sırtında bir taşla, iskeleden yukarı çıktığını ancak taşı bırakmadan geri indiğini görür. Buna anlam veremeyen Sultan Mehmet işçiye yaklaşarak, niçin böyle yaptığını sorar. İşçi "Efendim, ben bu gece rüyamda hamamcı olmuşum. Fakat uyandım ki vakit dar, işe geleceğim. Yakınlarda bir hamam yok ki yıkanıp temizleneyim. Aceleyle işe geldim. Çünkü ekmek parası, çalışmasam gündeliğim gider...Ama taşı oraya koyarsam Allah'tan korkuyorum çünkü yapılan bir ibadethanedir, taşı abdestsiz olarak oraya koyamam" cevabını verir. İşçinin bu hassasiyetine hayran kalan Fatih, hemen caminin inşaat çalışmalarını durdurarak, caminin yanında işçilerin yıkanabileceği ve her türlü ihtiyaçlarını karşılayabileceği bir hamam yaptırır.


Bugün Fatih ilçesinde Şehzadebaşı Camii ile aynı hizada bulunan Fatih Camii ve Külliyesi'ni keşfetmenizi öneririm. Ancak camiye girişteki o asırlık çınarın yıkıldığını gördüm geçen gün... Bizim ecdadımız bir ağaç için evlerin yerini bile değiştirirken o asırlık çınarın nasıl yıkıldığına anlam veremedim. Gölcük depremi sırasında zeminin oynadığını ve restarasyon yapıldığını bildiğimden daha da anlamsız geldi yıkılması. Çünkü kökleri belki de o zeminin çok oynamasına mani oldu...!

27 Haziran 2011 Pazartesi

At The Same Time

Bu sabah yollarda Fado dinledim içli içli. Hani yağmur da vardı, hani bir duygusal oldum ya, bastım ruhuma Portekiz'i. :)
Yol bitmeye yakın Hindi Zahra'ya döndüm. Geçenlerde tam da onun sesinden uyandığım bir sabah yazmıştım kendisini, Beautiful Tango diyordu... Albümün en sevdiğim şarkılarından bir diğeri At the same time.
Ofise geldiğimden beri dinliyorum huzurla. Şöyle başlıyor aynı zamanda:

"Here comes the time
For my heart to heal the past
From now and then
There will be the good and the best
Oh when your eyes and mine
Can see the same
Our love could last
Should i follow you?"

25 Haziran 2011 Cumartesi

Lila Downs

Yine bir pazar sabahı, yine ben müziklere dalmışım. Lila Downs'un geçen yıl İstanbul'daki konserine gitmiştim. Yalnız sinemaya gitmeyi, sergileri - müzeleri gezmeyi çok seven bendeniz bile yalnız konserleri dinlemeyi sevmiyorum. Hele de konser kapalı bir mekandaysa... Lila Downs'un konseri de Cemal Reşit Rey Konser Salonu'ndaydı. Çevremde konserine gidecek kadar seven olmayınca yalnız gitmiştim.

"Konser olsun, yanında olayım" diye müziğini sevmediği halde bunca zaman çok eşim dostum benimle konserlere iştirak etti. O kadar geriliyorum ki anlatamam, sanki zorla getirmişim ya da sahnedeki benim yaptığım müzik... Kısacası türlü kramplar çekiyorum bu zamanlarda. Son 2-3 yıldır kramp filan çekmiyorum, yalnız gidiyorum eğer  o sanatçıyı seven eşim dostum yoksa. :)

 Lila Downs konserinde de  böyle olmuştu. CRR'in sıkıcı havası o gün de yeteri kadar hakimdi. Bir Lila Downs konseri o salonda olmamalıydı, hatta salonda olmamalıydı. Kadın, yerinde duramıyor, türlü aksesuarlarla tiyatral bir bir şov sunuyor, dans ediyor, seyirciyle harika bir bağ kuruyor. Seyirci de, CRR'in batan koltuklarında bir senfoni orkestrası dinler gibi onu dinliyor. Bir süre sonra böyle olmadı tabii. :) Bacaklar oturarak ritm tutmaktan sıkıldı, oturduğum sıradakiler de en az benim kadar dans etmeyi seviyordu ki, konserin yarısı artık ayaktaydı. Bu bile mutluluk vericiydi, sadece tek adım atabildiğim dans pistimde (!) kendimce müziğe tepkimi verip, keyiflenmiştim. Lila Downs'un da en az bizim kadar keyiflendiğine şüphem yok, kendisinin "şarkıların ruhlarını okumalısınız" sözünden öte, karşısında birbiri ardına şarkılarının ruhuna ayaklanan seyircileri görünce kim keyiflenmez ki?

Lila Downs'u, tam manasında Frida (2002) filminin müziklerinden tanıdım. Öncesinde bir kaç kez dinlemiştim ama oradaki şarkıları kadar beni peşinden sürüklememişti. Frida filminden, o muhteşem tangonun yapıldığı sahne. Şarkıyı seslendiren Lila Downs...


Sabah Lila Downs'u dinlerken sitesine baktım, konserlerine vs. Birde ne göreyim, Lila Ablam dün doğduğum adada, Yavruvatan'da açıkhava'da konser vermiş, orada olmayı istemedim dersem yalan olur. :) İşte bu haberi okuyunca geçen yıl verdiği konser geldi aklıma ve güne böyle giriş yapmış oldum.

2007 yılında şöyle tanımladığım bu harika sesli kadını dinleyin kıssadan hisse. Müzikli pazarlar...

"1968 doğumlu, minnesota üniversitesi'nde ses ve antropoloji eğitimi almış, oktav yelpazesi, gırtlağının yanı sıra şarkıları yorumlarken dramatik yeteniğini de konuşturan bir müzisyen; tutkulu bir kadın lila downs. zapotek, maya ve aztek yerlilerini araştırıyor, onların ezgilerini şarkılarına taşıyor, yani orta amerika uygarlıklarının arkaik izleriyle bu renkli coğrafyaya kendi ses ve yorumunu ekleyerek başka başka yolculuklara çıkarıyor. kah acıdan yakıyor, kah tekilayla sarhoş ediyor... "

24 Haziran 2011 Cuma

Rebab - Rebap

Yaylı sazların atası sayılan Rebab, Türkiye, İran, Arabistan, Kuzey Afrika, Afganistan, Pakistan, Hindistan gibi ülkelerde çeşitli  biçimleri olan bir çalgı.

Bütün Yakın Doğu ve Akdeniz’e eski İran Musikisi’nden  yayılmış olduğu görüşü hakim. Rebab kelimesinin aslı Türkçe değil, Arapça'dan geliyor. Araplar yayla çalınan bütün çalgılarına "rebab" demişler, Türklerse daha çok kendilerine yabancı olan çalgılara "rebab" adını vermiş.


Günümüzde Rebab olarak tanıdığımız çalgı, gerek doğu gerek batı kaynaklarında "ıklığ" olarak geçiyor. Arap rebabı Avrupa'ya geçince "rebek" adında bir çalgıya dönüşmüş. Daha sonra da bu çalgı söylendiğine göre kemana uzanan bir evrim sürecine girmiş.

Rebab'ın Batı Avrupa'ya gelmesi, İspanya'nın Emeviler tarafından işgaline rastlıyor. Yine de 9. yy'da Doğu Avrupa'da yaylı çalgıların varlığına dair kanıtlar var. Halihazırda, rebab Mevlevi ayinlerinin değişmez çalgılarından birisi.

Rebab, canlıların çıkardığı seslere yakın tona sahip olmasıyla kabul görse de oktavın biraz üzerinde ses mesafesine sahip olması nedeniyle Arap dünyasında yerini kemençe ve kemana bırakmış.

Genellikle yayla çalınan ve kabak kemaneye benzeyen rebab, genellikle 3 telli. Hindistan cevizi tekne, teknenin üzerinde gerilmiş deri, tellerin geçtiği bir eşik, uzun bir sap ve bulgulardan oluşur, birde dize veya yere koymak için demirden bir ayağı vardır. Dikdörtgen, yuvarlak, armut şekilli, beyzi(kayığa benzer gövdeli), yarım küre, tambur, açık tekneli rebab olmak üzere 7 değişik şekilde rebab görülüyor.

Bir proje için araştırdığım Rebab, sesiyle de beni çok etkilemişti. Araştırırken, Türkiye'nin tanınan rebabilerinden (rebab icra eden müzisyen)  Mehmet Refik Kaya'nın Kalan Müzik'ten çıkan Ruhnüvaz (Ruha Dokunmak) albümünü çokça dinledim. İşte oradan ruhunuza dokunmanız için bir eser, buyrun buradan dinleyin.

21 Haziran 2011 Salı

Green Grass: Yeşil mi Yeşil Çimenler

Sabah bu son projenin son detaylarını düzeltmek için erkenden uyandım. Son günlerde, yine yeniden katlanma gücüm test ediliyor gibi.  Bir takım görevliler gelmiş yine bana "Sabrınınıza bir bakıp gideceğiz" diyor sanki.

Neyse ki, yine kendilerini eli boş göndereceğim, bu sefer de asayiş berkemal. Bilmiyorlar ki, ruhumu gören gözlerimle, duyan kulaklarımla besliyorum, bu blogumdan haberleri bile yok. Bilseler boşuna sabır testi için uğraşmazlardı benimle. :) He heyt diyorum kendilerine, bir uzayın gidin diyorum, kara bulut kostümlü düdüklere.

Ne diyorduk, ruhumuzu şenlendirelim diyorduk. Tom Waits abimiz ne güzel de yazmış Green Grass'ı, Cibelle kızımız da ne güzel yorumlamış. Bu şarkı hayatıma gireli 3-4 yıl olmuştur, tevellütü ne kadar eski açar bakarsınız, zamanım yok, şu an benim bibliyografya satırlarına dalmam gerekiyor. Yeşil mi yeşil günler dinler, çimenlerin üzerinde saadetli hayaller kurmanızı temenni ederim.


Avrupa İle Asya'nın Buluştuğu Nokta: Boğaz Köprüsü

Boğaz Köprüsü


 Son elli yılda İstanbul'a kazandırılan en iyi mimari eser hangisi deseler kuşkusuz "Boğaz Köprüsü" derim. Çünkü son elli yılda yapılmış hiçbir eser Boğaz Köprüsü kadar İstanbul'u ifade eden sembolik değer taşımadı. Tabi bu değeri kazanmasında gerek stratejik gerekse ulaşım ağı için önem taşıması da etkilidir. Ama ben bunların dışında sanki yerini yüz yıllar önce ayırtmış, yerini alması için şartların olgunlaşmasını beklemiş bir mimari eser olarak bakıyorum Boğaz Köprüsü'ne... Kuşkusuz İstanbul'un vazgeçilmez renk cümbüşünün en önemli parçalarından biri.

 Ortaköy ile Beylerbeyi semtleri arasına yapılarak Avrupa ve Asya'ya bağ kuran Boğaz köprüsü 20 Şubat 1970 de başlayan yapımı 30 Ekim 1973'te tamamlanarak zamanın cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından görkemli bir açılışla açıldı.
Açılış gününden kareler.


Açılışa binlerce kişi ilgi göstermiş ve ilk gün yoğun bir insan trafiği olmuş amaç iki yakayı yürüyerek geçmek. Ancak halkın yoğun ilgisi köprüde rezonans etkisi yapmış ve daha ilk günden sallanması yıkılıyor mu korkusu yaşatmıştır. Günlerce medyaya konu olan ve tartışılan bu durum aslında yabancı gelmemeli her yıl yapılan Avrasya Maratonu 2010'da da köprü sallanmış medyada yine günlerce tartışılmıştır. Yıllarca Avrasya Maratonu Halk Koşusu'na katılmış biri olarak ve o sallanmanın tam ortasında olmam benimde bu duruma şahit olmama neden oldu. Yürümenin bir hayli zorlaştıran, insanın ayaklarının birbirine dolanmasına neden bu sallanma aslında son derece doğaldı. Köprünün bence asıl sallanma sebebi bir derneğin davullu, zurnalı, sazlı ekibi ve bu ekibe eşlik eden renkli halkımızın oluşturduğu dev halay ekibi köprüde yine rezonansa neden oldu. 2011 Avrasya Maratonu için nacizane tavsiyem ise köprü geçiş sırasında bu renkli organizasyonların ara verilmesidir. 

 Boğazı yüreyerek geçmenin ne kadar çok ilgi uyandırdığnı daha ilk günlerden gördük. Pek ilk geçiş ne zaman oldu? Biraz tarih kitaplarını karıştırdığımızda bilinen ilk Boğaz geçişi M.Ö 511 yılında İskit seferine çıkan Pers Kralı Darius'un 700 bin kişilik ordusunun, gemilerin yanyana getirilmesiyle oluşan yüzer köprüyle Avrupa yakasına geçmesidir. Köprü açıldığı günden 1978 yılına kadar yaya trafiğine açıktı ancak 1978 yılında yaya trafiğine kapatıldı.

 Avrupa ve Asya ile sabit bağlantı kurarak Türkiye ulaşım ağının çok önemli bir halkasını oluşturan köprüde beklenenin üzerinde bir trafik artışı oldu. Köprünün ilk açıldığı gün araç geçişi 32. bin iken 1987'de 130 bine 2004 yılında 180 bine 2011 itibariyle bu sayı 200 bini aşmış bulunmaktadır. Fatih Sultan Mehmet köprüsüyle yapılan takviyeye rağmen yoğun trafiğin devam etmesi üçüncü köprüyü gündeme getirmiştir. 

 Köprü ayaklarından geçiş sırasında heyacanlandıran, geceleri rengarenk görüntüsüyle İstanbul'un başka yüzünü gösteren Boğaz Köprüsü'nü, gece ve gündüz olarak iki kere görmenizi tavsiye ederim.


İstanbul'u 5 Dakikaya Sığdıran Kısa Film

Veysel Gençten'in izleyenlerde hayretlik uyandıran muazzam çalışması. Yaklaşık 150.000 fotoğraf karesinden oluşan çalışmanın müziği Mercan Dede'nin Engewal adlı eseridir.

40 Yıl Önce İstanbul

Çarşısıyla, pazarıyla, insanıyla 40 yıl öncenin İstanbul'u
































Kaynak: İstanbul Ticaret Odası