23 Ekim 2014 Perşembe

İlk Türk Milli Kız Takımı paraşütçülerinden Fazilet Demirci: "Datça aklına geleni yaptırır insana..."


Bu yaz tatilimin bir kısmını Datça'da geçirdim. Özellikle mevsim sonunda gittiğim Bodrum'dan feribotla geçtim. Denizini, yaşamını, sahillerini de pek sevdim. Kargı Koyu'nun minik taşlarından toplamak için deniz kıyısında yürüdüğüm saatleri asla unutmayacağım..

Güzel insanlarla tanıştım.. Fazilet Demirci Hanımefendi her gün yüzmeye iniyordu Kargı Koyu'na.. Eski paraşütçülerdenmiş.. Yaşına rağmen güzel vücudu sporcu olduğunu hemen ele veriyordu.. Çok hoş sohbetler ettik..

Paraşütle atlamaya ne zaman, nasıl başladınız?
Havacılık, gökyüzünde uçmak benim için çocukluğumdan gelen bir sevdaydı. Çocukluğumda, Trabzon'un bir köyünde evimiz deniz kenarındaydı. Uçakların rotası denizin üzerinden karaya doğru  idi. Onları gördüğüm an heyecanlanır, koşarak annemin yanına giderdim. "Anne ben polot olacağım, derdim (Pilot diyemezdim).." Bu tutkumu Ankara Cumhuriyet Lisesi'nde yerine getirebildim. 1968 yılında Ankara'ya taşınmak zorunda kalmıştık. O yıllar Ankara'daki tüm okullarda eğitsel kollar arasında Havacılık Kolu da vardı. Çok mutlu olmuştum. Böylece havacı olacaktım. Yaşım 18 olmadığı için velimin bana noterden vekalet vermesi gerekiyordu. Annemi bir gün notere götürdüm. Ama vekaleti başka bir spor dalı için vermesi gerektiğini söylemiştim. Nedense, Türk Kuşu için olduğunu söyleyememiştim. Hiç unutmuyorum, noter anneme "Hanım, bu vekaleti ne için verdiğinizi biliyor musunuz?" diye sorduğunda, annem; "Kızım, ne yaparsa doğru yapar" diye yanıt vermişti. Annemin okuması-yazması yoktu.. 


İlk resmi kız milli paraşüt takımına nasıl girdiniz?
Böylece 1968 yılında Ankara Ergazi'de atlayışlara başladım. İlk atlayışlarımız C-472'den T-10 (askeri paraşüt) denilen paraşütlerle yapılırdı. Paraşütlere biz kumanda etmezdik. Uçaktan kumanda edilirdi.

Altı atlayıştan sonra CESSNA denilen tek motorlu uçaklardan TU-7 paraşütleriyle serbest atlamaya başladım. 1969 yılının Haziran ayında Eskişehir'de bulunan İnönü Planör Kampı’nda P.C. denilen paraşütle atlayışlarıma başladım. Daha seri paraşütlerdi.

O yıllar Türk Kuşu'nun müdürü emekli yarbay Cahit Berk hocamdı. Rahmetle, sevgiyle anıyorum.. O, kafasında Türk Kız Milli Takımı'nı kurmayı planlamış, bizi de o yönde eğitiyormuş.

Bu düşüncesinden o zamanlar bize bahsetmemişti. Üstlerini ikna ettikten sonra bize açıkladı. Yazları İnönü'deki kampta, kışın Ankara'da Etimesgut ve Ergazi'de atlıyorduk.

Nihayet, Cahit Bey beş kızı Milli Takım'a seçti. Beş kişinin içinde ben de vardım. İlk Kız Milli Takımı'nda yer almak çok önemliydi bizim için. Bizden çok önce de paraşüt atlayışları ile Türkiye'yi temsil eden ablalarımız vardı. Fakat resmi olarak ilk takım bizdik.

1969 Eylül’ünde Dünya Şampiyonası için Yugoslavya'ya gittik. Adriyatik' de Portoroz denilen bir yerde yapılıyordu. Şampiyonaya gitmeden önce Antalya Karpuz Kaldıran'da denize atlayışlar yaptık. Şampiyonanın en genç, en acemi, en az atlayışı olan takımıydık. Düşünün, benim sadece 85 atlayışım vardı. Diğer yarışmacılar 300-400, belki daha çok atlayış yapmışlardı..


Bu acemiliğimize rağmen, gelecek için ümit vermiştik. Yarışmada hocalarım beni bir Rus paraşütçüsüyle tanıştırdılar, adı Şarabanov idi. Her 10 atlayışının  7’sinde yedek açarmış. Yedek paraşütünü çok iyi katlarmış. Ana paraşütten çok  yedeğine güvenirmiş..

Onun yedek açma stiliyle benim yedek açma stilim aynıydı.. Çok mutlu olmuştum bunu öğrendiğimde.. İlklerde ve azınlıkta bulunmak beni memnun etmişti. O günden sonra hocalarım bana Şarabanov demeye başlamışlardı..   
           

Bugün de paraşüt hayatınızda mı?
En son atlayışımı Temmuz 1970 yılında İnönü'de yaptım. 2900 metreden atladım. 2149 metreden sonra (44 saniye serbest düşüşten sonra) paraşütümü açtım. En uzun serbest düşüşüm olmuştu. Okulun kamp müdürü atlayışlarıma ara Verdi.. Ben de küserek kamptan ayrıldım.  Bir daha da atlamadım. Ama atlamayı ve gökyüzünde uçmayı hep sevdim. 


Türk kuşunu artık duyamıyoruz. Eskiden paraşütçülüğü teşvik etmek için birçok şey yapılırdı..
Cebimize harçlığımızı bile koyarlardı. Şimdilerde parası olmayan atlayamıyor.. Bunun için Türk Kuşu’na para ödeniyor artık..


Serbest düşüşlerde gökyüzünde neler hissediyordunuz?
O duygu o kadar farklı ki anlatamam..



Yüzücü yönünüzden de bahseder misiniz?
Denizde kulaç atarken kendimi havadaymış gibi hissediyorum. Çok iyi bir yüzücü değilim, sadece yüzüyorum. Datça 'da yaşarsanız, işiniz yoksa, ne yapacaksınız?  Yürüyeceksiniz ve de havalar elverirse yüzeceksiniz..

Açık Deniz Kış Yüzme Maratonu hakkında da bilgi verebilir misiniz? Siz katılıyor musunuz?
Evet. 2012 ve 2013 yıllarında bu maratona (1500 metre) katıldım. Bu sene de katılacağım. Yunanlılarla karşılıklı yapılan maratonun amacı bir dostluk- barış etkinliği olması idi. Sanırım 10 yıldır  devam ediyor. İlk hareketi başlatan benim ağabeyimdir.  Bir iki sene Datca - Simi Adası arasında yüzüldü. Türkler Datça' dan Simi'ye, Yunanlılar  Simi'den Datça'ya yüzdüler. Sonra Yunanlılar' ın ekonomik nedenlerden dolayı böyle bir organizasyonu yapamamalarından organizasyon değişik bir şekil aldı. Yine her sene Yunanlılar maratona kendi olanaklarıyla katılıyorlar. Datca için de güzel bir durum oldu. Her sene Türkiye' nin birçok yerinden yüzücüler bu maratona katılıyorlar. Kimi 5000 metre, kimi 1500 metre yüzüyor.

Neden Datça'da yaşamayı seçtiniz? Datça'da günlük yaşam nasıl?
1961’den beri İstanbul'da yaşadım. Datça' ya senelik izinlerimizde geliyorduk. Emekli olursak yaşayabileceğimiz yer olarak görüyorduk. 2011’de temelli  olarak buraya yerleştim. İnsanlar istedikten sonra günlük hayatlarında yapacak çok iş bulurlar.  Bazen eşimin marangoz atölyesinde çalışıyorum, zeytin zamanı zeytin topluyorum, badem zamanı badem topluyorum. Zeytin ve badem bahçelerinin sahiplerine yardım ediyorum. Bahar aylarında arkadaşlarla uzun yürüyüşler yapıyoruz.  Bunların dışında, günlük yaşamımda aklıma ne gelirse onu yaparım. Datça böyle bir yer, aklına geleni yaptırır insana…

20 Ekim 2014 Pazartesi

Deauville - Trouville: Fransa'nın Manş Denizi kıyılarında iki sosyetik şehir..


Deauville, Fransa’nın Calvados Bölgesi’nde, Aşağı Normandiya’nın 3816 nüfusluk masal şehridir.

Olağanüstü malikaneleri, Manş Denizi kıyılarındaki sonsuz kumsalları,  polo ve at yarışları, harika golf sahaları, Amerikan Sinema Festivali ve casino’su ile ince zevklerin, seçkin tatların beldesidir..  

Deauville’e yolculuğumuz Paris Saint Lazare Garı’ndan yaklaşık 2,5 saat sürecek trene bilet almamızla başlıyor. Köpeğiniz var ise sorun değil, köpeklerinizle de seyahat edebiliyorsunuz. 

Deauville’e gitmek için araba da kiralayabilirsiniz. Birbirinden güzel köylerin ve kasabaların arasından yolculuk etmek zevkli olur.. ama tren hem daha ekonomik hem de çok rahat.                  

1812 yıllarında henüz bir denizci kasabası iken Duchesse Berry’nin bölgeyi tanıtımıyla Fransız burjuva ve aristokratlarının tatil bölgesi olmaya başlamış.
1847 yılında Deauville ve Trouville’e Paris’ten rahat ulaşım sağlanabilmesi için tren seferleri konmuş.  

Birinci Dünya Savaşı’nda tren istasyonuna yakın olduğu için oteller askeri hastane olarak kullanılıyormuş.

XX. yüzyılın başlarında deniz  ve sonsuza uzanıyormuş hissini veren plajları ilk olarak Trouville-Sur-Mer meşhur etmeye başlamış. Deauville o zamanlar henüz Trouville-Sur-Mer’in gölgesindeymiş...

Casino de Deauville’in inşa edilmesi, 1911’de hipodroma yeni tribünlerin eklenmesi, 1912-1913 yıllarında mimar Théo’nun Petit Casino’nın  arkasına Van Cleef6Arpels, Coco Chanel gibi lüks butikleri tasarlaması, Printemps’ın Paris dışında ilk mağazasını burada açmasıyla Deauville hızla popülerlik kazanmaya başlıyor..
1921 yıllarında Casino ve plajlarıyla dünyanın en ünlü eğlence merkezi haline geliyor. 

Deauville’i rakipsiz kılan bir diğer önemli etkinliği ise At yarışları. Hipodrom, İran Şahı’ndan İsveç prenseslerine kadar yüksek sosyetenin ağırlandığı, insanların boy göstermek için geldikleri bir yer haline geliyor.
Hipodromun yakınında dünyanın en güzel villalarından biri olan Villa Strassburger yer alıyor.

1907 – 1912 yılları arasında Henri de Rothschild Kontu için çiflikten malikaneye dönüştürülen bina, 1924’te Amerikalı milyarder Ralph Strassburger tarafından satın alınmış, 1980’de ise oğlu Peter Strassburger  tarafından şehre hediye edilmiş.  

"Bir Erkek ve Bir Kadın filmi burada
çekilmiştir. 1966 - Claude Lelouch
1929 yılında Yacht Club açılıyor.  

İkinci Dünya Savaşı ile bölge Alman askerlerinin eline geçiyor ve Deauville’de yaşayanlar iç bölgelere kaçıyorlar.

Deauville neşesini yitiriyor. 1944’te General Montgomery’nin Normandiya çıkartmasıyla, kıyılar özgürlüğüne kavuşuyor.  

1960 yılından sonra Deauville başka bir çehre kazanıyor. Dünyaca ünlü Amerikan ve Fransız aktörlerinin katıldığı Amerikan Sinema Festivali  düzenlenmeye başlıyor her yıl eylül ayında.  
1974 yılından bu yana Deauville safkan yarış atlarının satış noktası oluyor. 

Deauville’e bir haftasonu kaçamağı yapabilirsiniz.. İsterseniz kumsallarına uzanacağınız ve Manche Denizi’nde serinleyeceğiniz bir yaz tatili de planlayabilirsiniz. Plajlarında uzanıp gözlerinizi kapatın. Şemsiyeli kadınların ve şapkalı çocukların seslerini duyabilirsiniz.  


Hotel 81
Plajda küçük odalar var.. bunları yıl boyu aileler kiralayıp eşyalarını koyabiliyorlar. Film Festivali teması plajı şenlendiriyor.. Her odanın üzerinde bir film afişi asılmış. Dauville’i ziyaret eden Hollywood ve Avrupalı yıldızların fotoğrafları ve isimlerini görebiliyorsunuz..
Otellerin ve trenlerin fiyatları sezona göre değişiklik gösteriyor. Biz tercihimizi Hotel 81’den yana kullandık. Şüphesiz en pahalı oteli Normandie Barriere. Kalmasanız bile bir şeyler içmek için mutlaka uğrayın derim..  

Deauville ve Trouville’de dolaşırken evlerin çok özenilerek yapıldığı ve herbirinin kendine özgü bir hikayesinin olduğu çok belli. Deauville’de 550′den fazla villa ve ev, tarihi bina konumunda bulunuyor.  

Norman, Art Nouveau ve Baroque tarzında inşa edilmiş bu binaların hangi birinin fotoğrafını çekeceğinizi şaşıracaksınız. 
Hotel Normandie Barriere
Deauville'den Trouville'e geçerken sahil yolunu kullanırsanız 
Deauville ve Trouville'i ayıran kanalı küçük teknelerle (Bac) 1 Euro’ya çok kısa sürede geçebilirsiniz.

Tavsiyem, gezinize eski balık pazarının bulunduğu Place Morny’deki tren istasyonun önünden başlamanız..

Daha sonra tekne ile Deauville’e geri dönebilirsiniz.

Trouville sizi pazarı, dar sokakları, tepedeki kilisesi ve cafeleriyle daha mütevazi bir şekilde karşılayacak. Birkaç ipucu: pastane için Charlotte Corday, geleneksel bir brasserie için: Les Mouettes..


Deauville’de yorgunluk atmak ve bir şeyler atıştırmak için Plage du Bar du Soleil’deki Bar de la Mer’i seçebilirsiniz..

Place du Morny’de Le Café de Paris ve Breton akşamüstü keyfi için ideal yerler..

Akşam yemeği için Les Quatre Chats veya Le Drakkar’ı tercih edebilirsiniz.  

Şehrin en iyi klübü, eski Regine's Club, şimdiki Brummel's Club’dır.. Barriere kumarhanesinin içinde bulunan klübün girişi yan sokaktan.. aklınızda bulunsun!

Elma şarabından damıtılarak yapılan Fransızların yerel içkilerinden Calvados'u da tatmadan gelmek olmaz tabii.. Benden söylemesi..

****

Çiğdem Erkoç'un Gezi Yazıları'nın gelecek konusu: Paris

16 Ekim 2014 Perşembe

Ahmet Uhri: "Etnik ve dini kimliklerden uzak, bütün Yakındoğu halklarına ait, ancak kimsenin sahiplenemeyeceği, sahibi olmakla övünemeyeceği, tarih öncesinin katmanları arasına gizlenmiş bir öyküyü barındırmakta Tarhana ve Keşkek"

"Yeme içme arkeoloğu" diye bir şey olduğunu duyduğum andan itibaren araştırma yaptığım her yerde onun ismiyle karşılaştım.

Dokuz Eylül Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Prehistoria Ana Bilim Dalı'nda Yrd. Doç. Dr. Ahmet Uhri.

Kitapları, araştırmaları, seminerleri, Metro Gastro Dergisi yazıları, (sosyal medyadan izlediğim kadarıyla) hoş sohbeti, hınzır şakaları, kültür turları ile tanınıyor.. 
İstanbul'da yaşamıyor. Yüzyüze görüşemedik. Daha çok şey sorulabilirdi.. ama bu röportaj da bu haliyle güzel.. En azından sizi yepyeni konularla tanıştıracak... 

Arkeolog ve gıda mühendisi olmak sizi nerelere götürdü?
Yeme-içme arkeolojisi yapmaya kadar vardı iş. Bu, esasında kültür tarihçiliğinin bir parçası. Sonuç olarak kültür, doğanın yaptıklarına karşı insanın yarattığı herşey ise bu herşeye elbette karın doyurma uğraşısı veya boğaz derdi de girmeli..

Yemek arkeoloğunun çalışmaları nelerdir?
Aslında böyle bir alan yok ve yaptığım çalışmayı en iyi tanımlayacak sözcükler sanırım daha icat edilmedi. Esas olarak arkeometrik bulguları, tarih, arkeoloji ve dilsel verilerle karşılaştırarak ve bütün bu verileri kullanarak yapılan bir iş yeme-içme arkeolojisi.

Kültür - yemek alışkanlıkları ilişkisine örnekler verebilir misiniz?
Bu tamamen antropolojinin alnına giren bir konu ama örneğin dinsel ya da seküler kültürün bir parçası olarak ortaya çıkan yeme-içme yasakları tamamen kültürel bir olgudur. Örneğin islamda domuz yasağı ya da Hinduizm'de ineğin kutsallığı veya yamyamlık olgusu tamamen kültür farklılıkları ve yeme içme alışkanlıkları ile ilgili.

Yemek alışkanlıklarımızdaki değişimlere neler etken olmuş?
Temelde ekosistem en belirleyici olandır. Bir diğer deyişle coğrafya ve coğrafyanın bir fonksiyonu olarak iklim, flora ve fauna yeme - içme alışkanlıklarını  belirlerken bir yandan da kültür dediğimiz olgu ortaya çıkmakta ve bu kültür içinde bir süre sonra (belki binlerce yılda) yenilecek ve içilecekler artık sorgulanmadan sadece yerel bir adet olarak devam etmekte.

En özel ve özgün yemeklerimiz hangileri?
Bu sorunun bence tek yanıtı var. Birbiriyle kardeş olan iki ürün bütün Yakındoğu için neredeyse on bin yıldır belirleyici olmuştur. Tarhana ve Keşkek.

İnsanlığın tarım ve hayvancılığa başlayarak besin üretiminde bir devrimi gerçekleştirdiği neolitik çağdan bugüne kadar gelen ve bugünlere gelirken yolda kendisini tanıyan her kültürün kendince bir şeyler ekleyerek ya da değiştirerek yaptığı bu iki mütevazı yiyecek yani tarhana ve keşkeğin kardeşliğinde neredeyse bütün bir Yakındoğu kültürü saklı. Etnik ve dini kimliklerden uzak, bütün Yakındoğu halklarına ait ancak kimsenin sahiplenemeyeceği, sahibi olmakla övünemeyeceği tarih öncesinin, biz arkeologların deyişiyle tabakaları ya da katmanları arasına gizlenmiş bir öyküyü barındırmakta Tarhana ve Keşkek. 

Lübnan asıllı bir romancının, Amin Maalouf’un Tanios Kayası adlı romanından bir alıntıyla söyleyecek olursam: Kiçk sözcüğü bir takma ad değildi, bir çeşit koyu çorbanın adıydı. Tarhana çorbasını andıran. Çok eski mutfak kültüründen bir parça. Kfaryabda’da, yüz yıl, bin yıl, yedi bin yıl önce nasıl pişiriliyorsa, bugün de öyle pişiriliyor. Keşiş İlyas, Tarihçe’sinde, yerel adetlerden söz ederken ona çok geniş yer veriyor. Buğdayın sütü nasıl emmesi gerektiğini, günlerce büyük güveçlerde nasıl pişmesi gerektiğini ayrıntılarıyla anlatıyor. ‘Böylece kiçk denilen hamur elde ediliyor, çocukların bayıldığı bir hamur bu, hamuru balkonlara, koyun postunun üzerine seriyorlar kurusun diye… Sonra kadınlar elleriyle bu hamuru ovalayıp parçalıyor, kış geceleri için saklıyorlar.’ Sonra, kaynar suya bir parça atmaları yeterli oluyor.” 
Not: Kiçk sözcüğü keşkeğin Lübnan'daki adıdır.

Ülkemizin en özel ürünlerine (peynir, zeytinyağı, ekmek, tarhana)  örnek verebilir misiniz?
Bu sorunun yanıtı esasında bir önceki soruda verildi. "ülkemiz" sözcüğü yerine bir büyük ülke yani Yakındoğu ve Akdeniz uygarlıkları gözönüne alınarak yeme-içme kültürüne bakmak daha sağlıklı olur. Ama ille de bir ürün isterseniz  Zeytinyağı/Ot/Süt ürünleri ve tahıllardan yapılan herşey demek yerinde olur. 

Sağlıklı ekmeğin tarifini yapabilir misiniz?
Tam buğday unundan yapılmış ve buğdayı en çok 25km çaplı bir alandan gelen ekmek bence en sağlıklısıdır. Ama en güzeli hangisi derseniz Ali Kader Erol'un Bozcaada'da yaptığı "ada ekmeği". 
Bir gün herkes ada ekmeğini Ada'da tadacaktır...

25 kilometre derken sanırım Karbon Ayak İzi ve Slow Food kavramlarına gönderme yapıyorsunuz...  Topraklarımızda organik tarım mümkün müdür?
İstenirse bu topraklarda herşey olur. Ama istemek ve uygulamak gerek. Temiz, sağlıklı ve adil bir gıda paylaşımı ancak ve ancak organik tarımla olasıdır.

Buğdayın anavatanı Urfa Karacadağ'mış. Medeniyet ekmekle başlamış, nereye gidiyor?
Bir yere gittiği yok.. oturup duruyor yerinde. Bir yere giden insan ise nereye gittiğini bilmiyor... 

En sevdiğiniz yemekleri sorabilir miyim?
Bulunduğum yerdeki yerel yemekler.. Şu anda Siirtteyim örneğin.. Siirt'in Perde Pilavı ve Büryan'ı, İskilip'in (Çorum) İskilip Dolması, İzmir'in rakı-balık-otları...

Rakı-balık demişken İstanbul’u beş duyunuzla tarif edebilir misiniz?
Bu sorunun muhatabı bence Orhan Veli Kanık olmalıydı. Sadece ve sadece gezmeye gelip kısa sürede İstanbul'dan kaçan biri olarak duyularımla tarif etmekten hicap duyduğum bir kent İstanbul...

İstanbul için bir hayal projeniz var mı?
Var. İstanbul'u yaşayanlarıyla beraber bir tel örgünün arkasına alarak "İnsanat Bahçesi" adıyla sergilemek... O kentte nasıl yaşadıklarını halen anlayamamaktayım insanların. Orada yaşanmaz, kısa sürelerle gelinip, yiyip içip eğlenilir. Müzeleri, sergileri gezilir, bir iki sinema filmi izlenip hemen kaçılır.

15 Ekim 2014 Çarşamba

Eski Datça'da Işık Güner'den Bitki Ressamlığı Kursu... Sanat, doğa, huzur..


Dünyanın en iyi bitki ressamlarından biri olan Işık Güner ile sizleri blogumun en çok okunan röportajlarından birinde tanıştırmıştım.

Işık Güner tarafından verilecek Bitki Ressamlığı Kursu 19-24 Ekim tarihleri arasında Eski Datça Yağhane Pansiyon'da düzenlenecek. Konaklamalı olarak katılmak istiyorsanız 18 Ekim'de otele giriş yapmalısınız. Çıkışınız da 25 Ekim'de olur.

Kurs, Datça'nın dinlendirici atmosferinde hem bitki ressamlığı hakkında bilgi ve yeteneklerinizi geliştirmenize, hem de taş pansiyonda konaklayarak harika bir tatil yapmanıza olanak veriyor. 

Yazın son sıcak günlerinde begonviller arasında, rahmetli şairimiz Can Yücel'in evinin biraz ilerisinde suluboya keyfi yaşamak istiyorsanız acele edin derim.. 

Bitki illüstrasyonu için kullanılan temel suluboya teknikleri gösterilen kursta bitkilerin basit yapı ve şekillerini inceleyerek, birebir çizim yapabilmek için gerekli teknikleri öğreneceksiniz. 

Bilimsel kriterlere göre bitki resmederken, yapıyı görme, açıyı algılama, ölçekli çizim yapma ve ışık-gölge kullanımında da yeteneklerinizi geliştireceksiniz. 


Canlı ve doğru resimler yapabilmek için tasarlanan bu kurs, farklı teknik ve yaklaşımlarla çeşitli bitki türlerini resmederek, renk, doku ve derinlik üzerinde bilgi ve becerilerinizi geliştirmeyi hedefler. 

Sanat ve doğanın buluştuğu bu harika etkinlik hakkında bilgi almak için bilgi@yaghane.net adresine mail gönderebilirsiniz. Telefonları: 252.7122287

2 Ekim 2014 Perşembe

Kıskanıyorum!

Yazının başlığı neden böyle ben de tam bilemiyorum, sanırım ben yazarken hep beraber öğreneceğiz. Dün gece bir ecnebi sanat sitesinde Sophie'nin fotoğraflarını, kurguladığı projeyi gördüm.


Bu tip projelerin bizim ülkemizde pek olamaması gibi durumlar sonucunda, hislerim beğenme, etkilenme, imrenme ve üstüne kıskançlık duyguları arasında raks etti. Geçenlerde bir arkadaşımla kıskançlık üzerine konuşurken, "Aaa ama senin kıskançlık damarların alınmış galiba" dediği cümle aklıma geldi de.. Evet, ben de kıskanıyormuşum! Sevgili, arkadaş, ebeveyn vs. değil, benim kıskançlığım şehirleri, ülkeleri, yeşili, ağacı, antik kenti, müzeyi kapsıyor. Bu kıskançlık, hani benim topraklarımda niye böyle değil, niye benim yaşadığım kültürde değeri beş para etmez kültür, sanat, insanlık diye. Kıskançlığımı bir kenara bırakayım da, Sophie'ye döneyim.


Sophie, Paris'te çalışan Fransız bir fotoğrafçı. 2010 yılından bu yana, enteresan durumlar yaratmak için Paris sokaklarına hayvan portreleri yapıştırarak, vahşi doğayı sokağa taşıyor. Fil, baykuş, karga, zürafa, panter gibi hayvanları Paris duvarlarında görenler yaşam ve sanat arasında şaşkınlıkla gidip geliyor olmalı. Aslında Sophie temel bir soru soruyor: Bizim toplumumuzda hayvanların yeri nedir? Projenin videosunu da izlemenizi de tavsiye ederim.


Hayvanlar, artık pek insanların "inşa ettiği" şehirlere geri gelmez ama biz en azından onların yok ola ola yaşamaya çalıştığı alanlara da tecavüz etmesek ve dünyada yaşayan tek canlının Homo sapiens sapiens olmadığının farkına varsak...

4 Ekim Hayvanları Koruma Günü'ne de sayılı günler kala, üstüne de aynı günün malum bayram da olmasıyla tüm Homo sapiens sapiens ailesine iyi dilekler, farkındalık ve akıl fikir diliyorum.


1 Ekim 2014 Çarşamba

Seda Mit: “Günlük hayat, hikayeler, duygular... yüzlere ve bedenlere gömülü duygular. Gözlemlemek hoşuma gidiyor insanları. Bende yarattığı izlenimi o insanıdeforme ederek çiziyorum.”

Dünyaya çizgilerle bakıyormuşsunuz hissine kapıldım.. Öyle mi?
Aslında dünyaya çizgilerle bakmıyorum. Dünyaya bakıp onun sınırlarını çizgilerle tayin etmeye çalışıyorum. Sevdiğim, heyecanlandığım günlük şeyleri çiziyorum. O da bütünden ayırt ediyor kendisini. Nesneleri, duyguları, kendimi dünyadan ayırt etmeye çalışıyorum. Bir sonu yok çizgilerimin belki de bu yüzden. Hep bir yerde üç nokta ile devam ediyor…

Çizmeye ne zaman, nasılbaşladınız?
Küçüklüğümden beri resim yapıyorum ama resim yaptığımın bilincine varmam, yaptığım resimlerde bir derdimin olması, düzenli çizmem ortaokul yıllarına denk geliyor. Aslında o yıllarda başladım tam olarak resim yapmaya, evet. 

Ortaokulda günlük tutmaya başlamıştım. Günlüklerimin okunduğunu anlayınca resim yapmaya başladım. Çünkü resimlerimi görenler pek anlamıyorlardı.. Sadece ben anlıyordum ne anlattığımı. 

Bir şeyi saklamanın en iyi yolu onu görülebilecek bir yere bırakmaktı. Masanın üzerine mesela. Madem günlük tutamıyorum, resim yaparım o zaman dedim.. Hâlâ günlük tutar gibi resim yapıyorum. Hâlâ günlük tutup masanın üzerine, internete koyuyorum.